It's Cuba baby!

Küba'yı görme fikri aklıma tam olarak ne zaman düştü hatırlamıyorum. Küba'yla ilgili ilk anım,  2008'in baharında,  spring break zamanı arkadaşlarımla çıktığımız roadtripte Miami'de gittiğimiz Küba mahallesi Calle Ocho,  orada gezdiğimiz mini puro üretimhanesi, yediğimiz yemek ve tadını ve sunumunu Türk kahvesine benzettiğim Küba kahvesi. Bir de bu günün hemen ardından Key West'te, Amerika'nın en güney noktasında gördüğümüz koca dubanın üstündeki "90 miles to Cuba" yazısı... (Bu yazının olduğu dubayı da 1983'te yenilemişler, ambargo altında, devrimden beri kavgalı olduğun ülkeye kaç mil uzakta olduğunu neden koca koca yazarsın, bu da ayrı hikaye. Bir kinaye, bir göz korkutma da sezmiyor değilim bugünkü aklımla)

O zamanlar ambargo katıydı. Obama henüz başkan değildi. Amerika'dan Küba'ya geçiş yasaktı,  Küba'dan da elbette Amerika'ya direkt olarak gelinemezdi,  dolaylı yoldan aktarmayla gelenlerin de tüm eşyalarını,  fotoğraf makinelerinin içindeki resimler dahil didik didik arandığını, "sakıncalı" görülen fotoğrafların silindiği menkıbeleri dolaşırdı. Özgürlükler ülkesinde üstünde Che resmi basılı bir tshirtle gezmede ya da Miami'nin göbeğinde ayan beyan bir Küba mahallesi kurup burada bir ekonomi yaratmakta sorun yokken neden Küba'ya gitmiş insanlara bu kadar zorluk çıkarırlar anlamazdım. Şimdi,  üstünden sekiz sene geçmiş,  Obama ikinci dönem başkanlığını tamamlamak üzereyken işler değişti elbet. İyi mi oldu kötü mü,  bunu zaman gösterecek.

Küba'ya gitmeyi bir hayal,  bir tutku haline getirmem sanırım 6 yıllık bir mesele. "Önce gideceksem tekrar Amerika'ya gideyim, Küba'dan  sonra tekrar Amerika'ya gidecek olursam da gerekirse pasaportumu değiştirir öyle giderim"  hesabı yaptım uzun süre, bu hayali ne zaman gerçekleştirebileceğimi bilmeden.

Hayatımda Ferhan Şensoy'u canlı izlememişken, bu eksiği kapatmak için 4/12/2014'te Ferhangi Şeyler'e gittiğimizde, ustanın kitaplarından bir tane alıp imzalatabilme şansımız da oldu. Tam bir Ferhansever olan kardeşimi kitap önerisi için aradığımızda, saydığım onca kitaptan "Hacı Komünist'i alın, onu ben de okumadım" demesi, kitabın konusunu bilmeden alıp, kardeşim yanımızda olmamasına rağmen kitabı üçümüz adına imzalatmamız, kitabı bizden önce annemin okuması ve "Kitap Küba'yı anlatıyor, ben de merak ettim okuyunca" diye düşünmesi... Sonra bir anda bu yılın baharında ilk aile boyu tatilimizi planlarken,  tesadüfe bak ki yine Amerika'nın Küba ile "normalleşme" sinyalleri verdiği dönemde babamın önerisiyle "Fidel ölmeden,  Küba bozulmadan gidip görelim" dememiz...  O büyük hayal böyle böyle, ilginç tesadüflerle (kitabın üstünde yazan üç ismin de böylece bir araya gelmesiyle) bir anda gerçeğe dönüverdi.  Yine işten güçten,  gitmemize ramak kala canımın anneannesinin rahatsızlığından ön heyecanı pek duyamadım ama,  gitmeden kabaca da olsa anlayabilmek için Soy Cuba'yı izleyip uçakta okumak üzere bir tomar döküman bastım. İşin heyecanını kaçırmamak için internetten tek bir görsel bile aramadım,  gerçekten şu klasik "eski Amerikan arabaları" muhabbetinden başka Küba,  Havana ya da oralı insanlar hakkında tek fikrim yoktu.

3 Temmuz pazar sabahı Paris aktarmalı olarak Havana'ya yola çıktık. AirFrance'in İstanbul-Paris uçağındaki bol hamurlu (kruvasan üstü tost yanında ekmek ve yağ?!) kahvaltısı, Paris'te (neyse ki ücretsiz wi-fi, yatak şeklinde koltuklar vb ile çok konforlu geçen) 7 saat bekleme ve sonunda hınca hınç dolu 550 kişilik Havana uçağı. Geceyarısı Jose Marti havaalanına indiğimizde bizi karşılayan hafif eski görünümlü mobilyaları olan ve çok modern insanlar oldu (çok sayıda bakımlı, mini etekli kadın çalışan var). Pasaportlara ülkeye giriş damgası bastıralım mı, bastırmayalım mı handikapından sonra bunun kararını kadere (pasaport memuresine) bırakıp, bu seyahatin en resmi belgesi olarak Küba giriş damgasıyla bankodan ayrıldık. "Trump gelirse, n'apalım, Amerika'ya gidecek olursak pasaport defterini değiştiririz artık!"

Havaalanı girişinde obsesif bir ortam, arama köpekleri, herkesi korkutucu gözlerle süzen polisler yok. Bagaj işlemleri oldukça geç tamamlansa ve havaalanının içi pek sıcak olsa da sorun değil, atmosfer oldukça olumlu, hiç gerginlik yok. Duvarlarda Küba'nın beyaz kumsallarından fotoğraflar var. Geç de olsa bagajları alıp bizim turun otobüsüne geçiyoruz. Otele (Nacional de Cuba) ulaşırken geçtiğimiz yollar yeterince aydınlık, gecenin yarısı yolda yürüyen insanlar, grup halinde ya da yalnız kadınlar... Rehber kısa bilgiler verirken en önce şu kritik cümleyi söylüyor: "Burada günün her saati, her yerde, tek başınıza olsanız bile güvenle yürüyebilirsiniz; suç oranı oldukça düşüktür, başınıza hiçbir şey gelmez!"

Nacional de Cuba, Havana'nın Vedado bölgesinde bulunuyor. Burada çoğu devrim öncesinden kalma birçok büyük otel var, çoğu tamamen devlet işletmesi, birkaçı özel şirketlerle ortak işletme. Otel 1930 yapımı, açıldığı günden beri aralarında Nat King Cole, Winston Churchill, Al Capone, Naomi Campbell, Kate Moss, 2016 yılında 90 yıl sonra Küba'yı ziyaret eden ilk ABD başkanı olan Obama ve bizim Tayyip Erdoğan'ın da bulunduğu pek çok ünlü misafiri ağırlamış, okyanusa nazır, ikonik bir yapı. Önemli kişilerin kaldığı odaları onların fotoğrafları/anılarıyla süsleyip "historic room" demişler, biz de böyle bir odaya denk geldik. Bina eski ve devlet işletmesi olduğu için biraz bakımsız, zaten Küba'ya gelirken en çok duyup okuduğum "konfor beklentinizi düşürün" olduğu için buna hazırlıklıydık zaten. Nacional de devlet işletmesi ve eski bir bina, iç dekorasyon modern değil ancak temizlikle, kahvaltıyla ilgili hiçbir sorun yok.

Otelin yukarıdan görünümü

Bizim kaldığımız 416 no'lu oda da bir "historic room" - Jorje Negrette

 
Otelde kalmış diğer ünlü insanlardan örnekler, bar duvarında sergileniyor


Otelin hemen yakınınında Soy Cuba filminin açılışındaki havuz sahnesinin çekildiği Capri Hotel, hemen arkasında (filmde havuz o binanın sandığım) Rus yapımı, açılmış bir kitap izlenimi veren konut binası, Nazım'ın 1961'deki Havana ziyaretinde ("elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ'dan Havana'ya" demiş şiirinde, şimdi Paris-Havana arası on saatte alınabiliyor, ne gam!) kaldığı eski Hilton, şimdiki adıyla Hotel Tryp Havana Libre bulunuyor. Havana Libre'nin asma katında otelle ilgili görsellerin arasında Nazım'ın da fotoğrafı var.

"Dolaşıyorum Havana sokaklarını / asfaltla ağaçları birbirine karıştırıyorum
çocuk bahçeleriyle hürriyeti, hürriyetle bu şehrin insanlarını birbirinden ayırt etmek olmuyor
Fidel'le Havana'yı birbirinden ayırt etmek olmuyor"


Havana Libre oteli - eski Hilton

Bizim programda 4 gece Havana konaklaması vardı, ilk günü Havana'nın merkezini gezerek geçirdik. Tabii turla gezince otobüse doluşup, gidilecek yerde inip, biraz dolanıp tekrar otobüsle ikinci noktaya geçiliyor, bu şekilde gezince (en azından ben) o şehirden pek bir şey anlayamıyorum. İlk günün programı da tam olarak böyleydi, Havana'nın belli başlı önemli yerlerini gezip gördük ama ne nerededir, hangisi nereye düşer bende hiç oturmadı. Ancak üçüncü gün şehri kendimiz gezince şehrin yapısını daha net anlayabildim.

İlk durağımız Ron Müzesi'ydi. Küba'nın en temel ekonomi kolu tarım, tarımın da bel kemiği şeker kamışı. Şeker kamışı, dünya şeker üretiminin 70%'ini sağlıyor. Kalan 25%'in üretildiği şeker pancarına göre verimliliği daha yüksek ve işlenme maliyetleri daha düşük ancak sıcak iklim istiyor. Durum böyle olunca, en büyük üreticileri Küba, Brezilya ve Hindistan; Küba'ya şeker kamışını bitkiyi Hindistan'dan tanıyan İspanyollar getirmiş. Ekonominin belkemiği şeker kamışının her zerresinden yararlanıyorlar. Bitkinin 12%'si şeker, 28%'i bagasse denilen lifli kısmı yakılarak biyoenerji elde ediliyor ve bu enerji şeker fabrikalarında kullanılıyor. 13%'ü melasse'den alkol ve ron yapılıyor. Su, bitkinin 44%'ü ve üretim sürecinde emdirilip tekrar kullanılıyor. Neredeyse hiç artık yok yani! Ronun ana markası da Havana Club, 1934'te bir aile işletmesi olarak kurulmuş, devrimden sonra millileştirilmiş, şimdi de 50%-50% devlet ve Fransız şirketi Pernod Richard ortaklığıyla 120 ülkede (tabii Amerika hariç) satılıyor.

Türkiye'de ısrarla "rom" dense de içkinin adı "ron" - "El Ron de Cuba"


Müzede Havana Club'ın çeşitlerinin yanısıra ron üretim süreci de sergileniyor. Markanın ambleminde kullanılan kadın figürü, kocası sefere gidip dönmeyen ve halk tarafından sahiplenilen biri ve şehrin koruyucusu olduğuna inanılıyor.



           

Havana Club çeşitleri - kokteyllerde kullanılan 3 yıllık olanı 6CUC'tan başlıyor, Especial, Reserva, 7 Anos (19CUC), 15 Anos diye gidiyor. Sağdaki Maximo ise el yapımı şişede ve sınırlı sayıda üretiliyor ve fiyatı 1000CUC civarında.

Müzenin çıkışında ron tadımı yapılabilecek bir bar ve meşhur Küba kokteyllerinin tariflerinin bulunduğu bir alan var. Müzeden içki satın almak da mümkün, ancak burası Küba, her yer devlete ait ve fiyatlar çok fazla oynamıyor. Havaalanında da, markette de, müzede de fiyatlar 1-2 CUC'tan fazla fark etmiyor.
   

Günün ikinci durağı, belki de tüm Küba seyahatinin en etkileyici, en önemli anlarından biri, Devrim Meydanı. Burayı ilk gördüğüm an tüylerim diken diken oldu, sonra da önünden ne zaman geçsem gözlerim doldu... Meydan, 72.000m2 genişliğinde ve dünyanın en büyük 31. meydanıymış. Ortada 109m yüksekliğindeki Jose Marti anıtı var - Havana'nın en yüksek noktası. Anıt yıldız şeklinde inşa edilmiş, önünde Jose Marti'nin bir heykeli var. Yapımına Jose Marti'nin 100. doğum yılında, 1953'te başlanmış ve 1958'de, Batista rejiminin son zamanlarında tamamlanmış. Anıtın altında Jose Marti'nin hayatını, eserlerini, Devrim Meydanı'nın tarihçesini anlatan üç odacık ve bir de küçük modern sanat müzesi var - bunları görme imkanımız olmadı. Jose Marti, Kübalıların İspanyollardan bağımsızlıklarını aldıkları kurtuluş savaşının önderlerinden biri, aynı zamanda bir edebiyatçı, bir şair. Küba'nın ulusal kahramanı sayılıyor, paraların ön yüzünde portresi var, bizim Atatürk'ümüz gibi - ülkenin her yerinde heykelleri bulunuyor. Örneğin, yolda giderken önünde Jose Marti heykeli olan bir bina varsa orasının bir okul olduğu anlamına geliyor.  Devrim Meydanı'nda en ortada onun heykelinin bulunması da tam bu yüzden, aslında Küba'nın varoluş mücadelesi asıl Jose Marti ve Maximo Gomez'in başı çektiği 1800'lü yılların sonuna tarihlenen kurtuluş savaşıyla başlıyor.

Jose Marti anıtı

Devrim Meydanı, her sene 1 Mayıs'larda Fidel'in, dünyada adıyla hitap edilen tek liderin, halkıyla buluştuğu, ünlü konuşmalarını yaptığı yer. Konuşma kürsüsü tam Jose Marti heykelinin önündeki platformlara kuruluyor, halk da öndeki geniş meydanda toplanıyor. Bir örneği şu videoda görülebilir. Konuşmayı yapan kişi nasıl bir alana sesleniyor derseniz de, anıtın üstünden meydan şöyle görünüyor:

Jose Marti anıtının arkasında Devrim Sarayı (bakanlar kurulu ve Komünist Parti binası); tam karşısında ise İçişleri Bakanlığı ve İletişim Bakanlığı binaları var. İçişleri Bakanlığı'nın duvarında dev bir Che Guevera portresi, altında "Hasta la victoria siempre" (zafere kadar, daima) yazısı; Haberleşme Bakanlığı'nın duvarında ise Camillo Cienfuegos'un portesi ve "Vas bien, Fidel" (iyi gidiyor/bravo Fidel) yazısı var. Camillo, Granma yatıyla Aralık 1958'de Meksika'dan Küba'ya geçen ekipten sağ kalan 12 kişiden biri. 3 Aralık 1959'da devrimin gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra, 28 Ekim 1959'da şaibeli bir uçak kazası sonucunda 27 yaşındayken hayatını kaybediyor. "Vas bien, Fidel!" sözü, devrimden hemen sonra, 8 Ocak 1959'daki bir miting sırasında Fidel'in Camillo'ya "Voy bien, Camillo?" (iyi gidiyor muyum, Camillo?) sorusuna verdiği cevap. Ölümünün 50. yılında, 2009'da 100 ton çelik kullanılarak Enformatik ve Haberleşme Bakanlığı'nın duvarına portesiyle beraber devrimin bir sloganı olmuş bu sözü de işlenmiş.

Camillo Cienfuegos
Ernesto Che Guevera

Havana özellikle 17.yy'da çok gelişmiş. Havana körfezini korumak için üç tane kale (Morro, San Salvador de La Punta, Havana kaleleri) inşa edilmiş. Morro Kalesi, sahil hattı (Malecon caddesi) boyunca çok net görülebiliyor ve kaleye çıkılınca Havana'nın muhtemelen en ünlü şehir fotoğraflarının çekildiği manzarayı ziyaretçilerine sunuyor. Eskiden buradan şehrin giriş çıkışlarının kontrol edilirmiş, akşam 21:00'de şehir kapıları kapanırmış. Bugün hala akşam 21:00'de sembolik olarak top atışları yapılıyormuş. Şehrin deniz boyunca uzandığı düşünülürse, bir uçta Morro Kalesi, diğer uçta şehrin daha çok villaların, elçiliklerin bulunduğu Miramar bölgesi kalıyor. Havana şehir merkezinde Atlantik boyunca uzanan 14km'lik kayalık sahil şeridi olmasına rağmen merkezden denize girilemiyor, en yakın plaj ~20dk doğuda kalan Playa del Este.

Kaleye gelince (henüz kent merkezinde, hayata karışmadığımız düşünülünce) Küba'ya geldiğimizi anlatan tropik meyve suları / kokteylleri satan büfeler, rengarenk tablo ve hediyelik eşyacılar karşıladı bizi. Şimdi Küba'ya hoş bulduk öyleyse!
   
                          Morro Kalesi                                         Morro Kalesi'nden Havana manzarası

Havana'da dışarıdan Amerikan Meclis binasına (Capitol'e) benzeyen kubbeli yapı, El Capitolio, devrim öncesinde meclis binası olarak kullanılıyormuş. Devrimden sonra Bilim, Teknoloji ve Çevre Bakanlığı olarak kullanılmış, 2013 yılında da tadilata alınmış. Küba'da bütçenin büyük kısmı sağlık, eğitim, bilim ve halka sağlanan besin, giyim vb desteklerine ayrıldığı için inşaat işleri oldukça yavaş ilerliyor, ziyaretimiz sırasında bina halen tadilatta olduğu için sadece dışarıdan görebildik. Capitolio'nun hemen karşısında da adında ünlü Kübalı balerin Alicia Alonso'nun ismini de taşıyan Havana'nın büyük tiyatro-bale binası Gran Teatro de La Habana Alicia Alonso var.
   
                            El Capitolio                                                    Gran Teatro de La Habana

Morro Kalesi'nin konumu Haliç'in ağzı gibi, Entrada kanalının Atlantik'e açıldığı noktada. Kalenin karşısındaki kanal kıyısı parklar ve geniş bir caddeyle devam ediyor, Atlantik kıyısında 1930'larda Fransızların yaptığı denizaltı tünelinden sonra Malecon'a devam ediyor. Fransızlar İşte tam tünele, Atlantik kıyısına dönmeden,  Del Puerto caddesinin üstünde ünlü hümanist Hintli şair Tagore'nin yanında Atatürk büstü var. Kübalılar Atatürk'ü tanıyor, biliyor. Bir yerlerde sokakta yürürken bir Kübalının kendisiyle konuşan Türk'e çantasından Nutuk'un çevirisini çıkarıp gösterdiğini okumuştum. Büstün bulunduğu parkı süpüren temizlik görevlisinin üstünde de Atatürk ve Türk bayrağı resmi bulunan bir tişört vardı. Elbette bu yaygın sevgide Atatürk'ün Küba'nın kaderiyle benzer bir anti emperyalist mücadele vermiş olması ve Che ve Fidel'e bu anlamda bir "yol gösterici, ilham kaynağı" olması ihtimali de kuvvetli.

Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu
"Yurtta sulh, cihanda sulh"


Eski Havana (Havana Vieja), şehrin kalbinin attığı, en turistik, en canlı yeri. Morro Kalesi'nin kanalın ağzı olarak düşünürsek, şehir kanala doğru uzanan yarımadada kurulmuş. 1590'da inşa edilmiş bazilika (Basilica Menor de San Francisco de Asis) ve aynı adlı  meydana, Atatürk büstünün bulunduğu sahil şeridinden kanalın devamına doğru ilerlenerek ulaşılabiliyor. Burası eski şehrin bir girişi gibi düşünülebilir. Bazilikanın yanında "Havana'nın tek evsizi"  olarak anılan, devrimden sonra devlet herkese ev verirken ev sahibi olmayı reddetmiş ve yakın zamanda ölmüş bir Fransızın heykeli var. Rehberimiz bu meydanda bulunan Cafe Del Oriente'nin yemeklerinin ve servisinin güzel olduğunu söyledi ancak deneme imkanımız olmadı ne yazık ki.

   
San Francisco Bazilikası

  
San Francisco meydanında Sierra Maestra terminali              Lonja Del Comercio - ticaret birliği

Meydana 2012 yılında yerleştirilmiş La Conversation heykeli

San Francisco meydanından deniz boyunca ilerleyince Havana'nın şehrin kuruluşundan hemen sonra, 1520'lerde kurulan en eski meydanı Armas Meydanı'na ulaşılıyor. Buradaki ana yapı, Palacio des los Capitanes Generales. Bina eskiden şehrin genel kaptanlarına ev sahipliği yaparken şimdilerde şehir müzesi olarak kullanılıyor. Binanın önünden bölgenin en hareketli sokaklarından O'Reilly uzanıyor, sokağın daha genişçe bir caddeye bağlandığı köşede ise Ernest Hemingway'in Daiquiri kokteylini icat ettiği Floridata barı var. Peki Mojito (kelime anlamı nemli, bir rivayete göre ilk bulunduğunda korsanların yaralarını temizlemek için dezenfektan niyetine kullanılmış) nerede doğmuş derseniz, Armas meydanına (ve Plaza de la Catedral'e) yakın La Bodeguita del Medio'da diyorlar...  Hatta Ernest Hemingway'in el yazısı olduğu iddia edilen şöyle bir notu varmış:

Havana'nın her sokağı, her dükkanı ayrı bir dünya. Vitrin kültürü yok, öyle tüketimi özendirmek de neymiş! Yollarda billboard'lar, reklam panoları yok; her yerde devrimle/devletle ilgili ya da ambargoya karşı çıkan afişler asılı - tabii bolca da Che resmi. Dükkanların önemli bir kısmı sanat galerisi, resim sergisi/atölyesi olarak kullanılıyor. Müzik derseniz, sokakta, restoranlarda, otellerde, her yerde kimi zaman 3-4 kişilik gruplar, kimi zaman boynunda gitarıyla tek kişilik dev kadrolar Küba şarkıları çalıp söylüyor. Sanki tüm Kübalılar doğuştan sanatçı, ya resim yapıyorlar, ya müzik ya da el sanatları. Sokakta iki saniyede küçük bir kağıda portrenizi çizip birkaç CUC'a size satmaya çalışıyor, para vermek istemeyince de bedavaya elinize tutuşturup gidiyorlar.

Havana tam bir meydanlar şehri. Armas Meydanı'ndan sonra bu sefer yine güzel ara sokaklardan, binalardan ve dükkanlardan geçerek Vieja Meydanı'na (eski meydan) ulaşıyoruz. Buranın adı aslında 1559'da ilk açıldığında (Armas'tan sonra açıldığı için) Plaza Nueva (yeni meydan) imiş. Zamanında bu meydanda idamlar, boğa güreşleri, festivaller düzenlenir, meydanı çevreleyen binalarda yaşayan zengin Havanalılar bunları balkonlarından izlermiş. Meydandaki binalar 17yy ve sonrasından kalma kolonyal mimari örnekleri. Şimdilerde çoğunun altında cafeler bulunuyor.

   

Vieja Plaza'daki "Viaje Fantastico" (fantastik bir seyahat) heykeli

Öğle yemeği için grupça Armas Meydanı'na El Templete restorana gittik. Restoranlar eğer Paladar değilse devlet işletmesi, Paladar'lar ise özel işletmeler. Mönü balkabağı çorbası - balık ve yanında pilav, dondurma. Aslında özellikle öğle yemekleri genelde bu menüye benzer yemeklerle geçti, bol bol balık, kimi zaman tavuk, yanında genelde pilav türleri tüketiyorlar. Üstüne de dondurma. Eh, hava bu kadar sıcak olunca, doğal olarak tabii... Yemekte Küba birası ile tanışıyoruz: Cristal! Bu aslında "hafif" versiyon 4,9% alkollü, bir de biraz daha yüksek alkollü Bucanero var. Ülkede ithalat neredeyse hiç olmadığı için her şeylerini kendileri üretiyorlar. Coca Cola sadece turistik bölgelerde bulunuyor (sanırım Varadero'ya geçince gördüm bir kere birinin elinde) ve Meksika'dan getiriyormuş. Ama hem kolanın, hem fantanın, hem gazozun Kübalı versiyonları var tabii, yoksa o canım kokteyller, kolalı Cuba Libre falan nasıl yapılacak? Ciego Montero markası hem suları hem de bu meşrubatları üretiyor. Kolanın tadı biraz jelibonumsu, fazlaca tatlı ve daha az asitli (100cal/kutu, 25gr şeker içeriyor) - ama elbette iş görüyor. Portakallı ve sade gazozlar bildiğimiz tatlara daha yakın.

                               


                               

Armas Meydanı'nın iç kısmında bir de Katedral Meydanı var. Katedral 1727 yılında yapılmış. Küba'da devrimden sonra din "yasaklanmamış", ibadethaneler kapatılmamış ancak insanların dinle ilişkilerinin çok sıcak olduğu da söylenemez. Böyle olunca ibadethaneler pek kullanılmamış. Şubat 2016'da Papa'nın Küba'yı ziyaretinden sonra restorasyonlar başlamış. Eğitim kurumlarında da özel okul ya da din okulları yok (ne kadar güzel!). 11,5 milyonluk nüfusun çoğunluğu Katolik, az miktarda da olsa Müslümanlar da yaşıyormuş. 11,5 milyonun 65%'i beyazlardan, 10%'u zamanına bu topraklara köle olarak getirilmiş Afrika kökenlilerden, 24%'ü beyazlarla Afrikalıların karışımı olan Mulatto'lardan, 1% ise Asyalılardan oluşuyor. Ülkede özellikle bağımsızlık ve devrim mücadelesinin bir sonucu olarak gerçekten tek vücutta toplanabilmiş bir ulus olabildikleri hissediliyor, yüzyıllarca sömürülmeden sonra "Latin Amerikalı" kimliğinin bir alt kümesi olarak ortaya çıkabilen bağımsız Kübalı kimliği her şeyin çok üstüne çıkmış durumda.

   

Eski Havana'da yürürken bir yerde ellerinde cep telefonları olan insan yoğunluğu dikkatimizi çekiyor. Burası "internete giriş alanı"ymış. Küba'da öyle her telefonda, her evde internet kullanılamıyor. İnternet, her ne kadar Chavez'in ölümünden sonra ilişkiler biraz olsun zarar görse de ülkenin hala yakın dostu Venezuela'dan fiber kablolarla, daha çok devlet daireleri ve otellerin kullanımı için geliyor. Sadece devlet çalışanlarının eve wi-fi alma imkanı var. Otellerin çoğunda ücretli wi-fi erişimi mevcut. Halk da bir pre-paid kart alıp, bu internete giriş alanlarına geldikten sonra hattına şifreyi tanımlayarak wi-fi üstünden webe erişebiliyor. 1 saati 4,5CUC - memur kesimin aylık maaşının 25-40CUC olduğu düşünülürse yüksek sayılır. Çoğu kişinin yurt dışında yaşayan akrabaları varmış, onlarla görüntülü görüşmelerini de genelde buralardan yapıyorlarmış. Yurt dışında yaşayan akraba konusu kritik, zira ellerindeki elektronik cihazların çoğu, bazılarının giydiği Amerikan markalı giysi ve ayakkabılar vb hep bu akrabalarca sağlanıyor.


Küba'da iki para birimi kullanılıyor. Kübalılar peso, turistler ise convertable peso (CUC) kullanıyorlar. CUC, peso'nun 25 katı değerinde; EUR ile neredeyse aynı değerde, 1EUR = 1,06CUC ediyor. Maaşlar ve Kübalıların tüm alışverişleri peso üstünden. Turistlerle ilişki içinde olan, onlarla para alışverişinde bulunan Kübalılar tahmin edeceğiniz gibi çok avantajlı, çünkü maaşların max 40 CUC'a denk geldiği bir ortamda bir turistin resmini çizip 1CUC almak ya da taksimetre açmadan, yani devlete raporlamadan pazarlıkla bir turisti 5 CUC'a taşımak maaşın önemli bir oranını beş dakika içinde kazanmak demek. Devlet, vatandaşlarına temel ihtiyaçlarını aylık belli limitler dahilinde karşılıyor. 12 Mart 1962'de hayata geçirilen sistem çerçevesinde aylık hak edilen gıda, temizlik, ev gereçleri hakları marketvari dükkanlardan alınabiliyor. Hak edişler genelde cinsiyete ve yaşa göre belirleniyor, örneğin çocuklar yedi yaşına gelene kadar günde 1 litre süt veriliyor. Bu süt hakkı yaşlılar ve hamileler için de geçerli. Küba'da bebek ölümlerinin önlenmesi sağlık reformunun en önemli parçalarından biri olduğundan gebelerin bakımına ekstra dikkat ediliyor. Özel bir beslenme düzeni uygulanması gereken hastalığı olanlar da tıbbi belgelerini sunarak aldıkları gıda desteğinin içeriğini şekillendirebiliyorlar. Her sene, aile başına (fert sayısı, yaşı ve tıbbi durumu göz önünde bulundurularak) bir "libreta" düzenlenip gönderiliyor, burada aylık alınabilecek tüm ürünler listelenmiş oluyor. Her aile sadece kendi libreta'sını, yine devletçe belirlenmiş yakınındaki bir marketten (bodega) çok cüzi fiyatlar karşılığında kullanabiliyor. Bu fiyatların (ve paralel olarak maaşların da) uzun yıllardır aynı seviyelerde olduğu söyleniyor. Marketteki görevli alınan ürünleri kitapçığın üstüne işliyor. Turistler bodega'lardan alışveriş yapamıyorlar, ayrıca Mercado'lar da bulunuyor, oralarda fiyatlar elbette normal seviyelerde. Aşağıda bizim Havana'da girip göz attığımız bir marketten görüntü var. Buradaki üretim genelde devlet eliyle ya da ortaklığıyla yapıldığı için içeride türlü çeşitli markalar görmüyorsunuz haliyle. Örneğin tüm süt grubunu bir marka üretiyor, Ciero Montero su ve gazlı içeceklerin markası vb.

Havana'da bir mercado


Bodega'lar mercado'lar kadar şaşaalı değil tabii

Bir Libreta'nın Ocak-Şubat ayları

Eklediğim Libreta'nın sayfasında görülen kalemler pirinç, tahıl, yağ, şeker, tuz, komposto, kahve. Libreta'ya ek olarak sanayi ürünlerinin istihkakı için de kuponlar veriliyor. Bu kuponlarla giysi, ayakkabı, ev eşyası, çocuklu aileler için oyuncak (çocuk başına yılda 3 adet) dağıtılıyor. Bu faydaya özel dönem sırasında ekonomik önlemler çerçevesinde son verilmiş, sadece temel ihtiyaçlarla ilerlenmiş. Aşağıda bir libreta'nın aylık, kişi başına örnek limitlerini ve ilgili ürünün fiyatını gösterir bir tablo var, fiyatlar yerel halkın Peso'su üstünden. Tablo 2000 yılına ait, Raul devletin başına geçtikten sonra patates ve bezelye haklarını düşürmüş.

ÜrünMiktarFiyat (CUP)
Pirinç6 pounds (2.7 kg)0.70 / lb
Fasülye20 ounces (570 g)0.32 / lb
Beyaz (rafine) şeket3 pounds (1.4 kg)0.15 / lb
Esmer (rafine edilmemiş) şeker3 pounds (1.4 kg)0.10 / lb
Süt (Sadece 7 yaş altı çocuklara)1 lt / gün0.25 / adet
Yumurta120.15 / adet
Patates / muz15 pounds (6.8 kg)0.40 / lb
Et dağıtım usulü biraz daha farklı: Her 15 günde bir değişen ürünler dağıtılıyor. Bir sefer tavuk, bir sefer et, bir sefer balık vb gibi, ve her ürün için kişi başı hak farklı. Dağıtılacak ürünlerin tedariği konusunda sıkıntılar oluşursa genel olarak ilgili ayın hakkı diğer aya aktarılıyor. Bodega'larda bir ürün yoksa, ulaştığında onu almak isteyenler uzun kuyruklar oluşturulabiliyor. Devletin oluşturduğu bu ürün dağıtım sisteminin bir ailenin aylık ihtiyacının 1/3'ü ila 1/2'sini karşıladığı belirtiliyor. İhtiyacın kalan kısmı için diğer marketlerden alışveriş yapılabiliyor elbette ama oradaki fiyatlara bakınca halkın normal maaşı ile tüm ihtiyacını karşılamaya yetecek ürünü alabilmesi güç görünüyor. Ortalamada bodega'lardaki fiyatlar, serbest marketlerin 1/20'sine denkmiş, durum böyle olunca Kübalıların takas yoluyla ihtiyaçlarını karşılama yolunu bulmuş. Küba devletinin gözünde bu istihkak sistemi, eldeki gıda kaynağının vatandaşın görüşü, inancı ne olursa olsun herkese eşit şekilde dağıtılabilmesinin yolu. Sistemin korunabilmesi için sıkı hukuki tedbirler var, örneğin inek öldürene verilen ceza insan öldürenden daha uzun olabiliyor. Yasadışı yollardan elde edilmiş et satmak 4-8 yıl hapisle cezalandırılıyor.

Küba ekonomisi oldukça kırılgan. Devrimden sonra Amerikan ambargosuyla karşılaşınca uzun yıllar Sovyetlerle ekonomik bağlar güçlendirilmiş, öyle ki Sovyetler, Küba şeker kamışının (Sovyet petrolü karşılığında) bir numaralı alıcısıymış. Küba'nın 1990'a kadar nikel ve şeker kamışı satıp gıda, yakıt, makine vb aldığı ülkelerin 85%'i sosyalist devletlermiş. 1988'e gelindiğinde  Küba'nın ithalatı sosyalist ülkelerin dağılma sürecine girmesiyle büyük darbe almış ve ülkede "özel dönem" adı verilen yıllar başlamış. Ekonomi 1989-1993 yılları arasında 34% daralmış. Bunun gündelik hayata yansımaları da var: Yakıt ve makine ithal edilemeyince tarımda makineleşmede geriye gidilmiş ve üretim verimi azalmış, gıda kıtlığı başlayınca halk kilo kaybedip sağlıksızlaşmaya başlamış. Bu dönemde gıda yokluğundan hayvanat bahçesindeki hayvanların, timsahların yendiğini, giysilerin parçalanıp yahni gibi yemek yapıldığını hatta prezervatifin eritilip peynir niyetine yendiğini anlattı rehberimiz. Sağlık, hükümetin en önem ve öncelik verdiği konuların başında olduğu için bu dönemde hamile kadınlara özel beslenme programları uygulanmış ve onların bu kıtlık halinden en az etkilenmelerini ve bebeklerini sağlıklı şekilde dünyaya getirmeleri sağlanmış. Yine bu yıllarda yakıt tasarrufu için toplu taşıma bile neredeyse sıfıra indirilmiş ve herkes bisiklet kullanmaya teşvik edilmiş. Çin'den bu dönemde 1,5 miyon adede yakın bisiklet getirilmiş. Kübalılar her ne kadar zorunluluktan doğan bu alışkanlıktan nefret etse de, çoğunun evinde hala bisiklet var ve özellikle şehirlerarası yollarda ulaşım yetersiz olduğu için bisiklet kullanıyorlar. Özel dönemi atlatmak için sistemler yeniden inşa edilmiş ve düzen aslında biraz esnetilmiş. Konuyla ilgili güzel bir yazı şu linkte mevcut.

Turizmin yeni bir gelir kapısı olarak ortaya çıkması da bu dönemin bir etkisi aslında. Çoğunluğu Avrupa Birliği ve Kanada'dan son yıllarda 3,5 milyon turist Küba'yı ziyaret ediyor, 700bini de Meksika üstünden gelen Amerikalılar. Eğer ilişkiler biraz daha iyileşirse 160km kuzeydeki Miami'den Küba'ya gemilerle turist taşıma başlayabilir, bu Küba'nın turizm gelirlerini arttırabilir. Ancak bu, yavaş yavaş delinmeye başlayan sistemin biraz daha dejenere olması, turistle ilişkisi olan halkla diğerleri arasındaki ekonomik eşitsizliğin artması anlamına gelebilir. Devletin uygulamalarında zaten biraz daha rahat davranmaya başladığı, kontrollerini aşırı sıkı devam ettirmediği, böylece insanların hem kendi arasında hem de turistlerle kendi ekonomik çıkarlarına göre ticaret yapabildiği anlatıldı.

İlk gün eski Havana turundan sonra otelin olduğu Vedado bölgesinde, Havana Üniversitesi'ne yürüdük. Soy Cuba filmindeki meşhur öğrenci ayaklanması sahnesinin çekildiği o büyük merdivenler...

Alma Mater - Universidad De La Habana
Rektörlük binası

Küba'nın tam mevsimi bizim yaz aylarımız değil, daha çok sonbahar-kış zamanı. Seyahatimiz boyunca hava sıcak ve nemli olmakla beraber şansımıza hiç kuvvetli yağmur görmedik, sadece bazı günler hava kapandı ve çok az yağmur atıştırdı.

Havana'nın her yerinde bir duvar resmi bulmak mümkün. Doğrudan devrimle ilgili olanları saymazsak benim için en etkileyici olanı üniversite yakınlarında gördüğümüz alttaki resim oldu: Kapitalizm canavarı dünyanın 99%'unu ele geçirmiş, yiyor. Canavarın üstünde BMW'den Mastercard'a, Adidas'tan CocaCola'ya kadar global şirketlerin adları yazıyor. Yıllardır kapitalizm canavarı imgesi konuşulur, ama bu kadar iyi görselleştirilebileceğini düşünmezdim.

Kapitalizm canavarı

Eski Havana dışında yol tabelaları bu şekilde: Universidad ve G caddelerinin kesişimi

İlk akşam yemek için Miramar bölgesinde çok güzel bir özel restoran olan Tocororo'ya gittik. Tocororo Küba'ya özgü endemik bir kuş türü ve Küba'nın milli kuşu. Restoranda Küba müziği yapan harika bir grup eşliğinde yine balık ağırlıklı güzel yemekler yedik. Burası turist gruplarının, özellikle Türk grupların sıkça getirildiği bir mekan ve bir duvarı şirket/tur amblemlerini sergilemek için "hatıra duvarı" yapmışlar. Birkaç ay önce Zürich Sigorta grubun bıraktığı plaka da, katılımcıların imzalarıyla tam karşımızdaydı :)

   

Grubumuzun Kübalı rehberine Kübalıların böyle restoranlara gelip gelemediğini sordum, "ayda bir belki" dedi. Yollarda daha çok yerel halkın gittiği, kimisi güzel, kimisi hiç de çekici görünmeyen lokantalar ve fast-food'cular mevcut. Bir de otobüs duraklarında yoğun saatlerde elinde küçük beyaz külahlarda fıstık satan abiler!

   
Otobüse binenlerin çoğunun elinde fıstık külahları var.           Küçük bir Küba lokantası

İkinci günün yönümüzü batıya çevirip erken saatlerde Pinar Del Rio (Pinar ağaç, Rio nehir demek) için yola çıktık. Küba'nın Camagüey'den sonra Pinar Del Rio ikinci büyük eyaleti, aynı adı taşıyan şehri ise 10. büyük kenti. Pinar Del Rio'lulara Pinareños deniyor. Camagüey için ayrı bir parantez: Kübalılar İspanyolca konuşuyor ve İspanyolca'da ü harfi yok. Camagüey, ismi yerlilerden kalan tek yerleşim bölgesi ve sırf bu adı orjinal haliyle muhafaza edebilmek için Küba alfabesinde ü harfi eklenmiş. Camagüey'de İspanyol ve siyahi halkın en az karıştığı bölgeymiş ayrıca. Pinar Del Rio  ve Havana arası 150km, ülkeyi doğu-batı yönünde boydan boya geçen ve 1930'larda yapılmış 1250km'lik otoban üstünden yaklaşık 2 saatte alınabiliyor. Otoban dediysek öyle yoğun bir trafik yok, aslında Küba'da trafik yoğunluğu genel olarak düşük ve trafik kuralları gayet iyi işliyor. Öyle Hindistan'daki, ve hatta İstanbul'daki gibi kelle koltukta gitmeler, korna sesleri yok. Yolların sağ şeridi at arabaları ve bisikletlere ayrılmış. Şehir içlerinin yanı sıra şehirler arası yollarda da bu araçları görmek oldukça olası çünkü şehirler arası toplu taşıma imkanları kısıtlı. Durum böyle olunca, otostopun dünyada bir tür yasal ve zorunlu olduğu tek ülke de Küba: Devlete ait mavi plakalı araçlar, yolda otostop çeken birini görünce almak zorunda. Otostopçular genelde bu seyahat için küçük bir ücret de ödüyor, otostop çekerken ellerindeki peso'ları sallıyorlarmış.

Küba'da araba konusu da enteresan. Ülkede iki tip plaka var, biri yukarıda da belirttiğim mavi plakalı devlete ait araçlar, biri de beyaz plakalı özel araçlar. Özel araçları iki Kübalı birbirine satabiliyor, 15-20 bin CUC kadar ediyormuş. Ancak araçların çoğu çok eski, bir kısmı o her yerde görülen klasik Küba fotoğraflarındaki eski Amerikan arabaları, bir kısmını da devrimden sonra Ruslar getirmiş. Bunlar devrimden önce Amerikalıların Miami'den feribotla gelirken kullandıklarıymış, devrimden sonra araçları geri götüremediklerinden arabalar Kübalı olmuş. Bunların bir kısmı oldukça bakımlı, bir kısmı daha dökülür halde. Ülkede yeni, sıfır araba bulmak zor, olanların çoğu -hele de lüks araç ise- yabancılara ait. Yeni arabaların çoğu Hyundai ve satış fiyatları 250-300bin CUC civarındaymış.

Pinar Del Rio bölgesinde İspanyol istilası çok fazla uğramamış, hatta zamanında bölge kölelerin istilacılardan kaçıp saklandığı yer olarak kullanılırmış. Bitki örtüsü aynen korunabilmiş, her yer çok yeşil. Zaten yol boyunca tarlalardan geçiliyor. Otoban boyunca iki tane yapay gölet gördük, bunlar hem sulama, hem de üniversite öğrencilerinin su sporları eğitimi ve antrenmanları için kullanılıyormuş. Bölgede özellikle tütün üretimi çok yaygın, tütünün Mekke'si olarak adlandırılıyor. Pinar Del Rio eyaletinin Meksika körfezine bakan tarafı daha nemli iklime ve kırmızı killi toprağa sahip olduğu için buranın tütününün farklı bir aroması oluyormuş. Aynı zamanda sağlık alanında da büyük önem taşıyor, sağlık devriminde önemli yer tutan, bitkilerden ilaç ve aşı üretimi de yapılan Abel Hastanesi burada.

Küba'ya özgü gövdesi şişman palmiyeler - Cuban Royal Palm

Önünde Jose Marti heykeli bulunan bir okul
 
Pinar Del Rio'da bir tütün üreticisinin çiftliğini ziyaret ettik. Puro yapımında kullanılan tütün bizim Türkiye'de ürettiğimizden çok daha büyük yapraklı. Çiftci, puro sarılırken tütünlerin ortasındaki büyük nikotin damarının ayıklandığını (bu yüzden aynı miktarda tütün kullanılsa aslında puronun daha az nikotin içermesi gerek ancak bir purodaki tütün mikarı bir tek sigaradan kat kat yüksek), puroda kullanılacak yaprakların iç ve dış tütün olarak ayrıldığını, daha ipeksi, yumuşak yaprakların dış tütün olarak puronun sarılmasında kullanıldığını anlattı. Günün programında aslında buradaki bir puro fabrikası ziyareti vardı ancak fabrika o gün erken kapandığı için bu ziyareti Havana'ya, birkaç gün sonraya bıraktık. Eh, it's Cuba baby, burada olur öyle ufak sürprizler!

Öğle yemeğinden önce bir kireçtaşı mağarası olan Cueva del Indio'ya (yerli mağarası) gidiyoruz. Mağara girişinde yerli kostümleriyle ellerinde ilginç bir hayvan (sanırım adı Konga idi) olan insanlar karşılıyor, adını hatırlayamadığım bu hayvanla isterseniz fotoğraf çekilebiliyorsunuz. Mağara oldukça dar ve nemli, bir süre yürüdükten sonra kısa bir bot turuyla yarığın içinde gezinti yapılıyor. Bottaki yerel rehber mağaranın sarkıtlarında hayvan şekillerine benzeyen yerleri gösteriyor.
   

Öğle yemeğini Finca San Vicente denilen restoranlar bölgesinde yedik: çorba, taze fasülye, tavuk, pilav, haşlanmış patates, ananas ve karpuz - ve tabii dondurma! Sonrasında adı üzümden gelen Vinales vadisine (ve milli parkına) geçtik. Vinales adı üzümden geliyor, İspanyollar bir zamanlar buralarda üzüm yetiştirip şarapçılık yapmak için çok uğraşmışlar ama üzümler tutmamış, adları kalmış. Vinales milli parkındaki Mural de la Prehistoria (tarih öncesi duvar), Gonzales Morillo adlı bir ressamın insanlık çağına kadarki dünya tarihini resmettiği bir dağ yüzü. Resmin yapılması fikri Morillo tarafından Fidel'e 1959'da açılmış ve dört yıllık çalışma sonucu 1964'te tamamlanmış. Resim 120m uzunluğunda ve 80m yüksekliğinde. Çizim aşamasında dağa halatlarla bağlanmış yerel çiftçiler de destek olmuşlar.

Mural de la Prehistoria

Vinales vadisindeki tümülüsler, bağımsız birer diş gibi

İkinci akşam Havana'nın en ünlü show'u Tropicana'ya gidecektik. Tropicana'nın yemekli opsiyonları da var sanıyorum ama turun ayarladığı hali sadece alkol (her 4 kişiye bir şişe Havana Club special edition ron ve kola, yanında da çerez) içeriyordu, o yüzden akşam yemeğini otele yakın bir Küba restoranında yedik. Gayet eli yüzü düzgün, içeride tamamen yerel insanların olduğu bir mekan La Roca. Menüde makarnadan deniz ürünlerine pek çok seçenek vardı ve fiyatlar gayet uygundu. İki kişilik grill tabağı 15CUC, kokteyller 2CUC civarındaydı. Karşılaştırma açısından, Nacional'de kokteyller 5CUC idi.

La Roca restoran


Tropicana, 1939'dan beri haftanın 6 gecesi Havana'da yapılan büyük bir kabare şov. Öyle ki devrimin olduğu gece bile şov devam etmiş. Devrim öncesinde Kübalılar izleyici olarak içeri alınmazmış, Amerikalı mafya babalarının içeride masaları varmış. Kübalı dansçılar için burada sahne almak büyük bir hedef, büyük başarı sayılıyor. İçeri girerken kapıda beylere birer Guantanamera marka puro, kadınlara da birer gül hediye ediliyor. Masaya geçince ise birer kadeh şampanya ikram ediyorlar.

Şov açık havada, oldukça geniş bir sahne ve iki-üç kat halinde sıralanmış masalar var. Çoğunluğu turist olmakla beraber masalar oldukça doluydu. Gösteri yaklaşık 2 saat kadar sürüyor ve oldukça iyi çalışılmış, salsa ve akrobasi figürleriyle hazırlanmış. Tamamen canlı müzik ve vokaller kullanılıyor. Kostümler, o kadar çok dansçının mükemmel bir uyumla hareket etmesi gerçekten izlemeye değer.

   

Havana'daki üçüncü gün, Tabacuba puro fabrikası ziyaretiyle başladı. Burası da devlete ait bir fabrika, birkaç katlı bir bina. Üretim yapılan üst katlara fotoğraf makinesi sokmak yasak. Puro fabrikalarına genel olarak tüm markalar için üretim yapılıyor, sadece Cohiba'nın fabrikası ayrı ve ona özel. Cohiba, 1966 yılında sadece Fidel'in içmesi için üretilmeye başlanmış özel bir marka. devlet erkanının içtiği puro markası ve tamamen Kübalı. Devrim öncesinden kalan markalarda İspanyol etkileri hissedilirmiş. Cohiba uzun yıllar sadece devlet erkanının tüketmesi ve hediye etmesi için ve üç tane gizli üretimhanede üretilmiş. Tütünü, Küba'da yetişen en özel ve en kaliteli tütünlerden seçiliyor, puroların kralı olarak anılıyor. Dünyada sahtesi en fazla üretilen puro markası. Fidel'e 634 kere suikast düzenlenmiş, koruması Fabian Escalante, "Executive Actions: 634 ways to kill Fidel Castro / Yönetici Eylemler: Fidel Castro'yu öldürmenin 634 yolu" diye bir kitap yazmış. Bir keresinde de purosunu patlatmaya çalışmışlar ve bu olay puroyu bırakmasına vesile olmuş. Cohiba'nın dışındaki diğer iyi purolar Romeo y Julietta, Monte Cristo ve biraz daha düşük kaliteli olan Guantanamera. Puro adlarının dünya klasiklerinden gelmesi de tesadüf değil, puro saran işçilerin canları sıkılmasın diye onlara kitaplar okunurmuş, bu isimler de kitaplardan alınmış.

Puro sarmak ciddi bir iş, 9 aylık bir eğitim gerektiriyor. Önce iç ve dış tütünler ayrılıyor ve tasnifleniyor, sarma işinde çalışanlar bu tütünleri düzgünce sarıyor, puronun boyutuna göre özel kalıplara konup sıkıştırıyor, en sonunda dış tütünü de sarıp ucunu marlin ağacı reçinesiyle yapıştırıyor.

   


Rehberimizin otobüste ara sıra değindiği, özellikle Pinar del Rio yolunda üzerine videolar da izlettiği Küba devrimini esas puro fabrikasından sonra Devrim Müzesi ziyaretinde hissettik. Aslına bakılırsa Havana'da devrim her yerde, hala aynı canlılığında tutulmaya çalışılıyor. Ülkede hiç Fidel heykeli yok, paralarda resmi yok, ama her taraf öncelikli olarak Jose Marti, sonra da Che'nin heykelleri, resimleri, sözleriyle bezeli.

Jose Marti, on yıl savaşlarında "özgürlükçü" diye mimlendikten sonra Madrid'e sürgüne gönderilir, orada hukuk okumuş, sürgündeki diğer Kübalılarla fikirlerini büyütür. Sonraki yıllarını Latin Amerika ve ABD'de yine Küba'nın bağımsızlığı üstüne yazarak ve fikirlerini yayarak geçirir Küba'nın ilk bağımsızlık savaşı 1895-1898 yılları arasında Jose Marti, Maximo Gomez ve antonio Maceo'nun başı çektiği sürgündeki bir ekibin Küba'ya dönmesi ve doğu Küba'da İspanyollara karşı savaş başlatması ile ateşlenir savaş binlerce Kübalının ölümüyle, başarısızlıkla sonuçlanır. Jose Marti bağımsızlık savşında girdiği bir çatışmada hayatını kaybetse de, ülkesi için çabası, yazdıkları ve fikirleri 1959 devrimine ve tüm Kübalılara büyük ışık olur. Küba bağımsızlık savaşından sonra ABD, Kübalıların İspanyollardan bağımsızlıklarını alabileceği endişesiyle İspanyollara savaş açar, İspanyollara karşı Kübalılarla savaşır, sonrasında ise Kübalıların egemenlik hakkını yok sayarak Küba'ya yerleşir Sonuçlarına bakılınca Jose Marti'nin bu emperyalist tehlikeyi çok önceden görüp harekete geçmesi, Kübalılara kendi egemenliklerini kazandırmak için mücadele etmesi oldukça etkileyici. Bu yüzden bugün ülkede bir tür "kurucu lider" konumunda.

1899'da Küba Amerika himayesindeki bağımsızlığını kazanır: Amerika'nın Küba'nın iç ve dış işlerinde söz sahibi olduğu bir bağımsızlık... Bir de 1903'te Guantanamo Koyu'ndaki Amerikan üssü konusu ortaya çıkar. Amerika, yıllık 4000USD karşılığında koyu "süresiz olarak" kiralamışlar. Anlaşmanın 1934'te yapıldığı, 99 yıllık olduğu ve 2033'te biteceğine dair söylemler de var. Küba'nın bu 4000USD'lik çekleri bozdurmadan sakladığı da söyleniyor. Fidel, Guantanamo için "Küba'nın kalbinde bir hançer" deyişini kullanıyor, tüm dünyaya, özellikle de kendisine kan kusturan Amerika'ya karşı dimdik, onurla durabilen bir ülke ve liderden beklenebilecek bir şekilde... Hatta Fidel 1964 yılına üssün suyunu kesmiş ve Amerikalılar deniz suyu arıtma tesisini kurana kadar üsse gemilerle su taşımak zorunda kalmışlar. Guantanamo Üssü, 2002 yılından beri daha çok terör suçlularının tutulduğu bir askeri hapishane olarak da kullanılıyor. 2015'teki Amerika-Küba yakınlaşmasında (Fidel'in Granma gazetesindeki mektubundaki "Dünyanın tüm halklarıyla işbirliği ve dostluğu savunacağız. Buna hasımlarımız da dahil" satırları...) konu yeniden gündeme gelmesine, Küba Amerika'dan üssü iade etmesini istemesine rağmen Amerika'dan "hassasiyetlerini anlıyoruz ancak konu şu anda gündemimizde değil" açıklaması geldi. Yeri gelmişken, Fidel'in 70'lerdeki bir röportajında "ABD ile ilişkiler ne zaman düzelir?" sorusuna verdiği kehanet gibi bir yanıtı var: "Ne zaman Latin Amerikalı bir Papa ve ABD'nin başına siyahi bir başkan gelir, o zaman!". Nitekim öyle de olmuş, ABD'nin ilk siyahi başkanı Obama ve Katolik'lerin Arjantinli Papa'sı 1.Franciscus döneminde, 2015 yılında onyıllar sonra ilk temas kurulmuş.

Küba'nın 1900'lerin ilk yarısındaki Amerikan hegemonyasındaki bağımsızlığı, birçok kere darbelerle hükümetin değişmesi, Küba'nın Amerikalıların "günah adası" olarak hizmet vermeye başlaması, buna karşılık kendi halkının büyük bir fakirlik ve imkansızlar içinde yaşamasını içeriyor. Amerikalı zenginlerin Miami'den feribotlarla adaya kumar, eğlence, fuhuş için gelir, Havana'daki lüks tesislerde gününü gün ederken baskıcı Küba rejimi daha iyi bir yaşam ve sosyal haklar için isyan eden halkını bastırmakla meşguldür. Bu sistemin doğurduğu ve bu sistemi besleyen en uzun süreli ve en sert diktatörü Batista, 1952'den devrime kadar yönetimdeydi. Artan baskı ve kötüleşen hayat koşulları karşısında, içlerinde hukuk doktoru olan Fidel Castro ve kardeşi Raul Castro'nun da bulunduğu bir grup devrimci, içlerindeki ateşin asıl kaynağı olan Jose Marti'nin doğum gününde 26 Temmuz 1953'te Batista'ya karşı daha fazla cephane elde edilebilmek için Santiago de Cuba'daki Montana Kışlası'na bir baskın düzenler. Baskın başarısız olur, gençler yargılanır, 15 yıl hapse mahkum olurlar. Castro'nun mahkemedeki "history will absolve me" ("tarih beni aklayacaktır") sözü, Castro ile bütünleşir. 1955'te politik mahkumları serbest bırakan bir kanun çıkar ve Castro kardeşler Meksika'ya sürgüne gönderilirler. Yine Küba'dan uzakta, yine devrimci ruh ortaya çıkar, Meksika'daki tüm sürgün Kübalılar bir araya gelip daha da güçlenirler. Bu sırada Raul Castro, aslen Arjantinli bir doktor olan ve o sıralarda Latin Amerika halklarının bağımsızlık mücadeleri için çalışmakta olan Ernesto Guevara ile tanışır.

Ernesto Guevara aslında varlıklı bir aileden gelmesine rağmen, tıp eğitiminden sonra motorsikletiyle Latin Amerika ülkelerini turlamış, halkların yoksulluğundan çok etkilenip bu ekonomik eşitsizliğin ancak Marksist düzenle aşılabileceğine inanır. O sırada Guentemala'nın başndaki solcu Arbenz hükümeti, bir tür toplumsala devrim yapmaya hazırlanmaktadır, Ernesto da onlara destek vermek ve "gerçek bir devrimci olabilmek" için Guantemala'ya gider. Bu sırada Arjantinlilere özgü "hey / dostum" anlamındaki "che" ünlemini çok kullandığı için kendisine Che lakabı takılır. Guentemala'daki devrim hazırlığı, CIA tarafından desteklenen bir karşı darbe (armas "albay" darbesi) ile bastırılır. Bu olay, Ernesto'nun ABD'nin emperyalist bir güç olduğuna ve sosyoekonomik eşitsizlikleri düzeltmeye çalışan Latin Amerika ve diğer ülkelerin hükümetlerine  karşı koyacağına dair fikirlerini güçlendirir ve sosyalizmin ancak silahlanmış halkla verilecek silahlı mücadele ile tesis edilebileceğini gösterir.

Tümü sürgünde iken Meksika'da Che'yi Fidel ile Raul tanıştırır.  Bir araya geldikleri ilk gece, saatlerce devrimi tartışırlar. Che Guevera, Fidel Castro, Raul Castro ve Camilo Cienfuegos'un başını çektiği grup; Küba'da bir devrim başlatabilmek için eski bir askeri lider tarafından eğitilir ve ülkeye bir çıkarma planlarlar. Granma yatı ile 82 kişilik bir ekip olarak Kasım 1956'da Küba'nın doğusuna çıkarma yaparlar ancak yatın beklediklerinden daha geç ve daha doğudan bir yerden karaya ulaşmasından ötürü planları tam olarak işlemez. Che, Granma'daki Kübalı olmayan tek kişidir. rup karaya ayak basar basmaz Batista güçlerinin saldırısına uğrar. Oradan kurtulmaya çalışırken Che, bir arkadaşının düşürdüğü cephaneyi almak için elindeki tıbbi malzeme çantasını bırakmak zorunda kalır. Bu an için daha sonra "doktordan savaşçıya dönüştüğü an" olarak nitelendirecektir. Batista güçlerinin saldırılarıyla grubun çoğu yaşamını yitirir, kalan 20 kişi ise Sierra Maestra dağlarına çekilerek gerilla savaşının çekirdek kadrosu olarak mücadeleye devam eder. Dağlarda gerilla savaşı sürerken Batista şehirlerdeki baskıyı iyice arttırır, Havana'da öğrenci hareketleri de tırmanır, Batista güçlerince Fidel'e sempati duyan çok sayıda sivil ve öğrenci öldürülür. Devrim Müzesi'nin girişinde o zamanlar başkanlık sarayı olarak kullanılan binanın çevresinde öldürülen öğrencilerin ayak izlerini ve kanlarını temsil eden unsurlar bulunuyor.

Batista güçlerinin savaşmaya isteksiz olması ve halkın dağlarda başlayan bu mücadeleye destek vermesi ile Fidel kuvvetleri arka arkaya zaferler kazanmaya başlar. Adanın doğusundaki çoğu bölge halk desteği sayesinde savaşsız, çatışmasız ele geçirilir. Cienfuegos ve Che komutasındaki bazı kuvvetler Santa Clara'ya doğru harekete geçmeye başlarlar, Cienfuegos Yagajuay'da önemli bir başarı elde eder ve halk arasında "Yagajuay kahramanı" unvanını kazanır. 31 Aralık 1958'de ise Che, Santa Clara şehrini ele geçirir. Gelişmeleri haber alan Batista, aynı gece Dominik Cumhuriyeti'ne kaçar. Bunun üzerine Fidel, doğudaki Santiago De Cuba'yı 2 Ocak'ta çatışma olmadan, görüşmelerle teslim alır, Che ve Cienfuegos da aynı gün Havana'ya girer. Castro'nun 6 Ocak 1959'da Havana'ya gelmesiyle Küba'nın yeni lideri de belli olmuştur. Fidel'in cumhurbaşkanı sıfatıyla Havana'da başkanlık sarayında (bugünkü Devrim Müzesi) yaptığı ilk konuşma sırasında omzuna bir güvercin konar, bu da halkı beklenen kurtarıcının Fidel olduğuna iyice ikna eder.

Devrimin ilk adımı, daha önce SSCB'de uygulandığı gibi toprak reformu olur. Devrim öncesinde üretimin 60%'ı ABD sahipliğinde olduğundan, ekonominin ve arazilerin millileştirilmesi önceliklendirilir. İlk aşamada 1000 dönümün üstündeki arazilere devlet el koyar ve ya devlet işletmesi haline getirir, ya da 67'şer dönümlere bölerek köylülere işlemeleri için paylaştırır. Bugün özele ait küçük arazilerin oranı toplamın 16%'sı civarında.

Tarım Küba'nın en önemli gelir kalemlerinden. Ada ülkesi olmasına rağmen tatlı su kaynaklarının bulunması ve toprağın verimli olması bunda başlıca etmen. Ana ürünler tütün ve şeker kamışı, SSCB ayaktayken şeker kamışından yılda 6 milyar $ gelir elde ediliyormuş. Bunların dışında narenciye, özellikle greyfurt üretimi ve ihracatı (dünyada 3.) fazla. Muz, mango, papaya, guava, limon, fasülye, pirinç, portakal yetiştiriliyor. Denize paralel uzanan Sierra Maestra dağlarında kahve yetiştiriliyor. Devrim sonrasında halkın ihtiyacını karşılayabilmek için kentlerdeki boş arazilerde meyve-sebze yetiştirilmiş.

Devrim Müzesi, eskiden Başkanlık Sarayı olarak kullanılıyormuş. 1920 yılında yapılmış, Tiffany'nin dekore ettiği bir bina. Deniz daha önce önündeki burca kadar uzanırmış, zaman içinde dolmuş, bina şu anda denizden içeride.

   



Devrim Müzesi'nden aşağı bakış - Amerikan arabaları, Fidel'in Domuzlar Körfezi çıkarmasında kullandığı tank, eskiden deniz kıyısında olan kale burcu kalıntısı

Binanın girişi, tamamen Jose Marti'ye ayrılmış desek yeridir.

                      

Hemen giriş katında bir koridora ise muhtemelen günümüzde hiçbir ülkenin cesaret edemeyeceği, ancak Küba'nın yıllardır süren özgüveni, dik ve özgür duruşuyla tamamen özdeşleşen bir alan yaratılmış: Salaklar Köşesi ("Rincon De Los Cretinos"). Burada soldan sağa Batista, Ronald Reagan, George Bush Sr, Bush W karikatürleri yerleştirilmiş. Batista'nın yanında "Devrimi gerçekleştirmemize yardımcı olduğun için teşekkürler, salak", Reagan'ın yanında "Devrimi güçlendirmemize yardımcı olduğun için teşekkürler, salak", George Bush Sr'ın yanında "Devrimi pekiştirmemize yardımcı olduğun için teşekkürler, salak", Bush W'nin yanında ise "Sosyalizmi geri dönüşsüz kılmamıza yardımcı olduğun için teşekkürler, salak" yazıyor. Amerikalı turistlere rehberlik edenler, genelde Devrim Müzesi gezisini bu duvara uğramadan tamamlatmaya çalışıyormuş.



Devrim Müzesi'nin üst katları tamamen Küba Devrimi'nin hikayesine adanmış. Fotoğraflar, belgeler, çizimler ve haritalarla devrimin gelişimi, hem askeri, hem sosyal hem de ekonomik mücadele boyutuyla detaylıca anlatılıyor. Küba Devrimi'nin en önemli özelliği, halkın topyekün desteğini alması. Bir çok bölgenin çatışmaya gerek kalmadan Castro güçlerinin eline geçmesi bunun en önemli göstergesi. Devrimden sonraki öncelik ülkedeki eşitsizliği sonlandırmak ve yaşam standardını yükseltmek olduğundan halk desteği hep devam etmiş.


Tarım reformu sırasında halkın gönüllü bağışlarını atması için kurulan kumbara

Devrimin halka en önemli iki getirisi eğitim ve sağlık hakları. Bugün ekonomi her ne kadar en parlak döneminde olmasa da, eğitim ve sağlık yatırımlarından ve harcamalarından taviz verilmiyor. Halk için hem eğitim (okul öncesinden üniversite sonuna kadar) hem de sağlık (hem tedavi, hem ilaçlar) tamamen ücretsiz. Bu iki kalemin bütçeden aldığı pay, başka bir şeyle yer değiştirmiyor. Havana'nın göbeğinde maddi yetersizlikten ötürü onarılamayan binalar, Capitol'ün restorasyonunun ziyadesiyle uzun sürmesi falan sağlık ve eğitim ödeneklerini buraya kaydırmıyor. Bu tutarlılık ve azim, Küba'daki ortalama yaşam süresini 62-66 yıldan 78-82'ye çıkarıp bebek ölüm hızlarını kişi başına düşen GSMH'sı kendisinin 5-6 katı olan en gelişmiş ülkeler (ABD, İngiltere vb) düzeyine çekebilmiş (2006, 2007 verisi). Küba'da sağlık üstüne okuduğum bir araştırmada İnsani Gelişmişlik Endeksi sıralamasında Küba'nın en yüksek performanslı ülke olduğundan bahsediliyor. Bu endeks, yaşam umudu, erişkin okur-yazarlık oranı, ilk-orta ve lise eğitimine katılma oranı ve kişi başı ulusal gelirin bir bileşkesi olarak hesaplanıyor ve bu ham puan üstünden ülkeler sıralanıyor. Eğer bir ülke, insani gelişmişlik sıralamasında kişi başına düşen ulusa gelir sıralamasından daha iyi bir yerde ise, bu o ülkenin gelirine nazaran çok daha iyi bir insani gelişmişlik elde ettiğini gösteriyor. Bu fark, 2006 yılında ABD için -7, Türkiye için -15 iken Küba için +40.

Küba, sağlıktaki bu gücünü ekonomisine de girdi olarak kullanıyor. Özellikle Latin Amerika ve Afrika ülkelerine sağlık hizmeti sunabilmek ve o ülkelerdeki tıp biliminin gelişimine katkı sağlayabilmek için her sene doktor gönderiyor. Devrimden beri yurt dışında görevlendirilen toplam doktor sayısının 325.000 olduğu tahmin ediliyor. Sadece 2007 yılında dünyanın 103 ülkesinde çalışan 30,000 medika personel varmış. Venezuela, özellikle Hugo Chavez sağ iken Küba'nın en yakın müttefiklerinden, şimdi de Maduro ile iyi ilişkiler sürüyor. Venezuela ile Küba arasında "oil for doctors" programı bulunuyor, 31.000 Kübalı doktor Venezuela'da çalışıp 40.000 Venezuelalı personeli eğitiyor, bunun karşılığında Venezuela Küba'ya günlük 100.000 varil petrol sağlıyor.

Küba'da mavi akrep zehirinden kanser tedavisi, vitiligo ve sedef tedavisi uygulanıyor. Menenjit ve hepatit B aşıları Küba'da bulunmuş, AIDS'in anneden bebeğe geçmesini önleyebildikleri söyleniyor. Ayrıca bugünlerde Türkiye'de de çok gündemde olan akciğer kanseri aşısı konusu var. Küba'da 5-6 yıl öncesinde Küba Moleküler İmmunoloji Merkezi'nin 25 yıllık araştırmalarının sonucu olarak akciğer kanseri hastaların hayatlarını 6 aya kadar uzatan bir aşı "CimaVax" bulunmuş, kanserli hücreleri besleyen belirli hormonları baskıladığı, bu şekilde kanserli dokuları küçülttüğü söyleniyor. İlaç endüstrisi önünü kesmezse ve bu aşı daha da güçlendirilebilirse kansere yeni umut olarak tüm dünyaya yayılabilir. Hoş, önünü kesse ne olacak, Küba kendi içinde tedavi arayışlarına her şekilde devam eder zaten. Çernobil kurbanlarından 18000 kişi Küba'da tedavi görmüş. Hugo Chavez'in kanser tedavisi için Küba'ya gidip geldiği biliniyor. Kanser aşısı konusu blog üstünde çalıştığım Eylül-Ekim 2016 aylarında Türkiye'de de hot-topic, birkaç günde bir televizyon ya da gazetelerde konuya ilişkin bir şeyler bulmak mümkün.

Devrimin sağlık ve toprak reformuyla beraber bir başka önemli parçasını da eğitim seferberliği oluşturuyor. 1961 yılında Che'nin de şahsen destek verdiği bir "okur-yazarlık kampanyası" başlatılır. Ülke genelinde anketler düzenlenerek herkesin eğitim düzeyi ve okuma-yazma durumu ölçülür ve ülke genelinde yapılacak olan okur-yazarlık kampanyasında gönüllü olmak isteyip istemeyeceği sorulur.  Kampanyada 35bin öğretmen, 105bin genç gönüllü olur; bunların 55bini kadındır. Özellikle kırsal kesimden başlayarak gündüzleri halkla beraber tarlalarda çalışıp akşamları eğitim etkinliklerini gerçekleştirirler. Bu seferberlik sırasında okullar eğitim öğretime 6 ay kadar ara verir. Bu seferberlik sonucunda 1953 yılında 24% olan okumaz-yazmazlık oranı devrim sonrasında hızla geriler, bugünkü verilere göre ise Kübalıların 100%'ü okur yazardır. Bugün Küba'da okul öncesinden üniversite sonuna kadar tüm eğitim sistemi tamamen ücretsiz, kıyafetlerden araç gerece kadar her şeyi devlet karşılıyor. Dini eğitim veren ya da özel statüde eğitim kurumu yok. Bir sebeple eğitim dışında kalan 17-29 yaş arası gençlere özel meslek edindirme programları sunuluyor.

Küba devriminden sonra Che Sanayi Bakanlığı, Merkez Bankası başkanlığı, ordu eğitim direktörlüğü gibi pek çok görevde rol alır. Merkez Bankası başkanlığı yaptığı dönemde paraları imzalaması gerektiğinde, para kavramıyla dalga geçmek istercesine lakabı olan Che ile imzalar. Küba'da turistlerin bol bulunduğu yerlerde yerel halkın kullandığı Peso'ları birkaç CUC karşılığında satıyorlar. Che imzalı bu eski paralar artık tedavülde olmadığı için pek kıymetli ve tek banknota 10CUC isteyebiliyorlar. Ben Che resmi olan 3 Peso'dan aldım ancak Che imzalı para almadım.

Küba devriminden sonra her şey güllük gülistanlık olamamış elbette. Amerika, Küba'nın ekonomik millileştirme hamlelerinden sonra Küba ile uğraşmaya devam etmiş. Domuzlar Körfezi çıkarması ve füze krizi Amerika ile ilişkilerin en fazla gerildiği noktalar olmuş.

1961 yılında Amerika destekli devrim karşıtı Kübalılar Fidel'i devirmek için CIA gemileriyle Domuzlar Körfezi'ne çıkarma yaparlar. Üç gün süren çatışmalardan sonra yargılanan çıkarmacı Kübalı mülteciler olayın ABD kaynaklı olduğunu açık edince arkadaki gizli destek ifşa olur. Bu başarısız çıkarma ABD için hüsranla ve uluslararası arenada utanç duyacağı bir sonuçla biter. 1200 tane Amerikan askeri Küba hükümeti güçlerince esir alınır, bu esirler 53 milyon USD karşılığı gıda ve ilaç (yoğunlukla bebek maması) karşılığında salıverilir. Olayın arkasından Kennedy "Zaferin yüz bin tane babası vardır, ancak hezimetler yetimdir" sözü, Domuzlar Körfezi çıkarmasının özeti gibidir.  Küba'nın başarısından sonra o dönemde Ekonomi Bakanı olan Che Kennedy'e bir not gönderir: "Domuzlar Körfezi için teşekkürler. Çıkarmadan önce devrim zayıftı. Şimdi her zamankinden daha güçlü." Küba, bu başarısının şerefine 1961'de Domuzlar Körfezi Nişanı vermeye başlar, nişanın ilk sahibi Sovyet astronot Yuri Gagarin olur.

Domuzlar Körfezi, Küba'nın Amerika'yı bozguna uğratması açısından oldukça önemlidir. Amerika bu olayın ardından Küba ile uğraşmaya ve Fidel'i ortadan kaldırma çalışmalarına devam eder. Fidel'e 638 kere suikast düzenlenir ancak Fidel hepsinden sağ kurtulmayı başarır. Domuzlar Körfezi'nin hemen ardından yine CIA'in rejimi devirmek üzere planladığı "Firavun Faresi Operasyonu" başlar. Bu defa Küba'nın enerji hatlarına, petrol rafinerilerine, demiryollarına, ticaret gemilerine sabotajlar düzenlenir, tütün ve şeker kamışı tarlalarına zarar verilir. 10 ayda 8000 sabotaja sahne olan bu operasyon da, Domuzlar Körfezi gibi başarısızlıkla sonuçlanır. Çıkarmanın ardından Castro yayınladığı Havana Bildirgesi ile dünyaya Küba'nın sosyalist politikalar izleyeceğini dünyaya ilk kez duyurur.

1962 yılında Amerika ile ilişkiler bir kez daha gerilir. O yıl ABD Türkiye'ye, SSCB ise Küba'ya nükleer başlıklı füzeler yerleştirir. Ekim 1962'de iki süper güç ABD ve SSCB füzelerden ötürü karşı karşıya gelir ve dünya bir nükleer savaş tehdidi ile karşı karşıya kalır. Bu dönemde Küba'nın Sovyetler'le ilişkileri yavaş yavaş yakınlaşmaya başlamıştır. ABD, Küba'daki Sovyet füzelerini haber alnca Küba'yı denizden ablukaya alır. Küba'ya yaklaşmakta olan Sovyet gemilerinin ablukaya uymazlarsa batırılacağını açıklar. SSCB, ABD'nin Türkiye'deki füzelerini sökmesi halinde Küba'daki füzeleri sökeceğini açıklar, ABD (Kennedy) ise SSCB'nin Küba'daki füzeleri sökmesi halinde ablukaya son verileceğini ancak Türkiye'deki füzeler konusunda bir aksiyon garanti edemeyeceklerini açıklar. Sonrasında görüşmeler yumuşamaya başlar, SSCB ABD'nin Türkiye'deki füze rampalarını kaldırması ve ABD'nin Küba'daki hükümeti devirmek için girişimde bulunmayacağı sözünün karşılığında Küba'daki füzelerini söker, ABD de bir süre sonra Türkiye'deki füzeleri söker. Konunun bu şekilde çözümlenmesi Soğuk Savaş döneminde bir "yumuşama diyaloğu" kurulabilmesi açısından önemlidir, ancak SSCB tarafında süreci yürüten Khrushchev başarısızlıkla, serüvencilikle ve davaya ihanetle suçlanmış ve SSCB taraftarı ülkeler arasında itibar kaybetmiştir. Amerika'nın özellikle 60lı yıllarda Küba'ya zarar verme girişimleri devam eder.

Füze krizi, Che ve Fidel arasında bir ayrışma noktasının başlangıcıdır. Che, SSCB'nin Fidel'in görüşünü almadan füzeleri sökmesini ihanet olarak algılar ve SSCB ilişkilerinde daha temkinli olunması gerektiğini savunur. Öyle ki, Cezayir'deki son konuşmasında Kuzey Yarımküre'nin, batıda ABD, doğuda SSCB liderliğinde Güney Yarımküre'yi sömürdüğünü söyler. Che, Füze krizinden sonra "eğer füzeler Küba'nın kontrolünde olsaydı, onları ABD'nin önemli birkaç kentine fırlatabileceğini" söylemiştir. Fidel her ne kadar 1968'e kadar Soğuk Savaş döneminde tarafsız kalan ülkelerin oluşturduğu Bağlantısızlar Hareketi'nin bir parçası olarak kalsa da, 68'den sonra SSCB ile ilişkilerin düzelmesiyle ekonomik ve askeri anlamda SSCB'ye dönük bir dış politika izler. Che ise daha Maoist, SSCB'den ziyade Çin'e yakın ve daha bağımsız bir modeli savunmıştur. SSCB'nin dağılma aşamasına girmesinden sonra ambargo altındaki Küba'nın "özel dönem" olarak anılan ekonomik darboğaza girdiği zamanlar başlar.

Che'nin Küba devrimci hareketinde hem savaşçı hem de devrimci olarak rolü çok önemli. Che, aslen Kübalı  olmadığı halde, biraz da Latin Amerika halklarının kendilerini ülkelerden ziyade "Latin Amerikalı" kimliğiyle de tanımlamalarının etkisi de yadsınamaz. Che, devrimin hemen ardından Şubat 1959'da "doğuştan Küba vatandaşı" ilan edilir. Devrim sonrasında Che'nin ilk aldığı görev, Havana'nın doğu girişindeki La Cabana hapishanesinin komutanlığıdır. Che'nin Havana'daki evi de tam hapishanenin karşısında. Batista rejimindeki işkenceler ve kötü muameleler, halka açık mahkemelerde yüzleşme usulü ile yargılanmasından ve infazından da sorumludur. Bu mahkemeleri 300 tane yabancı gazeteci takip eder.


Che, devrim sonrası Küba'nın yeniden yapılanmasında ekonomiyle ilgilenmiş, sonrasında sanayi bakanlığı da yapmıştır. Fidel'le aralarında geçen ilginç bir diyalog var: Bir toplantıda Fidel kürsüden "aranızda iyi bir ekonomist (economista) var mıdır?" diye sorar, kalabalığın içinden sadece Che el kaldırır. Fidel şaşkın bir şekilde "Ekonomiden anladığını bilmiyordum" der. Che'den gelen yanıt "Ben aranızda iyi bir komünist (comunista) var mı dediğini sanmıştım."

1960 yılında cephane taşıyan Fransız La Coubre gemisi Havana'da yük boşaltma sırasında patlar. Küba hükümeti bu patlamanın CIA'in sabotajı olabileceğini savunur. Che, Merkez Bankası'na gidiyorken yolunu değiştirip patlamanın olduğu yere gelir ve yaralılara tıbbi müdahalede bulunur. İlk patlamadan yarım saat kadar sonra daha büyük ikinci bir patlama meydana gelir. Patlamalarda toplam ölü sayısının 150 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Olay, kendi vahametinin yanısıra, hayatını kaybedenler için düzenlenen cenaze töreninde Guerrillero Heroico'nun yakaladığı Che pozu ile de tarihte kendine yer edinir. Bu fotoğraf, çekilmesinden yedi yıl sonra (Che'nin ölümünden sonra olabilir bu durumda, emin değilim) yayınlanır ve 20. yüzyılın sembolü ve dünyanın en ünlü fotoğrafı olur. Heroico, bu fotoğrafı kullanan Smirnoff firmasına "bu fotoğrafın Che'nin anısını yaşatmaya çalışanlarca kullanılmasına karşı olmadığı, ancak alkol gibi ticari nesnelerin reklamında kullanılmasına izin veremeyeceği" sebebiyle daha açar ve 50.000USD tazminat kazanır. Kazandığı tazminatı, "Che de böyle yapardı" diyerek Küba hükümetine bağışlar.

Che'nin ünlü pozu

Küba devrim şehitlerini anma yürüşünde Che ve Fidel

1964 yılında Che, Küba'yı temsilen Birleşmiş Milletler'de bir konuşma yapar. Türkçe altyazılı konuşma videosu burada İngilizce metin ise burada bulunabilir. Konuşmada, ABD'nin haksız ambargosunu protesto eder ve Fidel'in daha önce yayınladığı ABD önderliğinde başlayan bu ambargonun kaldırılmasını, Küba'ya karşı yürütülen casusluk ve sabotajların sona ermesini ve ABD'nin Guantanamo'daki üssünden çekilmesini içeren isteklerini tekrarlar ve konuşmasını "vatan ya da ölüm"(patria o muerte) diyerek tamamlar. Che'nin BM genel meclisine, herkes takım elbiseli iken askeri kıyafetle çıkması, kendisinden emin ve rahat tavrı, Amerika'nın yaptıklarını net bir şekilde ortaya koyması dikkate şayan ve Küba'nın en başından beri süregelen özgüveninin ve gururun vücuda gelmiş hali gibi.

Che, Aralık 1964'te yurt dışına çıkıp Çin, Mısır, Cezayir, Gana, Tanzanya'yı da içeren çok sayıda ülkeyi dolaşır. Cezayir'de "bir ülkenin emperyalizme karşı zaferi bizim zaferimiz, yenilgisi de bizim yenilgimizdir" dediği bir konuşma yapar ve Mart 1965'te Havana'ya döner. İki hafta sonra Küba'daki kamu görevlerinden ayrılıp ortadan kaybolur, 1965 yılının en büyük gizemi Che'nin nerede olduğudur. Bu kayboluşun arkasında çok çeşitli sebepler olduğu ileri sürülür, Sanayi Bakanlığı yaptığı dönemdeki projeleri başarısız oluşu, Fidel'le fikir ayrılıklarına düşmesi bunların başlıcalarıdır. Aslında belki de en büyük sebep, Che'nin gerçek bir saha ve aksiyon adamı olması ve artık  Küba'daki sistem oturmaya başladığı için yaptıklarının onu yeterince tatmin etmemeye başlamasıdır. 1965 yılında ortadan kayboluşunun ilk durağı, Castro ile planlayarak ve Kübalı askerlerle devrime öncülük edecek askeri birliklerin oluşturulması ve eğitimi için gittiği Kongo idi. Bu devrim hareketi başarısız olur, Che'nin de astımı azmıştır, Castro'nun gönderdiği iki memurun ikna etmesi sonucu Kongo'yu terk eder. Bu sırada Fidel'e kendi ölümünden sonra okunması şartıyla mektuplar yazar, ancak Fidel mektupları okur. Bu mektuplarda ihtiyacı olan diğer halklara yardımcı olabilmesi için Küba ile bağlarını kopardığı yazmaktadır. Mektuplarının okunduğu anlaşılınca Kongo'dan Prag'a gider, orada dört ay kadar kalır ve kılık değiştirmiş bir şekilde gizlice Küba'ya gelir ve Castro ile görüşür. 

Che'nin yeni kılığı ve Fidel

Che'nin Fidel'e veda mektubu:

Fidel,
Dünyanın başka ülkeleri benim mütevazı çabalarımın yardımını istiyor. Ben senin Küba’ya olan sorumluluğunun sana imkân vermediği şeyi yapabilirim. Ayrılmamızın zamanı geldi.
Bunu acı ve sevincin karışımıyla yaptığım bilinsin; burada benim kurucu umutlarımın en safını ve sevdiklerim arasında en sevgili olanı bırakıyorum ve beni evladı gibi kabul eden bir halkı bırakıyorum. Bu, benim ruhumdan bir parça koparmaktır. Yeni savaş alanlarında bana vermiş olduğun inancı, halkımın devrimci ruhunu, görevlerin en kutsalı olan nerde olursa olsun emperyalizme karşı mücadele etme görevini yerine getirme duygusunu taşıyacağım.
Başka gökler altında son saatim geldiğinde benim son düşüncem bu halk ve özellikle sen olacaksın. Öğrettiklerin için ve eylemlerimin en son sonuçlarına dek sadık olmaya çalışacağım, örneğin için sana teşekkür ettiğimi, Devrimimizin dış politikası ile her zaman özdeşleştiğimi ve buna devam edeceğimi, sonumun geldiği herhangi bir yerde Kübalı devrimci olmanın sorumluluğunu duyacağımı ve öyle davranacağımı, çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmadığımı ve bundan üzüntü duymadığımı, aksine sevindiğimi, onlar için hiçbir şey istemediğimi çünkü devletin onlara yaşama ve eğitim görmeleri için gereken her şeyi vereceğini biliyorum.
Her zaman, zafere kadar!
Ernesto

Che'nin çocuklarına veda mektubu:

Sevgili Hildacık, Aleidacık, Camilo, Celia ve Ernesto,
Eğer bu mektubu okumanız gerekirse bu, sizlerin arasında olmadığımdan olacaktır. Beni zar zor hatırlayacaksınız, en küçükleriniz ise hiç hatırlamayacaktır. Babanız düşündüğü gibi hareket eden bir adamdı ve kesinlikle inançlarına bağlıydı.
İyi bir devrimci olarak yetişim. Doğaya egemen olmayı olanak kılan tekniğe egemen olmak için çok çalışın. Devrimin önemli olduğunu ve bizlerin yalnız başımıza hiçbir değerimizin olmadığını hatırda tutun. Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir kişiye karşı yapılan herhangi bir haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu, bir devrimcinin en güzel niteliğidir. Sizi ufaklıklar, hep görmeyi umuyor ve kocaman kucaklıyorum.
Babanız
Che, yeni bir devrim hazırlığı için Bolivya'ya gider. Bolivya ordusuna gerilla eğitimi vermek için Bolivyalı komünistlerin ona sağladığı araziyi kullanır. 1967 yılında kamp bölgesini terk ederlerken geride bıraktıkları fotoğraflarla kılık değiştirmiş ancak sesi, hali tavrı ile de orada olduğundan şüphe duyulan Che'nin varlığını kanıtlayınca, Bolivya devlet başkanı orduya Che ve yandaşlarını yakalama emri verir. Orduyla girilen çatışmalarda bazı başarılar ve yenilgiler alınır. Devrim, ABD ve CIA'in de başkaldırıcılara karşı Bolivya'ya yardım etmesi ve yerli muhaliflerin desteğinin yetersizliği sebebiyle başarısız olur. Ek olarak Bolivya'daki komünist partililerle devrimden sonraki yönetimle ilgili konularda anlaşmazlık yaşar. 1967'nin Ekim ayında bir muhbirin gerilla kampının yerini orduya bildirmesinin üzerine yakalanır, ayaklarından yaralandıktan sonra teslim olur. Boş bir okula götürülür, yaralarına herhangi bir tedavi uygulanmadan geceyi sorgulanarak (ve soruları yanıtsız bırakarak) geçirir, ertesi gün, 9 Ekim 1967'de kurşunlanarak öldürülür. Son sözleri celladına söylediği "Buraya beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Vur beni korkak, yalnızca bir adam öldürmüş olacaksın." olur. Cesedinin tanınmasını sağlamak için yüzüne ateş edilmez, defalarca bacakları kurşunlanarak öldürülür. Ölümünden sonra ayaklarından bir helikopterin iniş takımlarına bağlanıp yakınlardaki Vallegrande'ye götürülür, oradaki bir hastanede cesedi basına teşhir edilir. Daha sonra naaşının tanınmaması için elleri kesilerek bilinmeyen bir yere götürülerek ceset ortadan yok edilir.

Ölümünden yıllar sonra Amerikalı bir subayın alkollü iken "Che'yi gömdüklerini" söylediği rivayet edilir. Bunun üzerine, öldürülüşünden 30 yıl sonra elleri olmayan cesedinden kalan kemikler Vallegrande'deki bir uçak pistinin altından kazılara çıkarılır ve dişinden yapılan DNA testinden sonra Küba'ya getirilir. Cesedinden kalanlar, Bolivya'da birlikte olduğu altı yoldaşıyla birlikte Santa Clara'daki anıt mezarına defnedilir.

Aslen Arjantinli olduğu halde, bilmediği topraklardaki insanlara eşitlik ve özgürlük mücadelelerinde destek olan, önderlik eden Che, Kübalılar için gerçek bir kurtarıcı, kahraman. Üç çocuğu da halen Küba'da yaşıyor, oğlu motorsiklet tur yaptırıyor, kızlarının biri avukat, diğeri kadınlarla ilgili sosyal projeler yapıyor. Dünya üzerindeki tüm anti-emperyalist ve eşitlikçi mücadeleleri yakından takip etmiş ve incelemiş. Öldürüldüğünde çantasından Atatürk'ün Nutuk'unun çıktığına dair bilgiler var. "İnsanları doyurunca kahramansın, ama bu insanlar neden aç diye sorunca sana komünist diyorlar" sözünün Che'ye ait olup olmadığı konusu şaibeli olsa da, dünya görüşünü çok net yansıttığı kesin.

Che'nin Havana'daki (aslında çok da uzun süre kullanmadığı) evi, komutanlığını yaptığı La Cabana hapishanesinin karşısında, günümüzde müze olarak kullanılıyor. Oldukça sade, ama etkileyici bir yer. Che astım hastası olduğu için evin konumu oldukça havadar. Evin karşısında bir de Rio'dakine benzer olarak yapılan ve Havana körfezine tam hakim konumdaki 20 metrelik İsa heykeli (Christ of Havana) var.

                                                                     Christ of Havana                                                                                                                                                                                                                   
   
                 Che'nin evi - dış görünüm                              1997'de Che'nin naaşının nakledildiği kutu

Che'nin satranç tutkusu evinde de yansıtılmış

Evin duvarları Che'nin fotoğrafları ve tablolarıyla bezeli. Evin giriş kapısının yanında aşağıdaki yazı asılı, Nazım'ın "Karıma Mektup" şiirinden bir alıntıyla.  "Bundan böyle ölümümü rahatsız edici bir olgu olarak görmeyeceğim, Hikmet'in dediği gibi, mezara sadece yarım kalmış bir şarkının acısını götüreceğim." 

               
Ev girişinde Nazım ve "Saçlarıma yıldız düşmüş, koparma anne, ağlama!"

Che'nin bu cümleyi nerede kullandığına dair internette tutarlı bir bilgi bulamadım ne yazık ki. Tam olarak bu şekliyle alıntı bulabildiğim bir kaynakta, Temmuz 1956'da Küba devrimi için hazırlık yaparlarken Meksika'dan anne babasına yazdığı mektupta geçtiğini okudum.  Mektupta geçen kısım şöyle: "In the mid-term future, I'll be linked to Cuba's liberation. I'll either triumph with it or die there... I can't say much about the immediate future, because I don't know what will happen to me. I am in the judge's hands, I may easily be deported to Argentina if I don't get asylum in another country, which would be good for my political health. Whatever happens, I must meet my new destiny, whether I remain in this prison or go free. We are on the eve of declaring a hunger strike in protest against the unjustified arrests and the torture to which some of my comrades were subjected. The group's morale is high. If for any reason (and I don't think this will happen) I can't write again and have the misfortune to lose, look on these lines as my farewell - not very grandiloquent, but sincere. I have gone through life searching for my truth by fits and starts and now, having found the way with a daughter who will perpetuate me, I have come full circle. From now on, I wouldn't consider my death a frusturation, but, like Hikmet, "I will take to my grave only the regret of an unfinished song." - "Orta gelecekte, Küba'nın özgürlüğüne adanacağım. Ya zafer kazanacağım, ya da orada öleceğim. Yakın gelecek için bir şey diyemiyorum çünkü başıma ne geleceğini bilmiyorum. Bir yargıçın ellerindeyim, başka bir ülkeye iltica edemezsem Arjantin'e kolayca deport edilebilirim ve bu politik açıdan bana iyi olur. Her ne olursa olsun, ister bu hapishanede kalayım ya da tahliye olayım, yeni kaderimle yüzleşmek zorundayım. Adaletsiz tutuklamaları ve bazı yoldaşlarıma yapılan işkenceleri protesto etmek için yarın açlık grevi ilan ediyoruz. Grubun morali iyi. Eğer (öyle olacağını pek sanmıyorum ama) herhangi bir sebeple tekrar yazamazsam ve talihsiz bir şekilde (aklımı?) kaybedecek olursam bu satırları dokunaklı değil, içten bir veda olarak kabul et. Hayatımı doğruları arayarak geçirdim ("doğruları aradığım yolda tökezleyerek ilerledim" olarak çevirisi de var) ve şimdi kızımın da sürdüreceği o yolu buldum, tam döngüyü tamamladım. Bundan sonra ölümümü rahatsız edici bir olgu gibi görmeyeceğim, Hikmet'in dediği gibi, mezara sadece yarım kalmış bir şarkının acısını götüreceğim."

Muhtemelen alıntıyı iki kere kullanmış olacak ki, pek çok kaynakta annesine yazdığı mektupta Nazım'dan alıntı yaptığı kısım mevcut ancak başındaki sözler aynı değil. Genelde daha çok bilinen/yayınlanan mektupta geçen ifade tam olarak şöyle: "Next comes the tough part... the signs are good. They augur victory. But if they are mistaken, since even the gods make mistakes, I think that I'll be able to say like a poet you don't know: 'I shall carry beneath the earth only the sorrow of an unfinished song.' "   -  ("Sonra zor kısım geliyor, işaretler iyi yönde. Zafer alametleri gibi. Ama eğer yanılıyorlarsa, ki tanrılar bile hata yapar, sanırım senin bilmediğin bir şair gibi "Yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim" diyebileceğim."). Alıntı birkaç kaynakta tutarlı veriliyor, ancak mektubun tarihi konusunda farklılıklar var. Bazıları Che'nin Küba devrimi öncesinde 1956'da bu mektubu annesine gönderdiğini yazıyor, bazıları ise Bolivya'dan, 1967 yılında gönderdiğini. Daha fazla kaynakta Ekim 1956'da Meksika'da yazdığını gördüğüm için onlardan birine referans ile bu şekilde doğru olduğunu kabul ediyorum.

Nazım'la Küba'nın bildiğim ilk buluşması, "Otobiyografi" şiirinde geçen "elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırag'dan Havana'ya" dizeleri. Prag'dan kalkan uçaki Portekiz'in bir adasına 6 saatte varıyor, geceyi orada geçirip sonra Havana'ya ulaşıyorlar. Zamanın ruhuna ne kadar uyumluymuş, ya da ne şanslıymış Nazım ki komünizmin en yükselmiş olduğu dönemde, inançlarının uygulamalarını en iyi olduğu zamanda yaşayıp görebilmiş. Herhalde o şartlarda sevdiklerinden koparılan, vatanından sürgün edilen bir insanın en büyük avuntusu budur. 1961'in mayıs ayında, Moskova'da tanıştığı Kübalı sosyalist şair Nicolas Guillen'in davetiyle geliyor Nazım Havana'ya. Guillen Nazım'ı karşılamaya beyaz bir Cadillac'la geliyor. Nazım, bu Küba seyahatini "Havana Röportajı" şiirinde muhteşem tasvirlerle anlatıyor, bu anı da "Ak bir kadillak'la girdik Havana'ya. Otomobilin böylesine ömrümde ilk kez biniyorum. Araba değil okyanus! Milyoneri Miami'ye kaçmış. Çarın tahtı geldi aklıma. On dokuzumda Kremlin'de üstüne oturup resim çektirdimdi, kılıflıydı.". Sonrasında da bugün Havana Libre otelinin (Nazım'ın o ziyaretinde kaldığı eski Hilton oteli) duvarını süsleyen dizeler geliyor: "Dolaşıyorum Havana sokaklarını. Asfaltla ağaçları birbirine karıştırıyorum. Otomobillerle asfaltı birbirinden ayırt etmek olmuyor. Yağmurla güneşi, ak bulutlarla masmavi yüzme havuzlarını, kadınlarla yemişleri birbirine karıştırıyorum. Çocuk bahçeleriyle hürriyeti, hürriyetle bu şehrin insanlarını birbirinden ayırt etmek olmuyor. ... Fidel'le türküleri birbirine karıştırıyorum ... Samos socialista palante! Palante! (Biz sosyalistiz, ileri, ileri!)... Fidel'le Havana'yı birbirinden ayırt etmek olmuyor." Küba'ı henüz görmüş gelmiş biri, en azından 2000'lerin ilk çeyreğinde, bu şiiri okuyunca/dinleyince, gördüklerinden de azıcık etkilenmişse hele, Havana'yı yeniden yaşamış gibi olmaması, boğazına bir yumru oturmaması imkansız. "Ambalaj kağıtları parçalarına rastlıyorum bankaların, fabrikaların filan kapılarına çivilenmiş, ve üzerlerinde nacionalizado (millileştirilmiş) yazılı çoğu kere kırmızı mürekkeple. Ve köylülere rastlıyorum, sağ ellerinde toprakların tapuları ve kooperatif cüzdanları sol ellerinde ve bir düşün içindeymişler gibi bir halleri var." Nazım'ın Havana'da Che ya da Fidel'le görüşüp görüşmediği konusunda net bir bilgi yok, olabilecek gizli bir görüşmenin sızma ihtimali zaten yok, ancak Che'nin bu ziyaret sırasında Uruguay'da katılacağı bir toplantı için hazırlık yapmakta olduğu bilgisini okudum bir yerlerde. Bu da Che ile Nazım'ın bir araya gelme ihtimalini düşürüyor, Fidel'le belki...

Konu biraz dağıldı gibi. Ya da asıl konu zaten buydu, kalanı hikayeydi, kim bilir?

Devrim Müzesi çıkışında Havana'nın alametifarikaları, eski Amerikan milyonerlerinin devrimden sonra alamadıkları arabalarına binip şehrin görmediğimiz yerlerini turluyoruz bir saat kadar. Beklenmedik bir Çin mahallesi çıkıyor karşımıza, mezarlıklar sonra, ilk akşamüstü yürüyerek keşfettiğimiz Havana Üniversitesi'ne çıkan yol, Malecon, bir kez daha Devrim Meydanı...

                    Çinliler her yerde                           Havana sokakları ve Amerikanlar

 
Havana sokakları sanat galerisi gibi             Amerikan'ın ön konsolu da gıcır

Malecon'da, Miramar tarafına giderken 2015 yılında Obama'nın ziyaretiyle yeniden açılan Amerikan konsolosluğu var. Yanıbaşında da bir konser alanı. Kübalılar rahat durmaz, kuyruğu illa dik tutar ya, ara sıra konsolosluğa doğru müzik yayınları yapılıyormuş. Konsolosluğun hemen önünde ise görüş açısını daraltan ve çoğunlukla Küba, kimi zaman da Kübanın devrim ve terör şehitlerini anmak için kullandığı siyah bayrakların dalgalandığı yüz otuz bayrak direği var. Konsolosluğun yakınında Jose Marti'nin kucağında bir bebek taşıyan heykeli bulunuyor. Heykeldeki bebek, 1999 yılında Miami'ye kaçmaya çalışırken batan bottan sağ çıkan tek kişi Elian Gonzales. Bebeğe Kübalılar sahip çıkıyor, Jose Marti de bebeğe sahip çıkarcasına sarılıyor ve "çocuklarınız bu duruma düşmesin" diye halkı uyarıyor. Jose Marti'nin parmağı deniz yönünden Florida'yı, ama konsolosluğun konumundan ötürü bir taraftan da Amerikan konsolosluğunu işaret ediyor, bu işin sorumlularını işaret edercesine. Heykel hakkındaki bir diğer anlatım da, 1960-1962 arasında Amerikalıların başlattığı Peter Pan operasyonuyla ilgili. Bu operasyonda Kübalı 14000 çocuk, aileleri olmadan uçaklarla Amerika'ya götürülmüş. Aileler çoğunlukla Fidel'in iktidarının uzun süreli olmayacağını, Amerika'ya gönderilen çocukların kısa zamanda Küba'daki aileleriyle kavuşacağını düşünmüş ancak çocukların yarısından çoğu Amerika'da Katolik Refah Bürosu'nda kalmış.

Jose Marti ve bebek

Devrim Müzesi gezisi ve arabayla Havana turu da bitince Che'nin evini gezdik ve öğle yemeği yedik. Günün ikinci yarısı boş zamandı, biz de bu defa elimizde harita ile şehri turlayıp keşfetmeye başladık. İlk durak limana yakın büyük pazar yeri. Burası türlü türlü hediyelik eşyaların ve en önemlisi sayısız güzel tabloların satıldığı kocaman bir alan. Üstü kapalı olduğu için sıcaktan da etkilenmeden rahatça gezmek mümkün. 


                                 

Havana'dan, ya da genel olarak Küba'dan ne alınır derseniz, ilk yanıt tabii ki ilginiz varsa puro ve ron. Puroların buralarda ucuz olduğunu düşünmeyin, iyi markaların pahalılığı sabit. Tek Cohiba'lar 6-7 CUC. Romeo y Guiletta, Monte Cristo, Guantenamera daha uygun fiyatlı. Ülkeden çıkarken puro konusu hassas, paket almışsanız ancak bandrollü puro çıkışına izin veriliyor (elinizde tek kalmış birkaç bandrolsüz puroda sorun yok), ve bir valizde en fazla 50 adet puro çıkarmaya izin var. Bu kontrolü kim nerede yapıyor bilmiyoruz, biz aldığımız puroları valize koyduk, valiz başı 25 adetti ve bandrollüydü gerçi ama, kontrol edildi mi bilmiyorum. Burada puro fabrikalarında çalışanların da günlük puro hakları var. Devlet ekonomide aşırı sıkı davranmadığı için, bazı çalışanlar fabrikada üretilen kimi kutuları ya da kendi istihkaklarını dışarı turistlere daha uygun fiyata satabiliyor. Bizim rehber de aracı oldu, 80EUR'a 25'lik Cohiba robustos alabildik bu sayede. Paris havalimanında aynı kutu (stok da bulunmamasına rağmen) 385EUR etiketle satılıyordu! Havana Club'ların da envayi çeşit ve boyutunu her yerde çok kolayca bulabilirsiniz.

Market alanlarında ve şehir merkezindeki dükkanlarda da görebileceğiniz üzere, Havana gerçek bir sanat galerisi. Her yerde çok güzel tablolar, heykeller var ve fiyatları gayet makul. Sadece büyük boyutlu resimler için yine bir pul ve fatura ihtiyacı var, bunları sağladıktan sonra bunları ülke dışına çıkarmakta sorun yok. Biz de biri daha küçük, biri biraz daha büyük iki tablo aldık.

Küçük hediyelikler açısından Küba çok zengin bir memleket. Çoğu el yapımı ve doğal ahşaptan ya da palmiye yaprağından mamül çok çeşitli şeyler bulmak mümkün. Benim favorilerim puro kutuları, tencere altlıkları, palmiye yapraklarından örülmüş şapka ve sepetler, Küba bayrakları ve plakaları, yelpazeler, almamış olsam da hindistan cevizi kabuklarına oyulan maymunlar, kola kutularından yapılmış oyuncak fotoğraf makinesi, el çantası gibi ürünler Kübalı insan figürleri oldu. Bir de her tarafta çok güzel kartpostallar ve görürseniz kaliteli magnetler var. T-shirt işi biraz dengesiz, çok çeşitli fiyat seviyelerinde bulabilirsiniz, 10-12CUC'a beğendiğiniz bir şey görünce alınabilir zira aynısını tekrar görememe ihtimali yüksek. Bir de Kanadalıların buradan paket paket taşıdığı Küba balı konusu var. Biz son durağımız Varadero'daki marketten yarım kiloluk bir kavanozu 2-2,5CUC gibi bir paraya aldık (buradaki fiyatlara göre bedava sayılır), Türkiye'de tadınca bizim bildiğimiz baldan biraz daha sıvı ama tadı gayet güzel. Mariposa markalı bir parfüm de Kübaya özgü Mariposa çiçeğinden yapılıyormuş. Bir de Küba markalı Alicia kremleri ve kozmetikleri var, bunlara da Kübanın sağlık alanındaki bilim ve teknolojisine güvenerek aldık. Fiyatları yine çok uygundu, nemlendiricilerin, anti-aging kremlerinin kutusu 15CUC civarında.

Alışverişten sonra yine eski Havana'da, Havana Vjea, Plaza San Francis ve Plaza de Armas civarında dolaştık ama bu defa daha sindirerek ve ayrıntılara dikkat ederek. Yürürken  şeker kamışı suyu (guarapo) satan birine denk gelip hemen denedik mesela, adam kamışları bir makinede o anda sıkıyor, içine biraz da limon katınca harika oluyor!

 
1700'lerin sonunda yaşamış bir şahsiyet                          Havana postanesi 80lerden kalma gibi

                                       
                                                   Daha çok yerellerin yediği bir restoran     


                                         
Hemingway'in takıldığı, Daiquiri'nin ortaya çıktığı Floridata barın önünde Coco-Taxi'ler

Otele dönerken "eski şehirden otele 10CUC'tan fazla ödemeyin" uyarısını da aklımızda bulundurarak Malecon'dan bir taksi çevirdik. Taksimetre açmadı (bu da devletten para kaçırmak, taksicinin cebine bahşiş atmak anlamına geliyor) ama bizi 5CUC'a Nacional'e bıraktı.

Havana'daki son gecemizin planı, Buena Vista Social Club'ı dinleyeceğimiz Cafe Taberna! Yemekte deniz mahsulleri, ıstakoz, karides ve balık vardı. Müzik şahane, yaş ortalaması 70-75 olan bu grup çalarken de çok eğleniyor, çok belli. Arada salsa yapan dansçı bir çift de onlara katıldı. Aslında grubun dünya çapında ünü var, hatta daha geçen baharda Zorlu Center'da konserleri vardı, ancak burada sanatçı kaprisinden hayli uzakta, oldukça mutevazı bir halleri var.

  

Havana'da her günümüz hem gündüz hem akşam yoğun olduğu için genelde akşam programının sonunda odalara çekilip dinlenme ihtiyacı hissettik. Bizimle aynı sıralarda Küba'da olan bir arkadaşım, defaatle bir gece dans ve içki için "Fabrica de Arte Cubano"ya mutlaka gitmemizi söyleyip duruyordu. Maalesef, biz Havana'ya Cumartesi geceyarısı varıp Çarşamba günü ayrıldığımız için, bir gün (pazartesi gecesiydi sanırım) taksiyle tam önüne kadar gidip mekanın Perşembe-Pazar 20:00 - 03:00 arası açık olduğunu üzülerek (ve taksici ile çok zor anlaşarak) öğrendik. Burası gündüz sanat galerisi, akşam ise çok çeşitli kesimlerden hem lokal hem turistlerin takıldığı bir club/bar'a dönüşüyormuş. Bu geceyi Habana Libre'nin en üst katında bulunan ve tüm duvarları camla kaplı olduğu için Havana'yı 360 derece gören barında tamamladık. Burası bir salsa bar, biz gittiğimizde saat 23:00 sularıydı ve ortalık yeni yeni ısınıyordu. Girişte kişi başı sanıyorum 10CUC ödeniyor, bu bedele bir içki dahil. Salsa ağırlıklı müzik çalıyor, eh Kübalıların da çoğu doğuştan dansçı olduğundan pist boş kalmıyor. Bizim pilimiz erken bitti, 00:30 gibi ayrıldık, muhtemelen biraz daha ilerleyen saatlerde pist daha da kalabalıklaşıyordur. 

Nacional'den Habana Libre'ye yürünen cadde üstünde daha lokal, daha küçük barlar ve salsa yapılan mekanlar da var. Geceleri bu caddede süslenip eğlenmeye çıkmış genç gruplar dolanıyor. Kimisi caddede içiyor, kimisi mekanların önünde sohbet ediyor... Ama asıl kalabalık Malecon üstünde, deniz kıyısını boylu boyunca takip eden duvarın orası. İzmir'i Kordon'u, İstanbul'un Boğaz'ı neyse onları alın, beşle onla çarpın - işte akşamları Malecon o! İnsanlar ellerinde Havana Club'ları, gitarları, aşkları, kahkahaları, sohbetleriyle grup grup bu duvarın üstünde oturup zaman geçiriyor. Oralardan geçerken (aslında genel olarak Havana sokaklarında gece-gündüz fark etmez, dolaşırken) Kübalılardan birinin yanınıza gelip nereli olduğunuzu, nereye gitmek istediğinizi vb sorması oldukça olası. Normalde tanımadığınız bir yerde bu sorularla karşılaşmak tedirgin edicidir ancak konu Küba olunca başınıza bir iş gelmeyeceğinden emin olmayı da hemen ikinci gün öğreniyorsunuz. Burada cezaların cayırıcılığı suç oranlarını oldukça düşürmüş, turistler için de özel koruma yasaları olduğu söyleniyor. Etrafta nöbet tutan polisler de gece-gündüz rast gelebilirsiniz. Havana'daki son gecemizde Nazım'ın anısını görmek için Habana Libre'ye tekrar yürüdük, o gece örneğin, etrafta gençler sohbet edip eğlenirken, kafasının çok yerinde olmadığını düşündüğümüz bir adam polise adeta ağlayarak/yalvararak İspanyolca bir şeyler anlatmaya uğraşıyordu. Ya da oradaki ilk günümüzde akşamüstü üniversite çevresini dolaştıktan sonra bizi otelin girişinde yakalayan müzik öğretmeni... Adam bir anda Türk olduğumuzu öğrenince bizimle ayaküstü 10-15 dakika boyunca sohbet etti: kendisi müzik öğretmeniymiş, arkadaşları Nacional'de çalıyormuş, kendisi de bir orkestrayla çeşitli mekanlarda müzik yapıyormuş... hatta ertesi gün çıkacağı bir otelde bizi ağırlamayı bile teklif etti!

Kübalılar eğlenmeyi, müziği, sanatı, dansı gerçekten çok seviyor. Havana'nın nemli sıcağı, devrimde "her aileye bir konut" şiarından yola çıkılarak dağıtılan konutların nüfus artışını yakalayamaması, dolayısıyla sloganın "her hanede sonraki kuşaklarla beraber birkaç aile"ye dönüşmesiyle birleşince, akşamları insanlar ve neşeleri evlere sığmaz oluyor. Bazı evlerin iç dekorasyonu (dışarıdan görülen kadarıyla) çok düzgün, kimisinde ise bir kanepe, birkaç sandalye ve bir televizyonla döşeli oturma odaları görülüyor önünden geçerken. Sokak aralarında gece gündüz fark etmeden kapı önlerinde oturan çocuklar ve yetişkinler görmek mümkün. Zaten Havana ya da Pinar del Rio veya Trinidad; güzel döşenmiş ya da daha basit ve kötü durumda görünen ev, fark etmeden, Küba'da evin dışındaki sallanan sandalyede oturmak meşhur. 

Küba'da bundan bir süre önce turizmin gelişmesine paralel olarak halka evlerini turistlere pansiyon gibi kiralama hakkı tanınmış - elbette belirli kanun ve denetimler karşılığında. "Casa particular" denen bu evlerin kapısında bir çıpa işareti var, bu o evin pansiyon olarak kullanıldığını belirtiyor. Devletin bu evlerin (ve yine tabelalarında Paladar yazan özel restoranların) kapasitelerini de kısıtlama hakkı var. 






Ertesi gün sabah saatlerinde güzel Havana'ya ne yazık ki veda edip Cienfuegos üstünden Trinidad'a geçecektik. Yolda ilk durak, Zapata'daki timsah çiftliği "Parque Nacional Cienega de Zapata". Küba'da hiç vahşi hayvan yaşamıyor, yılan yok, akrepler de zehirsiz. Kedi-köpek deseniz, zamanında evcil hayvan olarak İspanyollar getirmiş. Zapata'da yaşayan bu timsahlar Latin Amerika'ya özgü 18 tırnaklı bir tür. Sayıları 4000'e kadar indiği için korumaya alınmışlar. Çiftliğe varmadan önce bir sürat teknesiyle yerlilerin hayatının tasvir edildiği heykellerin olduğu bir parka gittik. 

  

  
    Hindistan cevizi kabuğundan orange monkey'ler ve timsah avcısı heykeli


 
Timsah çiftliğindeki sevimli dostlarımız - ölü gibi yatıp bir uyaranda çok hızlı hareket edebiliyorlar

 
Abinin elindeki ufaklıkla fotoğraf çektirmek mümkün. Gerçekten bir şey yapmıyor, ben bile denedim!

Küba öğünlerinde genelde deniz ürünü ve yanında balkabağı ezmesi ya da pirinç pilavı yeniyor. Bazı öğle yemeklerini açık büfe olarak aldık, bunlarda ilk boşalan kap makarna oluyordu. İnsanlar pilavdan bezdiyse demek :) Ben yine de olabildiğince lokal kalmaya çalışarak pilavı da eksik etmedim.
  
Bazı öğle yemekleri açık büfeydi, bu da onların biri

Küba'nın bayıldığım Flamboyant (ateş) ağacı. Hem çok güzel çiçek açıyor, hem geniş bir alana gölge veriyor. Google edince Porto Rico'nun ikonu gibi şeyler de çıktı, sanırım Karayipler'de yetişen bir ağaç türü. Küba'da kırmızı, turuncu ve morunu gördük, hepsi de birbirinden güzeldi.

 

Tur otobüsümüz, oradaki tüm turlarla aynı: Transgaviota firmasına ait. Otobüslerin tümü devlet tarafından sağlanıyor ve Çin malı. Doğru otobüsü bulmak için plakayı ya da camdaki numarayı tanımak şart.

Yemekten sonra 1819 yılında Haiti'den göçen Fransızlar tarafından kurulan Cienfuegos şehrine geçtik. Cienfuegos şehrinin Camilo Cienfuegos'la ilgisi yok, kelime anlamı yüz ateş, bu adı İspanyol validen almış. Şehrin Havana'dan sonra ikinci başkent adayı olduğu söyleniyor, ancak bugünkü duruma bakınca Havana kadar tarihi ya da gelişmiş olduğu söylenemez ancak kendine has havası, güzel binaları ve düzenli yapısıyla Unesco korumasında. 

Kentte ilk gördüğümüz yapı belediye binasının olduğu meydanda yer alan Tomas Terry tiyatrosu. 1889 yılında bir hayırsever tarafından yaptırılmış, at nalı şeklinde, içi oldukça süslü olan yapı bugün hala faal.

   
Tomas Terry tiyatrosu

Tomas Terry tiyatrosu Cienfuegos'un ana meydanında (Armas meydanı ya da Jose Marti Parkı) yer alıyor. Aynı meydanda daha önce tüccarlar tarafından yaptırılan, bugün yerel yönetim binası olarak kullanılan bina, müze binası ve büyük bir Jose Marti anıtı yer alıyor. 

   
                                                   Jose Marti anıtı ve Museo Provincial

                                      
Yerel yönetim binası

Cienfuegos çok düzgün kurulmuş bir şehir, tüm yollar birbirini dik kesiyor, çok düzenli, sakin bir görüntü hakim. Denize çıkan yollarda seyyar hediyelik eşyacılar, irili ufaklı sanat galerileri uzanıyor. 

   


Biz tam denize ulaştık, Cienfuegos'ta hava bozdu. Buranın yat kulübü meşhurmuş, giriş de ücretsizmiş üstelik ama, zaten girecek zamanımız yoktu, onu da geçtim hava da bir anda kapanıp fırtına çıkınca karşıdan görünüşü bile cezbetmedi doğrusu. 

                                   
Karşıda yat kulübü  

                                   
Küba'da evlerin çoğunda cam yok, doğrudan jaluzi tipi panjurlar var
                                            
                                    
Cienfuegos'un toplu taşıma aracı faytonlar

Şehrin güney ucunda, Cienfuegos'un taşıdığı bir başka değerli bina da Palacio de Valle. Bu villayı, Valle adlı bir şeker tüccarı 1913'te yaptırmaya başlamış. İnşaat 1917 yılında tamamlanmış ve 1,5 milyon Peso'ya mal olmuş. Binada Gotik, Barok, Roman, Doğu ve İtalyan mimariden esintiler var. Valle, 1917'de eve taşındıktan kısa süre sonra 1920'lerde şeker fiyatları düşünce kalp krizi geçirip hayatını kaybetmiş ailesi de İspanya'ya göçmüş, villa da Batista tarafından casino'ya dönüştürülmüş. Şu anda müze olarak kullanılıyor, içinde bir de restoran hizmet veriyor. Binanın hem içi hem dışı çok detaylı süslemelerle bezeli.

   

             


Cienfuegos turunun ardından rotayı o geceyi geçireceğimiz Trinidad'a çevirdik. İki şehrin arası, bir yanda Escambray dağları, bir yanda Karayip denizi boyunca yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Bu yolda nisan-mayıs aylarında denizden karaya yumurta bırakmak için çıkan yengeçlerin büyük göçü olurmuş, öyle ki araçlar zaman zaman onların geçişini beklemek durumunda kalırmış. 

Havana adanın kuzey batısında, Cienfuegos ve Trinidad ise güney doğuda kalıyor. Adanın doğusunda gulf stream sıcak su akıntısı var, iklim yine yumuşak. Adanın doğusunda daha çok siyahi kesim yaşıyor. Küba'nın Havana'dan sonraki ikinci büyük kenti Santiago de Cuba da tam güney doğu ucuna yer alıyor ve gerçek Küba ruhunun bu şehirde hissedildiği söyleniyor. Santiago de Cuba aynı zamanda ülkenin ilk başkenti ve Fidel'in memleketi. Devrime en büyük desteği adanın orta ve doğu kesimi vermiş, batı taraf Amerika'ya fiziken de daha yakın olduğu için daha dejenere bulunurmuş. Ancak o kadar doğuya gitmek için sanırım seyahate iki gün daha eklemek gerekirdi. 

Cienfuegos - Trinidad arasında evlerin pencerelerinde cam olmadığını daha net şekilde görebildim. Genelde hem cam hem perde niyetine doğrudan metal panjurlar kullanılıyor. Aslında ülkedeki güvenlik seviyesi buradan da anlaşılabilir. Trinidad ve Cienfuegos Karayip kıyılarında olduğu için Karayip korsanlarının saldırılarına maruz kaldığından evlerin pencerelerinde büyük parmaklıklar da görmek mümkün. 

                                       
                          Karayip denizinde yüzen Kübalılar                 

                                       
Mango ağacı - iyi insanlara mango, kötülere marabu (çalılık) derlermiş

Trinidad yine kendine has bir ruhu, havası olan başka bir Küba kenti. 1514 yılında adada ilk kurulan kentmiş ve 1988 yılında burası da Unesco korumasına alınmış. Adı Hristiyanlıktaki kutsal üçlemeden geliyor ve Küba'nın dini anlamı olan tek şehir ismi. Zamanında şeker tüccarlarının yaşadığı kentte günümüzde daha çok tütün ve turizm ekonomisi hakim. Korsan saldırılarından çok çektiği için şehrin merkezi (Plaza Major) denizden uzağa, iç kesime kurulmuş. Özellikle bu kesimde İspanyol kolonyal mimarisinin etkileri görülüyor. Şehir merkezinde sarı boyalı çok fazla bina var, Trinidad deyince aklıma sarı geliyor... Dev pencereli, demir parmaklıklı, sakin, sarı binalar... Gerçekten de öyle, Havana daha krem/taş rengi iken burası daha pastel renkli, daha kısa boylu, arnavut kaldırımlı ve kendi halinde bir yer.

   

Merkezde La Canchanchara diye bir bara gittik. Burası, aynı adlı kokteyliyle meşhur: La Canchanchara, ateş suyu. Bal, limon, ron, buz ve su ile yapılıyor, tatlı, güzel bir içki. Küçük, toprak bir kapta ikram ediliyor, tabii ki canlı Küba müziği eşliğinde içindeki küçük çubukla karıştırarak içiliyor.

                                        

Eski kent meydanında belediye binası bulunuyor. Biraz ileride de akşamları müzik yapılan, insanların ronlu kokteyllerini içerek keyif çattığı merdivenler, Casa de la Musica... Elbette her yerde hediyelik eşya satan tezgahlar, elbette iki adımda bir ufak resim galerileri ve tablo satan mutevazı dükkanlar... Trinidad'da kaldığımız otel merkezden uzakta, Karayip denizi kıyısında olduğu ve biz biraz yorgun ve belki de biraz üşengeç olduğumuz için gece merkeze tekrar dönmedik (evet şimdi düşününce biraz pişmanım), dolayısıyla kentin gece halini, akşam eğlencesini göremedik.

   
Trinidad'ın tipik binaları ve sarı belediye binası


                                         


Kentin simge yapılarından biri 1813 yapımı Iglesia y Convento de San Francisco. Bina önce kilise, sonra hapishane olarak kullanımış, günümüze ise sadece çan kulesi gelebilmiş. 
   
Iglesia y Convento de San Francisco ve şirinden öte Kübalı çocuklar. Ve hepsi çok kibar, birkaç şeker verdiğimiz tüm çocuklardan dünyanın en tatı Gracias'larını duyduk!


   
Çıpa işareti olan bir casa particular - 1809 yapımı Casa de Aldeman Ortiz, günümüzde sanat okulu ve galerisi olmuş

Trinidad'ın sahil kıyısında devlete ait üç tane otel inşa edilmiş. Biz Brisas Trinidad del Mar'da kaldık. Rehberimiz buradaki konaklama için "beklentinizi düşürün" uyarısı yapmıştı, otelin resepsiyonunda, sonra bize düşen odada (iki katlı binacıkların birinin üst katındaydık) hiçbir sorun yoktu. "Sular akmayabilir, aksa da sıcak su olmayabilir" demişti, bu konuda da bir sıkıntı yoktu. Otelin bahçe düzenlemesi, ortak alanların dekorasyonu oldukça özenli ve kentin ruhunu çok iyi yansıtır haldeydi.

   
Otelin resepsiyonu ve bahçesi. Renk mi? Tabii ki sarı!

Toparlanıp yemeğe indik, yemekler pek parlak sayılmasa da açık büfeden alacaklarımızı alıp masaya oturunca tavanda bir sürü sineğin konmuş olduğunu fark ettik. Yemekhane için pek olumlu bir görüntü değil tabii... Gerçi kahvaltıda kesinlikle sineklerden eser yoktu, otelin sazlıkların arasında, sulak bölgede kurulmuş olmasının bir cilvesi olsa gerek. Bir de, ailelerin kaldığı odalarda (ikisi de zemin kattaydı) birer küçük yengeç çıkmış. Eğer Küba ile ilgili konaklama konforlu değil yorumu duyarsanız, bilin ki büyük ihtimalle Havana'daki belli başlı oteller için geçerli değil, ancak Trinidad'da kalacaksanız lüks aramamak gerek. Burada casa particular'da kalmayı seçenlerin deneyimlerini bilmiyorum  ancak, konfor konusunda otelden daha iyi durumda olduklarını sanmıyorum. Deneyim derseniz, hiç lafım yok, eminim alasıdır.

Akşamı otelde kokteyl deneyerek geçirip sabah erkenden kalktı ve otelin sahiline (denize giremesek de) indik. Karayip denizini de yakından görmedik demeyelim onca yolu gelmişken, değil mi?


                                    

Trinidad'ı erken saatte terk edip iki saat kuzeyindeki Santa Clara'ya geçtik. Santa Clara'ya her anlamda Che'nin kenti deme yanlış olmaz. Şehrin bir tarafında Che'nin 1958 sonunda Batista güçlerinin cephanesini taşıyan treni ele geçirerek devrim savaşının zaferine büyük katkı yaptığı nokta "Parque del Tren Blindado" var. 


                                     
"Daily combat, certain victory" -  çünkü devrim "yaptık bitti" denecek bir şey değildir!

28 Aralık 1958 - 1 Ocak 1959 arasında yaşanan Santa Clara savaşı, devrim mücadelesinin çatışmaı son bacağı sayılabilir. Che, Batista güçlerinin hem cephanesini taşıyan, hem de savaş karargahı olarak kullanılan zırhlı treni tarım fakültesinden aldığı buldozeri kullanıp rayları bozarak ele geçirir. Hareketsiz kalan ve dışarıdan devrimcilerin yoğun ateşine maruz kalan trenin içindeki asker ve komutanların direnişi kısa sürede kırılır, içindeki 350 asker esir alınır. Olaydan 12 saat sonra Batista ülkeyi terk eder, Fidel güçleri ülkeyi tamamen ele geçirir. Savaşın vuku bulduğu noktada olayı temsil eden bir tren, buldozer ve anıtlar bulunuyor. Vagonların bazılarında ele geçen cephane örnekleri, asker giysileri sergileniyor, birkaçında ise fotoğraf sergisi vardı.



Che, Santa Clara savaşındaki başarısıyla hem kentin hem ülkenin tarihini değiştirmiş. 1689 yılında 150 kişinin kurduğu bu orta Küba şehri, bir anda anlam ve önem kazanarak Küba devriminin başkahramanlarından biri haline gelmiş. Kısıtlı zamanda da olsa Küba'yı gezerken bu kentin atlanması söz konusu bile olamaz, en azından Havana ile birlikte mutlaka görülmesi gereken ikinci yer benim gözümde Santa Clara... Bir tarafında savaş anıtı, bir tarafında ise Che'nin mozolesi bulunuyor. 

Che'nin naaşından arta kalanlar, Bolivya'da öldürülmesinden 30 sene sonra, Ekim 1997'de yine Bolivya mücadelesinde hayatını kaybeden altı yoldaşının naaşıyla beraber Küba'ya getirilebilmiş. Ekim 1997'de ise Che adına, onunla özdeşleşen Santa Clara kentine yapılan büyük anıt mezara birlikte defnedilmişler. Defin töreni sırasında bir okul korosu Che için yazılan Hasta Siempre şarkısını seslendirmiş. Anıtın yapılışı, cenazenin bulunup getirilmesinden daha önce, 1982-1988 yılları arasında. Kübalıların Che'ye olan sevgi ve şükranlarını yansıtacak ve onun sonraki nesillere ışık olmaya devam etmesini sağlayacak nitelikte tasarlanıp hazırlanmış. Mozolenin yapımında Santa Claralıların da gönüllü olarak çalışmış. Alanın tasarımcısı, "Che'nin güçlü ve sağlam kişiliğini yansıtabilmek için kare ve dikdörtgen formlar kullandığını" söylüyor. 

Burası aslında oldukça geniş bir meydan. Önce, Che'nin yüksek bir kaide üstüne konumlandırılmış 7 metrelik heykelinin altında olan müze ve mezar kısmı geziliyor. Buralarda fotoğraf çekmek ve büyük çantalarla içeri girmek kesinlikle yasak, görevliler içerideki herkesi sürekli göz hapsinde tutuyor. Küba'da buralarda olduğu gibi her bina girişinde x-ray'ler, aramalar falan yok, ancak bu şekilde özel mekanlarda fazla sayıda devlet görevlisi ve polis bulunuyor. Biz önce mozoleyi ziyaret edip çıkınca hemen karşı kapıdaki müzeye geçtik.  Mozole tarafında ziyaretçileri içeri sayarak alıyorlar, konuşmaya, gürültü yapmaya izin verilmiyor. Toprak rengi bir duvarda Che ve Bolivya'da birlikte savaştığı 27 yoldaşının kabartmaları bulunuyor, içlerinde bir tane de kadın var. Che'nin yeri elbette ayrı, yüzüne gün ışığı renginde bir yıldız yansıtılıyor. Yazarken bile tüylerimi diken diken eden, somut, sonsuz bir minnet ve saygı kaplı sanki odanın her yerinde. Turumuzda bize eşlik eden Amalbis'in istavroz çıkarıp dua ettiğini görünce, bir de son altı gündür görüp öğrendiklerimi düşününce benim de  gözlerim doluyor. Müzede ise Che'nin hayatı dönemlere bölünerek, fotoğraf, eşya ve belgelerle anlatılıyor: "Arjantinli küçük Che"nin ilkokul diploması, çocukluk fotoğrafları, tıp diploması, kişisel eşyaları; "devrimci Che"nin Latin Amerika ve sonunda Sierra Maestra macerası; "aksiyon adamı Che"nin devrim sonrası Küba'nın yeniden inşasında halkla kol kola, sahada yaptığı eğitim, tarım reformu, ekonomi ve sağlık çalışmaları ve yeniden "dava adamı Che"nin Küba'dan sonraki devrim mücadelelerinde diğer halklara destek oluşu... Tüm bu dönemler adım adım anlatılıyor. Bu müzeyi gördükten sonra Che'ye bir kez daha saygı duymamak imkansız geliyor bana. 

   
İnternetten bulduğum mozole görselleri - içerisi gerçekten çok etkileyici!


                                          
Hugo Chavez, Müzeyi gezerken, küçük Che'nin fotoğrafı ile

Müzeyi de tamamladıktan sonra (ki gerçekten burada daha fazla vakit geçirebilmek isterdim) anıtın olduğu meydana çıktık. Heykel Che'nin Latin Amerika'ya bakış açısını sembolize etmek için Latin Amerika'ya bakacak şekilde yerleştirilmiş. Elinde silah taşıması da daima ilerlemesini gösteriyor. Heykelin bir yanında ailesine, bir yanında Fidel'e yazdığı veda mektupları var. Heykelin tam karşısında ise büyük bir billboard'da Fidel'in sözleri var: "Seni buraya bir yıldız getirdi" ve "Biz herkesin Che gibi olmasını istiyoruz". Webde gördüğüm bir başka görselde yine Fidel'in "Hikayen, hayatın ve örneğin için teşekkürler Che!" sözü de bir billboard'da görünüyor. Meydanın iki yanına Che'nin doğum tarihi olan 14 Haziran 1928'i temsilen14'er tane palmiye dikilmiş.

O gün hem ışık biraz ters olduğundan, hem de fotoğraf makinesini almaya vakit bulamadığımızdan bendeki fotoğraflar çok iyi olmadığından anıtla ilgili daha net görselleri internetten bulup eklemek durumunda kaldım.


                                    
Soldaki kabartmalarda Che'nin mücadelesinden kesitler resmedilmiş


                                     
Anıtın yanında Fidel'e ve ailesine yazdığı mektuplar


                                     
Heykelin önündeki meydan ve Fidel'in sözünün yazılı olduğu billboard ve palmiyeler

Santa Clara, Küba gezisinin gerçek Küba kısmının sonu aslında. Varadero, bu topraklar içinde bambaşka bir dünya gibi.  Santa Clara'dan yaklaşık 3 saatlik yolculukla ulaşılıyor. Burası Küba'nın turistlere özel dünyası gibi. Tamamen deniz-güneş-kum tatili amacıyla gelenleri ağırlıyor, gayet güze ve yüksek standartlı tesisler var. İsteyenler otellerden günlük Santa Clara, Havana vb turları ayarlayıp Küba'ya "şöyle bir bakıp çıkabiliyor", ama bilmiyorlar ki gerçek Küba onlarınki değil! Varadero'daki otellerin çoğu, İspanyol Melia Grup'un Küba devletiyle ortak kurduğu tesisler. Biz de Melia Varadero Otel'de konakladık, otel gayet iyi ve temizdi. Her şey dahil sistemde içecekler, kokteyller, yemekler oldukça güzeldi. Tabii buranın asıl olayı Büyük Okyanus kıyısında, Key West'in tam karşısında turkuaz deniz ve beyaz kum. Deniz gerçekten çok güzeldi, otelin sahil şeridinde ilginç bir şekilde bir anda incecik açık renk kum varken belli bir bölümü daha kayalıktı - ama denizin dibi her zaman kum ve berrak. 


                               
Otelin sahili

Kokteyl demişken, Küba'nın en meşhurları Mojito, Cuba Libre ve Daiquiri. Elbette Ron'u sadece kolayla  (Cuba Libre) değil, gazozla da karıştırıp, ya da 7 yıllık ronu sadece buzla gayet güzel içmek mümkün. Türkiye'ye döndükten sonra Beşiktaş'ta Kafe Pi'nin kokteyl menüsünde Cuba Libre'yle ilgili ilginç bir hikaye okudum: Küba bağımsızlık savaşı sırasında (Jose Marti zamanı) bir grup Amerikalı asker, Havana'da bir bara oturur. Aralarından biri ronuna kendi kültüründeki kola ve bir dilim limon koyarak içer. Bu kokteyl herkesin ilgisini çeken bu kokteyl içildikten sonra bardaklar havaya kaldırılır ve "Por Cuba Libre!" (Küba'nın özgürlüğüne!) diye bağırırlarmış, adı da buradan gelirmiş. Sözün kısası, Küba'nın yüzyıllardır süren özgürleşme çabası, o zamanardan beri her yere adını, ruhunu vermiş. Devrimden sonra özgürlük hayali gerçeğe döndüğünden, hem de halkın onuru dibine kadar korunduğundan halk devrimi bu kadar sahiplenmiş ve hala Che ve Fidel'e tutkun. Şimdiki başkan Raul, 2018'de görevi bırakıyor. 90 yaşındaki Fidel, devletteki görevini bırakmış olsa da hala törenlerde halkıyla omuz omuza duruyor. 600 kişilik bir meclis var ve siyasi yapılanma çekirdekten, mahalle örgütlenmelerinden başlıyor. Özellikle devrimden sonra temel ilkelerin genç yaşlardan aşılanması için mahalle örgütlerine daha da önem verilmiş. Gerçi örgütlenmek, bir Kübalı için dünyanın en doğal şeyi olsa gerek, ister siyasi olsun ister sivil toplum olsun bu kültür çok yaygın ve kuruluşlar iyi çalışıyor. Yollarda ANAP işareti en sı görünenler arasında, "Asociacion Nacional de Agricultores Pequenos / Milli Küçük Çiftçiler Birliği".

Varadero'da üç gece kaldık, ilki tamamen otelde, ikincisi katamaranda geçti. Katamaranla yakındaki Callo Blanco adasına geçiliyor, yolda bir yunus çiftliğine uğranıp yunuslarla havuza giriliyor (yunuslara hafifçe dokunabiliyorsunuz ve en güzeli yunus herkesi yanağından öpüyor), bir noktada durup şnorkelle balıklara ve mercanlara bakılıyor. Callo Blanco'da öğle yemeği (bolca deniz ürünü, ıstakoz, karides ve balık) ve yüzme, katamaranda sınırsız kokteyl de tura dahil. İstenirse 5-10 CUC karşılığında yunuslarla yüzülebiliyor (biz hepimiz yüzdük). Katamaran personeli tipik sıcakkanlı Kübalı, "Capitan!" ve ron için kullanılan "vitamina" nidalarını sıkça duymak mümkün.

Biz daha önce Maldivler'de mercan resifleri ve balık çeşitliliğinin feriştahını gördüğümüz için şnorkel kısmı bizim için çok etkileyici değildi ama, yine de güzel bir deneyim. Callo Blanco'da ise deniz analarının çarpma ihtimalinden bahsetti rehberimiz, nitekim gruptan bir kızın bacağını kıpkırmızı yapmıştı, kremlerle hafiflettiler. Bize bir şey olmadı diyeceğim ama, ertesi gün bacağımda çizgi, elimin üstünde noktacıklar şeklinde lekeler fark ettim. Türkiye'de doktora gidince "ya tanıdık olmayan bir şey temas etti, ya da yediklerinizle güneş etkileşip leke yaptı" deyip renk dengeleyici bir krem verdi. Neyse ki geçip gittiler.


                           

                                          
Callo Blanco


Otelin yakınında küçük bir alışveriş kompleksi vardı, son alacaklarımız için bir akşamüstü oraya uğradık. Aslında bir süpermarket, birkaç büyük hediyelik eşyacı, tişörtçü ve birkaç marka dükkanından ibaret. Havana'da da, burada da dikkatimi çeken, Benetton, Carpisa, Nestle gibi yabancı markaların Küba'da birkaç mağazası var. Sanıyorum ortak özellikleri Amerikalı olmamaları. Hediyelik eşya işini Varadero'ya bırakmamakta fayda var zira aynı ürünler daha pahalıya satılıyor. Marketten ise yolculuğun son durağında ron, bal vb almak mantıklı. (Havaalanından daha ucuza bulur muyum dememek gerek çünkü aynı fiyat ve kasada gereksiz kuyruk oluyor:) ) Küba'nın balları da meşhurmuş, katkısız ve gerçekten çok uygun fiyatlı, 250gr bal 3CUC civarında. Markete girerken çantaları kilitli dolaplara bırakıp girmek gerekiyor ve pazarlık yok, barkod sistemi. Neden özellikle yazdın derseniz, havaalanından pazarlıkla etiket fiyatından daha ucuza magnet ve kart aldım da, ondan!

Otelden ayrılırken Varadero'nun otelsiz taraflarının klasik Küba kırsalı olduğunu anladık. Kıyılarda onca şaşaa, katamaranlar, yatlar ama içerisi yine camsız, jaluzili bildik Küba evleri.

   

Uçağımız gece kalkıyordu, yolda son durak olarka ülkenin en yükse viyadüğünün olduğu Matanzas'ta kısa bir mola verdik. Buranın Pina Colada'sı meşhurmuş. Hindistan cevizi ve ananas suyuyla yapılan tatlı, süper bir kokteyl. Bir ananasın içinde hazırlayıp servis ediyorlar, dileyen içine istediği kadar vitamina ekleyebiliyor :) Matanzas viyadüğünü daha önce magnetlerde görüp "koyacak başka yer bulamamışlar mı, neden viyadüklü magnet yaparlar ki?" demiştik ama gerçeğini görünce adamlara hak verdik, oldukça ihtişamlı. Doğası da, tüm ülkede olduğu gibi çok güzel, yemyeşil...

   

Küba'dan dönüşte hayat hiç beklediğimiz, istediğimiz gibi devam etmedi. Biz döndük, hastalık oldu, darbe girişimi oldu, kayıp oldu, OHAL oldu, ülke çalkalandı, umutlar azdan hiçe yakınsadı... Küba hayali, gidip gördükten ve akabinde tüm bunlar başa geldikten sonra, benim için gerçek bir "keşke"ye dönüştü. Buraya gidip geldiğimi her duyan "Beğendin mi?" diye sordu, buranın beğenilecek kadar sığ bir yer olduğunu bilmeden. "Ben çok sevdim" dedim onlara, "ama herkes benim gibi hissetmeyebilir, biraz ne beklediğine, o taraklarda ne kadar bezin olduğuna bağlı." Küba bana en çok onuru öğretti, yaşama sevincini gösterdi. Burayı öğrenmek, okumak aşkıyla; yıllanmış bir hayali gerçekleştirmek tutkusuyla düşünerek, tartışarak, sorgulayarak gezdim. Yüzyıllarca ezilmiş, sömürülmüş bir halkın ayağa kalkma, üstündeki ölü toprağından kurtulma, bir olma hikayesinin sonucunda doğmuş sosyalizmin (ekonomik zorlukları kendilerinden fazla ödün vermeden aşabilmeyi becerebilirlerse) bilinen en uzun ömürlü örneği olabileceğine inandım. Halk ayrışmıyor, halk birlik; daha önce dağılan koca sosyalist devletlerin (hem SSCB'nin hem Yugoslavya'nın milliyetçilik akımlarıyla dağıldığını düşününce) Küba'nın önünde daha uzun bir yol olabilir. Dünyaya varlıklarını şimdiki dik duruşlarıyla kabul ettirip önlerindeki ambargoyu bertaraf edebilirlerse elbette... Şimdi haberlerde her "Amerika - Küba altmış yıl sonra futbol maçı yaptı", "bilmemkaç yıl sonra ilk kez Amerika'dan Küba'ya uçuş gerçekleşti" haberlerini içimde hafif bir tedirginlikle takip etmem bu yüzden. Dileğim odur ki bundan on-on beş sene sonra "iyi ki Castro'lar zamanında gidip görmüşüm, şimdi sıradanlaşmış" diye hayıflanmadan yeniden görebileyim bu güzel memleketi...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan