Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)

Ömrümde ilk kez bir memleketi bu kadar sık ziyaret ettim.
Ömrümde ilk kez bir memlekette orada yaşamadan bu kadar uzun zaman geçirdim.

Bu ikisi birleşince, 4. İsviçre çıkarmamda (canımın da işi olduğu ve o dönemde yoğunluktan ve eğlenceden bitap düştüğü için) havaalanından "ev"e kendim gittim mesela, tam da oralıymış gibi.

Bu ikisi birleşince, bu 4. seyahati yapıp yapmamak konusunda kararsızlık yaşadım mesela. "Gereklilik" konusuna gidip geldi aklım. Gerek değil belki ama, keyifli olacağı aşikardı, hem ikimizin de birkaç gün tatili olmasın mıydı? İlk treni kaçıran kardeşlik bu sefer (kur da yaza göre normalleşip -normal derken?- 5,5 - 5,4TL seviyelerine gerileyince gelmeye niyetlenmişti ama bedelini ödediği askerlik tam bir Murphy kuralıyla toplu açıklanan günde onu ilk celpte çağırınca yine gelemedi.

Ben yine de gittim.
Oralıymış gibi.

Havaalanında pasaporttan geçerken memur "ilk seferiniz değil galiba" deyince, "aslında 4. gelişim..." dedikten sonra otomatlardan bilet aldım, sonra valizi sürüyerek HB'den Central'a yürüdüm ve 6'ya bindim.

Hep yaparmışım gibi.

"Ev"e girince dedim ki, eşim  belki uyuyordur siz yine de bana da bir kart verin. Uzun koridorları yürürken meraktan beni aramaya başlamış canıma aldırmadan kendimden gayet emin şekilde odayı bulup kartı okuttum.

Benimmiş gibi.

Sonra, bu defa neyse ki beş günlük bir aranın ardından, 19.30 gibi yarı uyur halde yorgunluğu yüzünden okunan canımla kavuştuk. Bu defa çok daha aydınlık, çok daha büyük bir odası varmış, ve hafta sonunda da orada kalacakmışız, değişmeyecekmiş!

Odadan çıkıp şehir merkezine indik. Tam Aralık başı olduğundan Zürih her zamankinden daha canlı, daha ışıklıydı. HB'de de bir Noel pazarı kuruluydu ama asıl Bellevue tarafındaki büyük ve güzel olanı o akşam göremedik. Önce canımın çok kere fondü yiyip de benimle hiç gidemediği için hayıflandığı Le Desaley restorana yollandık ama Cuma akşamı ve her yer Christmas (Almancası Weinachts imiş) atmosferinde kalabalık olunca  yer bulamadık. Daha önce gideriz diye konuşup denk getiremediğimiz pizzacı So'ya (Limmatquai'deki) gittik. So'nun konsepti oldukça basit ve sade: Mütevazı ortamda kareli örtüler serili masaların birine oturuyorsunuz ve önünüze pizza dilimleri yağıyor. Sınırsız, çeşit çeşit, ince hamurlu - siz dur diyene kadar! Ortaya salata (o da sınırsız) ve pizza kişi başı 29CHF.

Ortalık ışıklı derken abartılı ışıl ışıl değil tabii, Zürih'e göre ışıklı :)

Yemekten sonra Limmatquai boyunca yürüyüp HB'ye gittik. Saat 10'a yaklaştığı için buradaki Noel pazarı kulübeleri yavaş yavaş toplanmaya başlamıştı. Ortada Swarovski taşlarıyla bezeli dev çam ağacı ve yine kristallerden yapılmış şehir silüetleri göz alıcı (ve Zürih'in snob, zengin haline yaraşır)dı.

Herkes bu zenginlikten yeterince payını aldıysa şehirlere geçeceğiz

Londra silüeti

Zurich silüeti

HB'nin yanıdaki Landesmuseum'un yan bahçesinde güzel bir bar/kafe vardı geçen gelişlerimde görüp burada da bahsettiğim. Noel zamanı Landesmuseum ve yan bahçesinde muhteşem ışık yansıtmaları yapılırmış İlluminarium adında. O tarihi kuleyi tamamen yansıyla giydirip bambaşka bir havaya sokmuşlardı. İçerideki bar da oldukça eğlenceli ve ışıl ışıldı.

                  


İkinci gün için büyük, kocaman, rüya gibi bir plan yaptık: Titlis Dağı'na çıkmak! Canım Titlis'e Eylül ayında çıkmış ve hayatının en iyi fotoğraflarından birkaçını burada çektirmişti - dağın tepesinde, bulutların hem soyut, hem somut anlamında üstünde! O günden beri beraber de gitmeyi istedik, şimdi zamanıdır diye önce Zürih'ten trenle Luzern üstünden Engelberg'e gittik. Luzern-Engelberg arası 35dk kadar sürüyor, burada aldığımız trenin adı Globi Express imiş, İsviçreli bir masal kahramanı olan mavi kuş Globi'nin resimleriyle donatılmış, çocuk dostu tren :)
   
Zurich - Engelberg arası kış manzaraları

Globi Express

 Engelberg'e doğru rakım yükselmeye başladı, dağların tepesinde kar görünür oldu. Engelberg'e inince havanın Zürih'le alakası olmadığını anladık :) Titlis'te 3000m'ye çıkacağımız için Engelberg istasyonundaki tuvaletlerde içliklerimizi giyip atkı-bere Allah ne verdiyse sarınıp büründük. Engelberg'de Titlis'e çıkan teleferiklere ulaşım için ücretsiz ring servisleri var, veya 10-15 dakika içinde yürünebiliyor. Saatini denk getirip otobüse binerek Titlis istasyonuna ulaştık. İstasyon içinde kocaman bir kayak malzemeleri satan dükkan bulunuyor, bir de dağın tepesindeki hava durumunu gösteren canlı kamera görüntüleri: -12 derece, kar fırtınalı! Eh, bu hava şartlarında o Eylül ayındaki şahane manzaraları ve fotoğrafları yakalamak tabii ki namümkün, geri dönmeli miyiz? Hayır, madem o kadar geldik, kar mar - yukarı çıkalım her durumda!

Yukarı çıkışın ilk ayağı teleferik. Nereden gelip nereye gittiğimiz ise en iyi bu kareler anlatır.



Titlis yolunda teleferikte iki aktarma yapılıyor. Teleferik kabinlerinin üstünde ülke bayrakları var, Türkiye'yi de yakalayabildik (bkz yabancı memlekette insana çöreklenen gereksiz milliyetçilik). İkinci aktarmanın yapıldığı alandan sonra kayak yapan insanları görmek mümkün, zira bu aktarmada bizim geçtiğimiz kabine mini mini İsviçreli çocuklar bindi, hepsi kayak ekipmanlı ve kıyafetli - mübarekler 3-4 yaşında kaymaya başlıyor olmalılar. Rakım arttıkça kar fırtınası etkisini göstermeye başlamıştı, teleferiğin ikinci yarısı fırtına yüzünden ara ara durup tekrar çalışmak zorunda kaldı.

   

Titlis'in zirvesine çıkmak için Rotair denen, altında kocaman bir İsviçre bayrağı görseli bulunan dünyanın kendi ekseni etrafında 360 derece dönebilen ilk teleferiğine biniliyor. Yolculuk 5 dakika sürüyor, alet de fıldır fıldır değil yavaşça dönüyor ancak oturma yeri olmadığı için cama yapışıp dışarı bakınca gayet güzel manzaralar görmek mümkün. Biz çıkarken kar fırtınası yüzünden göz gözü görmüyordu pek ama inişte hava daha sakindi ve etrafa bakabildik.

dönen teleferiğin fotoğrafı Titlis'le ilgili broşürün kapağında ve yukarı çıkış biletilerinde basılı

Titlis'in zirvesine ayak bastığımızda kayak kıyafeti ve gözlüğü olmadan dışarıda durmanın imkansız olduğu bir hava vardı. Hava şartlarından ötürü üstünde yürünebilen Avrupa'nın en yüksek (deniz seviyesinden 3041m) asma köprüsü ve bu köprüden yürüyerek ulaşılan Ice Flyer denilen açık teleferik kapalıydı. Biz de doğrudan buz mağaraya yollandık. 150 metrelik buzul mağarayı (aslında başladığınız yere geri çıkabildiğiniz bir tünel gibi) açabilmek için 3000m3 buz çıkarılmış. Mağaranın içindeki sıcaklık sabit ve -1 / -1,5 derece. Her yıl 4 milyon litre buz eridiği için yıllık bakım yapılması gerekiyormuş ve bakımı toplamda 700 -1000 saat sürüyormuş (bakım maliyetine yıllık 60-70K CHF olarak vermişler). Mağarayı açmak ise ek işçiliği ile 18000 saat sürmüş. Ben ilk kez bir buzul oluşumun içinde bulundum, her ne kadar buz üstünde yarım saate yakın yürüyünce ayaklarımı pek hissetmez olsam da oldukça heyecan vericiydi. Kim bilir belki bir gün bir İglo'da da zaman geçirme fırsatı buluruz...

   
Buzun damarlı yapısı hayli ilginç

Buz mağarasından sonra biraz ısınabilmek için restorana oturup şarap ve cips aldık. Bu arada, Titlis'te kayak yapmayıp takılan turistlerin çoğu Çinli ve Hintliydi, restoran kısmındaki yazılarda da ek dil olarak Çince türedi bir anda (İsviçre'de ilk!). Biz içliklerimiz, koca koca kabanlarımız, iyi kötü bizi idare etmek için uğraşan botlarımız, atkı ve berelerimizle soğukla başa çıkmaya çalışırken gerçek birer turist olmaya and içmişçesine ayaklarında sneaker'larıyla dolanan Çinlileri görünce içim ayrıca üşüdü.

   
Hafif çakırkeyf olunca teras gibi düzenlenmiş yere çıkıp biraz eğlendik :)

Normalde sağ üstte görünen fotoğrafın olduğu yerden şu bulutların ve karların üstünde pozunu alabiliyor olmamız lazımdı, ama hem güneş yoktu, hem de göz gözü görmez şekilde kar yağışı vardı. O da biraz şans tabii, biz döndükten yaklaşık yirmi beş gün sonra, yani bugün, 1 Ocak 2019'da Titlis'in tepesindeki hava durumu -5/-6 derece ve güneşli, webcam'deki görüntüsü gayet ışıl ışıl ve karlar altında. Ama mesela yarını -18 derece ve karlı gösteriyor, ertesi günü de -15 derece ve güneşli. Tamamen rastlantısal. Hava durumu tahmini gerçekle ne kadar örtüşüyor onu da tam bilemiyoruz, ama buraya bir güneşli günde de gelmek kesiklikle gerekiyor!

Dönüş yolunda dönen teleferikten iki kademeli olana transfer olduğumuz noktada biraz İsviçreli kardeşlerimiz "gibi" takılalım diye dışarıda kaldık. Kar fırtınası dinmiş etraf biraz daha görünür olmuştu, ama hava elbette hala çok soğuktu.

   

Engelberg'e indikten sonra yine aynı şekilde Luzern üstünden Zurich'e gidecektik, ancak bu sefer Luzern'de yaklaşık 1-1,5 saat kadar aktarma zamanımız kaldı. Daha önce geldiğimizde pek sevdiğimiz, İsviçre'de Zurich'ten sonra ikinci gördüğümüz şehrin Noel hali de oldukça güzeldi. Hava soğuk olduğu için etraf çok kalabalık değildi ama Noel pazarı canlıydı. Burada Glühwein (sıcak şarap) içip rösti yedik, sonra Luzern gölü kıyısında (buraya ilk geldiğimizde sıcak, güzel bir akşamüstü ağaçların altında yemyeşil doğaya bakıp etrafı izlediğimiz, dondurma yediğimiz yerler) dolaştık. Burada yürürken derinlerden bir ses gelmeye başladı - Yalnızım Dostlarım! Kimdir nedir anlamaya çalışırken bir adamın bluetooth hoparlör ile bu şarkıyı kendi kendine çalarak bize doğru geldiğini gördük. Gerçekten dünyanın ilgisiz bir masal kentinde, yapayalnız yürüyerek bağıra çağıra Yalnızım Dostlarım dinleyecek kadar dertli miydi bu hemşehrimiz bilmiyorum, ama bizi bu konu üstüne mini bir derin tartışmaya itmeyi başardı.

   
Luzern'in minik Noel pazarı - Weinachtsmarkt

   
Rösti ve Luzern'in gecesi


Göl kıyısındaki saat oldukça ilginçti

Luzern Rathaus saat kulesi


Zurich'e dönünce yine bir önceki akşam uğrayıp fazla uzun kalmadığımız HB'nin yanındaki bara gittik. Bu defa çok daha kalabalıktı, ama müzikler önceki akşamdan daha kötüydü. Yine de bir süre takılıp sonra daha iyi müzik bulma umuduyla Langstrasse'ye yürüdük. İkinci kez gelince anladım ki Langstrasse bana tuhaf bir huzursuzluk veriyor. Sanki her yer 80lerden beri ellenmemiş gibi, beni içeri davet etmiyor, geçmişe ışınlanacakmışım gibi hissediyorum :) Bir bara girdik, adamlar çantamızda Titlis'ten kalma yarım şişe şarabı alıp kapının yanına koydular (çıkarken geri aldık evet), içeride göz gözü görmüyordu, benim "bilmediğim" şarkılar çaldığı için ben yeterince gaza gelip eğlenemedim derken çıkıp biraz daha turladık. Buradan Central'a yürürken bir tane büyük club var, kapısında uzunca kuyruk vardı (burayı önceki gelişimde de kesmiştim) ama saat 01, girsek üstümüz başımız yeterince müsait değil (dağdan gelmişiz nihayetinde), üstüne şimdi girip iki saat kalsak sabah nasıl kalkıp St.Gallen'e gideriz diye küçük hesaplar yapıp vazgeçtik. Daha önce Hiltl'daki Internations partisinde müzikler tam radio songs idi ve eğlenceli gelmişti, şimdi nasıldır diye merak etip Hiltl'a baktık, orası da giriş için 30CHF isteyince yine az kalacağımızı hesap ederek oraya da girmedik - sonuç olarak bizi ev ve uyku pakladı :)

Ertesi günün planı Zürih'e trenle 1 saat mesafedeki St.Gallen'e (Almanca Zankt Gallen okunuyor evet) gitmekti. Pazar günü zaten her yer kapalı olacağı için çok erken kalkmadık, yine bir supersaver bilet bulup kahvaltıdan sonra trene atladık. Hava oldukça soğuktu, St.Gallen sokaklarında da yüksek seviyede pazar rehaveti vardı doğrusu. Şehri keşfetmeye çalışırken önce şehir salonu Red Square'e (Der Rote Platz) denk geldik. Burası 2005 yılında iki sanatçı tarafından halka rahat ve farklı bir ortam yaratmak için tasarlanmış. Hem zemin kırmızı lastik granül malzemeyle kaplı, hem de aynı malzemeden yapılmış bir Porsche, koltuklar ve masalar var :)

   

Eski şehrin sokakları burada da Zürih'ten daha renkli geldi bana. Lozan'dakine benzer güzel bir meydan var, meydana bakan binalar oldukça güzel.

   
Pazar günü, hava da buz olunca, etraf oldukça boş


Meydanın az ilerisinde St. Gallen'in UNESCO korumasında olan eski belediye binaları, kente adını veren İrlandalı keşiş Gallus'un adına yapılmış küçük manastır, Tekstil Müzesi ve 170K tarihi kitap barındıran Abbey Kütüphanesi bulunuyor. Kütüphaneyi bulmak bizim için biraz güç oldu, bir de günün sonuna bırakınca biraz limitli zamanda gezebildik - ona ayrıca değineceğim. Büyük katedrali çift kulesiyle bu tarihi binaların bulunduğu meydanda yükseliyor. Burası bir Katolik katedrali olduğu için içerisi oldukça süslü.

                     

Meydana yakın ikinci kilise St. Lauranzen Kilisesi. Kilisenin kulesine çıkılabiliyor ancak kışın kapalı. İçi yine süslü, çünkü yine katolik (Zürih'in reformu buraya pek uğramamış gibi). Noel arefesi olunca İsa'nın doğumuna ilişkin bir tasvir de burada vardı.

           

Kilisenin içinde çocuklar için özel düzenlenmiş bir alan vardı, hem oturakları sevimli hale getirmişler hem de çocuk kitapları koymuşlar. Özellikle kitapların "Menchen / İnsanlar" adlı olanı çok ilgimi çekti, açıp sayfalarını karıştırdım. Limitli Almancam neyse ki çocuk kitabını kabaca anlamama yetti :) Temel olarak insanların farklılıklarını anlatıyor, ve sonunda bu farkların kimseyi birbirinden üstün ya da aşağı kılmayacağına, "her birimizin diğerimizden farklı olmasının ne muhteşem olduğuna ve hepimiz aynı şekilde görünsek, düşünsek, yiyip içsek, davransak dünyanın ne kadar da sıkıcı bir yer olacağına bağlıyor.

                          
Çocuklara ayrılmış bölüm ve kitabın farklı kültürlerin elbiselerine (ve hatta elbise giymeyenler bile olabileceğine)ayrılmış sayfası. Türkiye'nin elbise gösterimine dikkat.

 
Farklı ev kültürlerini anlatırken Türkiye'den Kapadokya'yı vermiş. Genelleme olamaz elbette, ama farklılıklara iyi bir örnek.


Kiliseden çıkınca "madem kuleye çıkamadık, şehri tepeden görebileceğimiz bir yerlere tırmanalım" diyerek kendimizi yokuş yukarı olacak şekilde evlerin arasına vurduk. Öyle Luzern'deki gibi ferah feza etrafı görebileceğimiz bir yer bulamasak da yine de eski şehri üstten gören bir manzara yakalayabildik. 





St. Gallen'in Noel atmosferi için çok büyük övgüler yoktu, sadece çok büyük bir yılbaşı ağacından bahsediliyordu, bir de Noel pazarlarından tabii. Noel pazarının olağanın dışında bir cazibesi olduğunu söyleyemeyeceğim, ama yine de birer sıcak şarap içip standları gezmek güzeldi. Hem bir baharat standında yoğurda karıştırılmış baharat karışımlarından tadıp iki paket baharat bile aldık :) Yılbaşı ağacından kastın ise St. Gallen Katedrali'nin yanındaki büyük ağaç olduğunu düşünüyoruz, aşırı süslü değildi ama evet, büyük bir ağaçtı.

                                          
Kilisenin yanında biraz minyatür kalmış ama aslında oldukça büyük, vallahi!

Dönüş trenimizi Zürih'in akşamını da görebilmek ve oradaki Noel atmosferini yaşayabilmek için akşamüstü saatlerinde aldık, zaten St.Gallen o kadar sakindi ki, yapacak başka ne bulurduk bilmiyorum. Tabii bu kısa ziyaret sırasında Tekstil Müzesi'ni gezmeden döndük (çok bir şey kaçırmadığımızı sanıyorum). Ama şehrin alametifarikası Stiftsbibliothek'i (Abbey Library - Manastır Kütüphanesi) eksik bırakmak olmazdı. Trene son 30-40dk kala kapısından girdik (girişini zor bulabildiğimizi de söylemeliyim) ve çıkarken "iyi ki de gelmişiz!" dedik. Burası 1983 yılında UNESCO dünya mirasları arasına alınmış. Giriş kişi başı 12 CHF, kütüphaneye girerken ahşap yer döşemelerine zarar vermemek için ayakkabıların üstüne kocaman bir keçe terlik geçirmek gerekiyor. Binanın yapım tarihi 719 yılına dayanıyor. İçerisi yerden tavana kadar kitaplarla dolu, içeride 400'ü 1000 yılından önceden kalmış el yazmaları olmak üzere 170.000 civarında eser saklanıyor. Ayrıca Mısır'dan getirilmiş bir kadın mumyası da bu salonun içinde yer alıyor.

                              Image result for abbey library st gallen
Kütüphanenin olduğu odada fotoğraf çekmek yasak olduğu için internetten bulduğum bir görselini bırakıyorum. 

Zürih treninde ertesi günkü planımızı netleştirdik - maliyet açısından en avantajlı gördüğümüz şekilde sabah 7.30 treni ile Basel aktarmalı Colmar'a gitmek, oradan canımız ne zaman çekerse o saatte yarım saatlik bir tren yolculuğu ile Strasbourg'a geçmek ve Strasbourg'dan da 20.30 Flixbus'u ile Zürih'e dönmek. Zürih'e indiğimizde önce HB'den sabahki Colmar biletimizi aldık (kişi başı 50CHF ödedik), sonra da kendimizi dışarı attık. İnanılmaz ama, pazar akşamüstü olduğu halde Bahnhofstrasse o kadar kalabalıktı ki! Hatta bu da yetmezmiş gibi, dükkanların çoğunun da açık olduğunu gördük! Meğer Noel öncesi belli pazar günleri mağazaların çoğu 18.00'e kadar açık oluyormuş, sonradan kapılarına yapıştırdıkları etiketlerden anladık. Cadde boyunca yürürken dikkatimi daha önceden de çeken ama ne olduğunu anlayamadığım Singing Christmas Tree'ye bakalım dedik. Bu arada, Bahnhofstrasse boyunca sokak aralarında mini Noel pazarları var, bir tanesi de bu şarkı söyleyen ağacın yanındaydı mesela. Meğer bu ağaç, Zürihli müzik gruplarının (muhtemelen çoğu koro) çıkıp mini performanslar sergilediği bir konseptmiş ve belli saatlerde programlar varmış. Biz de 18:30'da çıkacak koroyu bekleyip izledik, çok da iyi ettik - geniş yaş aralıkları, güncel repertuarları, enerjik şefleriyle gayet eğlencelilerdi. Klasik korodan çok, hem enstrüman hem de solist kullandıkları için bana daha çok vokal topluluğu gibi geldiler, ve tabii ki Ychorus'u hatırlattılar - keşke biz de böyle değişik bir kurguda sahne alabilsek!


Tam grubu izlerken yağmur atıştırmaya başladı, biz Bellevue'deki ana Noel pazarına ulaşana kadar da şiddetlenerek devam etti. Akşam yemeğini ne yaparız diye düşünürken Noel pazarında bir Fondue Chalet (Fondü Dağ Evi) görüp içeri girdik. İçeride yine kesif bir peynir kokusu - eh normal, menüde fondü çeşitlerinden başka adam akıllı bir şey yok. Tüm yerler dolu olduğu için bize biraz beklememizi söylediler, biz de aynı alanın diğer tarafındaki bar kısmına geçtik. Burada canlı latin müzik yapan bir grup çalıyordu, orada bir süre ısınıp eğlendikten sonra sonunda bir masada yer açıldı ve fondü siparişimizi verdik. İki kişilik  fondü ve iki kadeh şarap için normal şehir tarifesini, 59+18=76CHF ödedik. Biz yemeği bitirdiğimizde saat 22 olmuştu ve tüm Weinachtsdorf karanlığa gömülmüştü bile.

   
Dağ evinin bar ve restoran kısımları

   
Bu alanı sadece Noel pazarı için kısa süreliğine kurmuşlar ama detaylar müthiş!


 
Zürih Noel köyü - yalnız karıştırmayın, Zürih usulü olduğu için her şey tertemiz, düzenli ve saati gelince kapanıp ciddiyetle karanlıklaşır :)

Ertesi gün sabahın kör karanlığında kalkıp kahvaltıya ilk inen insanlar olmanın haklı gururu ile çok hızlı bir şeyler atıştırıp tramvayla tren garına gittik ve 7.30 Basel trenine bindik. Trende yer bulmak neredeyse imkansızdı, birkaç vagon geçtikten sonra karşılıklı iki boş yer denk getirebildik. Basel - Zürih arası yaklaşık bir saat sürdü, yol boyunca uyuduk. Basel'de indikten sonra garın hemen yan tarafında başka bir perona geçtik. Ülke değiştirip Fransa'ya geçeceğimiz için bir noktada pasaport kontrolünden geçmeyi bekliyorduk ancak dar bir koridorda birkaç polis ya da güvenlik olduğu halde kimse bir şey sormadı, biz de gidip Colmar trenine yerleştik. Trende de pasaport kontrolü olmadı, hatta bilet kontrolü bile yapmadılar. Basel-Colmar arası 45 dakika sürüyor, sabahın 9.35'inde Colmar'ın mütevazı ve minicik tren garına inmiştik bile.


Colmar'a gelme fikrini bize İstanbul'daki dostlarımız aşılamıştı. "Fransa'nın İnstagram güzeli köyü, aslında bir şey yok" vs gibi bazı yorumlar da okumamıza karşın, Strasbourg'un Noel pazarları meşhur olduğu ve burayı görmek istediğimiz için günün bir kısmını da Strasbourg'a sadece yarım saat mesafedeki Colmar'a ayırmak mantıklı geldi.

   

Gardan sonra eski şehre ve turist ofisine doğru yolumuzu bulmaya çalışırken şehir yüzünü göstermeye başladı. Şehir haritasını aldıktan sonra yer-yön duygumuz biraz daha belirdi. Aslında Colmar daha çok bir açıkhava kenti, etraftaki her şey ecnebilerin eye-candy dediği cinsten göz okşuyor ve insanın baktıkça bakası geliyor. Elbette burada da sanıyorum en önemlisi, Hansi lakaplı sanatçı Jean-Jacques Waltz'ın eserlerini ve Alcase bölgesi yorumunun sergilendiği Hansi müzesi. Biz müzeyi gezmedik, sadece alt katındaki hediyelik dükkanına biraz göz gezdirdik. Colmar'daki tüm zamanımızı, bir iki kiliseye girmemizi saymazsak, dışarıda geçirdik. 

                               


   

Tam da Noel zamanı olunca etraf ekstra süslü, kalabalık ve ışıklıydı. Sabah erken saatlerden itibaren Noel pazarlarında bolca insan vardı. Alsace bölgesinin Noel'i meşhurmuş, buraya gelince anladık. Sıcak şarapları koydukları plastik bardakların üstünde de "Alsace'nin Sihirli Noel'i" baskıları vardı. 

Colmar deyince bir Küçük Venedik ve Özgürlük Heykeli lafı da mutlaka geçiyor. Küçük Venedik Colmar'daki kanalların birine verilen isim, burası evlerin arasında gidip gelen gondollar ve kanallar yüzünden o şekilde anılmış. Burada yığınla insan fotoğraf kuyruğunda bekliyor. Özgürlük Heykeli denen şeyin nerede olduğunu anlatmak içinse yollara altın rengi plakalar çakıp yol göstermişler. Biz 30-40dk boyunca bu okları takip ettik ancak heykel falan göremedik. Googlemaps'e sorunca da Strasbourg yolunda bir yeri gösterince pes edip vazgeçtik. Demem o ki, arabanız yoksa yürüyerek Özgürlük Heykeli aramaya kalkmayın.

                
Colmar'daki Özgürlük Heykeli okları ve Küçük Venedik


Colmar'da bir yerde oturup yemek yemedik, vitrinlerde görüp almayı düşündüğümüz halde tatlılara da ilişmedik. Sadece kapalı alandaki Noel pazarında gezerken kokusuna dayanamadığımız hindistan cevizli kurabiyelerden biraz aldık, o kadar. Alsace şarap bölgesi olduğu için buraların şarapları meşhur, ancak bütün gün gezmeye devam edeceğimiz için şarap da almadık. Şarap tadımı yapmak isteyenler Colmar'ın içindeki birkaç şarap mahzenine uğrayabilir.

Şarap demişken, İsviçre'nin Montrö bölgesinde de geniş ve güzel üzüm bağları bulunuyor. Zaten bu şarap işi biraz enteresan gelir bana; genel olarak şarabım meşhur demeyen ülke yok gibi sanki. 

Dışarıya kurulmuş bir İsa'nın doğum tasviri

Colmar'ın birkaç noktasında dışarıda küçük ahırlar ve keçiler vardı

1862 yılında yapılmış pazar yeri bugün hala aktif

   
Bu artizan çikolatacıda çok ilginç şekillerde çikolatalar vardı

Colmar'ın güzelliğini bırakıp Strasbourg'a gitme kararını almamız öğleden sonrayı buldu, şehrin akşam ışıklandırılmış halini göremedik yani. Öğle yemeği için yine Noel pazarında bir şeyler atıştırıp sıcak şarap içtik. Bu arada, İsviçre'nin pahalı ve maaşlarının da ona göre ayarlı olması durumu var ya, şöyle küçük bir örnekle izah edeyim: Noel pazarlarındaki sıcak şarapların bardağı İsviçre'de 5-6CHF iken Fransa'ya geçince 2-2,5EUR oldu yani neredeyse yarı fiyatına düştü. İsviçre'de kazanıp Avrupa'nın herhangi bir yerinde harcamayı becerebilenlere hayat oldukça güzel olmalı.

15.30 Strasbourg treni için kişi başı 13.2EUR ödedik. Trene bindiğimizde İsviçre'deki alışkanlıkla tuvalete girip öyle yerleşelim dedik ama bizim vagondaki tuvalet bozuktu, çalışan ve temiz bir tuvalet bulmak için üç vagon gezmek zorunda kaldık! Gerçekten, İsviçre'de o kadar tren yolculuğu yaptık, dağ trenleri dahil her seferinde tuvaletler temiz ve düzgün çalışır haldeydi - sadece sanırım Lugano'dan dönerken gecenin son trenlerinden birindeydik ve ortalık tuvalet kağıtlarıyla kirlenmişti, o kadar. Zürih tam Avrupa gibi de değil diyenler yine haklı çıktı :)

Strasbourg'un tren garı şaşılacak derecede "yeni ve modern"di. Garda turist ofis bulamayınca dışarı çıkıp internette Strasbourg'da görülmesi gereken yerlerde ilk sırada çıkan Petite France'ı gösteren okları takip etmeye başladık. Şehrin içinden kanallar geçiyor, tren garından merkeze gitmek için de bir köprüden geçiliyor. Merkeze, yani bütün görülecek yerlerin ve meşhur Noel pazarlarının da bulunduğu alana girerken polis aramasından geçirdiler - sonradan fark ettik ki sadece gar tarafından değil diğer yönlerden de bu alana girişlerde kontrol noktaları kurulmuş. Trafiğe kapalı yollarda yine şen şakrak Noel süslemeleri vardı, bu hal kentleri olduğundan daha da çekici ve güzel yapıyor. Turist ofisi burada da çarşının içinde çıktı, üstelik şehir haritası ücretli, bankodaki kuyruğa girip beklemenize gerek yok yani.

                          

Strasbourg'un simge yapısı Notre Dame Katedrali görünce insanın nefesini kesecek kadar güzel ve heybetli. Yapımına 1015 yılında başlanmış ve 1439'da tamamlanmış, 142m'lik kulesiyle 1874 yılında Hamburg katedrali yapılana kadar dünyanın en yüksek binası ünvanını taşımış. Victor Hugo'nın "dev ve narin katedral" olarak tarif ettiği yapı şu anda Fransa'nın en çok ziyaret edilen ikinci dini yapısıymış (ilki Paris'teki Notre Dame Katedrali imiş). Nisan - Eylül arasında 333 basamakla "platform" denen yere çıkıp şehre yukarıdan bakmak mümkün, hatta her ayın ilk pazarı girişi ücretsizmiş.

                           
Katedralin hem genel görünümü, hem detayları çok etkileyici

   
İsa'nın doğumunun geniş tasviri ve kilisenin vitrayları

                             
Kilisenin içindeki astronomik saat 1574'te yapılmış, 1800'lerde İsviçreli saatçiler tarafından elden geçirilip son halini almış

   
Katedralin uzaktan görünümü ve kanal boyunca Strasbourg

Katedralden çıkınca elimizde harita, şehri turladık. Hem Colmar hem Strasbourg Ren Nehri'nin kolları tarafından sarılmış kanallar şehirleri; su, geçtiği her yere olduğu gibi buraya da ayrı bir güzellik katıyor. Şehrin iki ana yakasının arasında üç dilimli enteresan bir yapı var; bu üç dilimi ana karaya bağlayan Ponts Couverts (örtülü/kaplı köprü) "duvarlı köprü" ve kuleleri 1200-1250 yılları arasında yapılmış. Ortaçağda bu köprüler ahşapmış ve üstü kiremitle kaplıymış, 18.yy'da çatılarını kaybetmiş olsalar da adları bu yüzden örtülü köprü olarak kullanılıyor. 19.yy'da köprüler taş yapılara çevrilmiş. Köprünün dört kulesi, zamanında Strasbourg Cumhuriyeti'ni koruyan surların kalıntılarıymış. 

                                 

Köprünün az ilerisinde Vauban barajı uzanıyor.1681'de Strasbourg Fransa'ya katıldıktan sonra kale kalıntılarını sağlamlaştırmak için askeri mühendis Vauban tarafından planlanıp yaptırılmış. Baraj kapakları kapatıldığında şehrin güneyini tamamen sel altında bırakılabildiği için "büyük kilit" adı ile de anılıyor. 

             
Vauban barajının üstünden karşıya geçilebiliyor, bu koridor şimdi sergi alanı olarak kullanılıyor

Strasbourg'u gündüz ve daha uzun zamanda gezebilmek isterdik, ancak bu seferki ziyaret hem biraz Noel odaklı oldu, hem de vakit dardı. Burası Brüksel'den sonra Avrupa Birliği'nin ikinci başkenti olarak kabul ediliyor ve Avrupa Parlemento binası burada bulunuyor. Brüksel'deki gibi buradakinin de içinde ziyaretçilerin gezebildiği bir alan varmış, ayrıca AB vatandaşlığı hakkında detaylı bilgileri içeren Lieu D'Europe da ücretsiz gezilebilir.

Alsace'nin, özellikle de Strazbourg'un Noel'i meşhur ya, katedral tarafından Noel pazarlarının olduğu yere girerken Noel'in başkenti olduğunu belgelemek istercesine güzel bir giriş yapmışlar. 

          


Colmar'da yemek yemedik ama, o günün akşamında Strasbourg'da bir şeyler yemeden otobüse binemezdik. Burada ne yenir diye bakınca ilk sırada Tarte Flambee (Flammekuche) çıkıyor, hem lokantaların menülerinde hem de Noel pazarındaki standlarda adına bolca rastlanıyor. Bu arada, Alsace bölgesi İsviçre ve Almanya'nın komşusu olunca Fransızca yoğunluklu olmak üzere Almanca da kendini hissettiriyor, çoğu tabelada Almanca da yazıyor, etrafta Almanca konuşulduğunu duymak mümkün. Tarte Flambee'nin bir de Almanca adının olması da tam bu yüzden. Bu aslında bizim gözlemeye benzer bir yemek, içinde peynir, soğan ve salam var, çeşidine göre 3 ya da 4EUR. Yanında da tabii ki sıcak şarap!       
                                                                                                                                                                                                                 

Otobüs saati yaklaşmakta olduğu için akşam yemeğini olabildiğince hızlı çözmeye çalıştık ve çok da araştırmadan katedrale yakın Au Gutenberg adlı bir restorana oturduk. Belki çok aç olmadığımızdan, belki (biraz da Fransızca bariyerinden) tam iyisini denk getiremediğimizden; çok büyük bir memnuniyetle bahsedemeyeceğim bir yemek yedik (porsiyonlar oldukça büyüktü gerçi). İki yemek, bir bira ve bir büyük su için 36EUR ödedik - İsviçre'deki fiyatlara göre makul sayılır. 

                             

Otobüse binerken yine herhangi bir resmi pasaport kontrolü yapılmadı, sadece firma yetkilileri (otobüsün başında dikilen İtalyan muavin ve şoför) bilet ve kimlik sordular. Bileti alırken koltuk da seçip aldığımız için 3-4 numaraya oturduk. Otobüs Strasbourg'dan kalkıp (aslında biraz alakasız bir yay çizerek) Freiburg (Almanya) - Zurich (İsviçre) - Lugano (İsviçre) - Milano (İtalya)'ya gidiyormuş meğer. Bir süre gürültülü İtalyanca dinleyerek yolu izledik, Fransa-Almanya arasında ne bir sınır, ne de kontrol vardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde İsviçre sınırından geçerken bir görevli otobüse bindi ve şoföre otobüste kaç kişi olduğunu sordu, sonra gözüyle kabaca bir sayı aldı ve yine herhangi bir kontrol yapmadan geçişe izin verdi. Araları ve sonrasını çok hatırlamıyorum doğrusu, o yorgunlukla gözümü Zürih'te Sihlquai'de zor açtım. Otobüste Türkiye'de alışık olduğumuz gibi ikram vs yok, ama fiyat performans açısından gayet uygun, yaklaşık 3,5 saatte (Strasbourg-Zürih direkt treninden ~1 saat daha uzun sürdüğünü tahmin ediyorum) Zürih'e ulaştık. Kaldığımız yere dönmek için durağa yürürken "Alsace'deki de Noel, İsviçre'deki de - nasıl olabilir?" diye düşünüyorduk. Özellikle Zürih'te şehirde Noel'e dair süsleme ve ışıklamalar Alsace'de gördüklerimizin yanında o kadar limitli ve sönük ki! Özellikle gece, olan tek tük süsleri de söndürdükleri zaman "hadi yatın, sabah iş var" der gibiydi şehir :)

Son günümüzde Zürih bize güzel güneşinden bahşetti! Canımın bir görüşme için ofise gitmesi gerekiyordu, ben de o arada odayı toparladım, o gelince de görüşmenin kritiğini yapmak ve ZDC'nin tadını çıkarmak için lounge'da ve bahçede biraz zaman geçirdik; sonra valizleri resepsiyona teslim edip şehre indik.

   
Kaldığımız yerden güneşli manzaralar

İki akşam önce Zürih'in Noel pazarını gezme planımız hem yağmura tutulduğumuz hem de fondücüde uzun kaldığımız için suya düşmüş, pazarın ancak kapalı halini görebilmiştik. Bu sefer güneş altında dolaşma şansımız oldu. Benim en sevdiğim Fındıkkıran askerlerinden kocaman birini kapısına dikmiş, içeride genelde Almanya'dan gelen (ve bir markası da olan) Noel süsleri satan mağazaya bayıldım mesela, ama buradaki Fındıkkıran'lar (belki daha kalitelidir, hatta muhtemelen öyledir) Alsace'deki Noel pazarlarındakine kıyasla oldukça pahalıydı. Ben ağaca asılan boylarından bir tane aldım Colmar'dan, ama ana hedefim planlar belli olunca bir tane büyük boy alıp evin baş köşesine dikmek :) 

Zürih Noel pazarındaki yeme-içme yerleri oldukça uluslararasıydı, hatta çiğbörek, lokma falan yapan bir Türk standı bile vardı.

   
Zürih Noel pazarı - sağda entersan bir balık pişirme tekniği var


THY'nin dönüş uçağı, Türkiye kış saatine geçmediğinden olsa gerek, biraz erkene çekilmişti; dolayısıyla son günümüz biraz kısaldı. Noel pazarından sonra Grossmünster'e uğrayıp (Noel'in reformist kiliselere nasıl yansıdığını çok merak ediyordum) Bahnhofstrasse boyunca yürüdük. Grossmünster'in içi hafif süslenmişti, ancak daha enteresan olan, buradaki İsa'nın doğum tasvirindeki figürlerin yüzsüz olmasıydı. Sanıyorum bu da fresco'ların sökülmesiyle, resimlerin duvarlardan indirilmesiyle aynı mantık - putlaştırma karşıtlığının bir tezahürü.

Grossmünster'deki İsa'nın doğumu anlatımı

Bahnhofstrasse'de yürürken tuvalet ihtiyacımız doğdu. HB'ye yakın olsak oradaki ücretli tuvaletler ya da güç kuvvet içinde olsak ETH'taki tuvaletleri kullanmak mümkün, bu cadde üstünde de CoopCity'nin en üst katında tuvalet bulunuyor. Küçük bir ipucu olarak burada bulunsun :) Zürih'te "ünlü" olup da denemediğimiz Sprüngli'nin Luxemburger denilen küçük makaronlarından 4 tane tadımlık aldık (çünkü yine çok pahalıydı - kilosu 130CHF, 4 adedine 4,7CHF ödedik). Sonra HB'ye yakın Coop'a uğrayıp Türkiye'ye getirmek üzere Noel'e özgü birkaç çikolata, kurabiye vs alıp otele döndük.k

Canım daha önce Zürih'te bindiği taksilerde iki kere Türk'e denk geldiğini anlatmıştı. Havaalananına giderken bizi almaya gelen taksicinin Türk çıkmasını buraya ait yorumlarını alabilmek için baya istiyordum, ama şoför gelince Hintli ya da Paki olduğunu düşündüm. Sonra, yolda giderken aramızdaki Türkçe sohbet üstüne "Türk müsünüz?" diye sorunca anladım ki adam Türkmüş. Konya'dan İsviçre'ye (nasıl olduysa) gelmiş, on yıldır buradaymış. Açıkçası çok hoşsohbet biri değildi, kendiliğinden bir şeyler anlatma motivasyonu da yok gibiydi. Ağzından kerpetenle aldığımız lafların en ilginci "buranın nesini seviyorsunuz, nasıl buralar?" deyince "demokrasisini" demesiydi.

Şimdi, dönüşümün üstünden 40 gün geçtikten sonra bu yazıyı bitirirken bana sorsanız "oranın nesini seviyorsun, nasıl oralar?" diye, tek kelimeyle ne derim bilmiyorum. Birkaç kelime hakkım olsa, mesela Napoleon gibi üç kelime, "huzur, gelişmişlik, güvenlik" diyebilirim herhalde. Avrupa'nın içinde ama asla Avrupalı olmayan, dünyanın genel derdinden tasasından bir şekilde insanını ve doğasını koruyabilmiş, enteresan ve nadir bir ülke İsviçre. Yazının akışını ve keyfini bozmasın diye yerine monte etmekten son anda vazgeçtiğim bir konu var mesela: Noel'in başkenti Strasbourg'da bu Noel pazarlarında gezip dolaştık, yiyip içtik ya; neredeyse tam 24 saat sonra Strasbourg'un Noel pazarlarına bir saldırı teşebbüsü yaşandı. Teşebbüs diyorum, çünkü saldırgan tam pazarlara girilen noktaların birinde sıkmış silahını, 3 kişiyi öldürüp 13 kişiyi yaraladıktan sonra (eylemi pazarın olduğu bölgede gerçekleştirse fatura çok daha ağır olurdu) kaçmış ve iki gün sonra yakalanmış. Tabii saldırının hemen ardından şehrin en civcivli yerindeki kalabalığı korumak için tüm kafe ve restoranların kapıları kapanmış, insanlar dışarı salınmamış; kentte birkaç günlük bir teyakkuz hali yaşanmış. Mesela, o kadar kontrolsüz sınırlar içinde, ve Strasbourg ve Colmar'da denk geldiğimiz polis ve askerlerin tek bir tanesinin bile ortalıkta görünmediği bir ülke düzeninde İsviçre bu düzeni, sükuneti ve güveni nasıl sağlıyor? Bunu tartışınca en büyük gücün yine ekonomik olabileceği kanısına varıyoruz, dünyanın kasası olan bu ülkenin stabilitesini ciddi anlamda sarsacak bir olay pek çok partinin işine gelmez diye düşünüyoruz. Son dönemde İsviçre'deki toplu aktivitelerde, festivallerde vs de güvenlik önlemleri artırılmış, ama yine de Belçika, Fransa gibi ülkelerdeki askeri gövde gösterileri ya da saldırı olayları neyse ki burada mevcut değil. Konuyu araştırırken 2017 yılı Global Terörizm Endeksi'ne denk geldim, ülkeler 0-10 arasında derecelendirilmiş. Irak, mesela 10 puanla teröre en fazla maruz kalan ülke, ardından Afganistan, Nijerya ve 8,6 puanla Suriye geliyor. Türkiye'nin puanı maaselef 7,5 ve listenin 9. sırasında - ve Avrupa'nın en yüksek skorlu ülkesi. 2018 raporunda Türkiye'nin puanı biraz düşerek 7'ye, sıralamadaki yeri de 12'ye gerilemiş. 2017 yılının Türkiye'de terör olayları açısından 2016'ya göre çok daha sakin geçtiğini göz önünde bulundurursak gerçekçi bir puanlama sistemi. İsviçre'nin 2018 raporundaki puanı 0,13; Norveç'ten bir alt sırada. Elbette İzlanda ve Singapur çok daha düşük puan almışlar, Yeni Zelanda da İsviçre'den biraz daha yüksek de olsa yine 1'in altında bir puanla en alt sıralarda.

Geçenlerde bir yerde "tüm dünyayı gez, sonra İsviçre'ye gel" diye bir cümle okudum. Haklı olabilir. Burası dünyadaki birkaç ülkeyle birlikte "eğlenilecek değil, evlenilecek" kategorisinde olabilir.

Herkesin gönlündeki aşkı bulması dileğimle.

19.01.2019 Cumartesi, İstanbul

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan