Gezi değil alın teri: Corfu

2014'ün eylül ayında Boğaziçi Caz Korosu'na seçilmiş ama onların çalışma koşulları (zaman, mekan ve diğer tüm koşulların bileşkesi) ve bizim hayat şartlarımız (iş işleri, evlilik işleri, planlar programlar ve diğer tüm koşullaın bileşkesi) bir araya gelince uzun bir kararsızlık aşamasından sonra "o topa şimdilik girmemeye" karar vermiştik. Bu süreçte, tam da 2015 Mart'ındaki Ofisten Sahneye sırasında Derya beni Haluk Polat'la tanıştırdı. O zamanlar Cihangir'deki home-office'ine gidiyorduk çarşamba akşamları. Sonra o vokal atölyesi (a.k.a. "Kargalar"), Candan Erçetin'le kurdukları CepSahne'yle birleşti, "Salı Atölyesi"ne evrildi. 2015'in Temmuz'unda, bir ilkgençlik hayalinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda Candan Erçetin'e koroyla eşlik etmek kısmet oldu. Salı atölyesi sürerken, 2015 Eylül'ünde "yeni bir oluşum" dedi hoca, "seçmeler var" dedi - yalan değil ya, haftada bir buçuk saatten fazla zaman ayıramam diye gözüm kesmedi ilkin, "o topa" yine girmedim. Gel zaman git zaman ben Salı'dan biraz sıkıldım, hoca yeniden hadi dedi derken, bir deneyeyim istedim. Sonuç: 2016 Mart'ından beri Ychorus'layım.

Sanıyorum ilk Corfu konuşmaları Ychorus'a katılmamdan biraz sonra başlamıştı: Ekim ortasında Corfu'da yarışma. Gidilir mi gidilmez mi, nasıl olacak derken yaz ortasında başvuruyu tamamladık. Şarkılar belirlendi, aranjmanlar (ne güzel ki) giriftleşti. Vizeler ayarlandı, otobüs kiralandı, kostümler ve diğer tüm detaylar tamamlandı. "Kurban bayramı son tatil, sonrasında kamp" duyurusu geldiğinde "kamp"ın ne olabileceği hakkında az çok fikrimiz vardı elbet - gerçekten de Eylül ayının ikinci yarısından Corfu'ya gidene kadar haftanın en az dört günü, her gün en az bir buçuk saat, çoğunluğu "gece korosu" klasmanında olmak üzere yoğun bir çalışma dönemi geçirdik. Yarışma için üç, dostluk konseri beş, açık sahne etkinliği için dört şarkı hazırladık. "Açık sahnede piyano olmayacakmış!" haberi gelince acil eylem planı devreye girdi, ukulele, cümbüş ve vurmalılarla kendi mini orkestramızı yarattık. Corfu'ya gideriken CepSahne'de verdiğimiz kapalı konserde tam bir kostümlü prova ile önce yarışma, sonra dostluk ve açık sahne şarkılarını söyledik. Sonuç: Mayıs konserinden çok daha iyi, enerjiniz çok yüksek!

Sadece enerjiyle nereye varılır, bu yarışmadan en azından bir yüksek gümüş alabilir miyiz, aman bronzla dönmeyelim, gerçekten altın alırsak hocayla girilen o çokacayib iddia gerçek olur mu düşünceleriyle 11 Ekim Salı gecesi adımızı taşıyan otobüsümüzle yola çıktık. 19 vokalist, bir şef, iki şoför, dört eşlikçi, kolilerce bisküvi, su ve bilimum erzak ile...



Genel olarak uzun otobüs yolculuklarını zaman ve konfor kaybı olarak görsem de, koca otobüste az kişi olup iki kişilik koltuklara yayılma lüksüne erişince yol o kadar zor gelmedi. Bunun yanında, uzun zamandır kafamda döndürdüğüm ama hayata geçiremediğim "ülkeden karayoluyla çıkma" konusunu da tecrübe etmiş oldum, daha ne? Gece 22:00'de Mecidiyeköy'den yola çıktık, trafiksiz şekilde gece 01:00 sıralarında İpsala sınır kapısındaydık. Önce otobüsten indik, pasaport sırasına geçip çıkış işlemlerini yaptrdık, sonra otobüsle Meriç Nehri üstünden Yunan tarafına ilerledik. Bu defa pasaportlar toplandı, biz inmeden pasaportlar kontrol edildi, Yunanistan'a girdik. Gece yolculuğu olunca, biri geceyarısı Tekirdağ tarafında, biri sabah 05:00 gibi Yunanistan tarafında iki yarımşar saatlik, biri de sabah Selanik yakınlarında "ihtiyaç" molası vererek, 11:20 gibi Corfu feribotuna bineceğimiz İgoumenitsa kentinin limanına ulaştık. Buradan Corfu'ya oldukça sık aralıklarla, farklı tiplerde feribot seferleri var, şansımıza biz de 12:15'teki "Eleni"yi yakaladık, 14:30'da da Corfu'ya indik.

   

Adaya iner inmez festival için kayıt işlemlerinin tamamlanması işi halledildi, bu sırada Corfu'daki bir tapınakta bonus bir dostluk konseri daha vereceğimiz ortaya çıktı. Sonrasında saatlerdir kraker-kek yemekten helak olmuş, kahvaltı da edememiş bünyeler olarak bir tabak gerçek yemek aramaya başladık. İlk kez geldiğimiz bir kentin şaşkınlığıyla eski şehir bölgesinin ara sokaklarına dağılıp sonunda kalamarı mideye indirdik. Yemek yediğimiz yeri seçerken lokanta sahibinin "10,5 EUR'a menü yapıyorum, kalamar, tzatziki, salata" demesi de etkili oldu. 

                                     
Menü deyince biz de bunu beklememiştik, kabul. Ama lezzetliydi, vallahi!

Yemekten sonra yakındaki bir markete uğradım (benim için bir klasik - fırsatını bulunca farklı ülkelerde market gezmeye, turistik yerler yerine mümkün olduğunca marketlerden alışveriş yapmaya bayılırım). Kapının girişinde tupturuncu bir reyon karşıladı. Corfu'ya özgü Koum Kuat meyvesinin reçelleri, şekerlemeleri, likörleri... Koum kuat'ın Türkçesi kamkat imiş, turunçgillerden, tadı portakala, şekli limona benzeyen, kabuklarıyla yenebilen bir meyve. Esas anavatanının Doğu Asya ve Çin olduğunu okudum, ama Corfu'da da olduça sahiplenmişler doğrusu.


                                                
Markette kumkat ürünleri


                                       
Kumkat meyvesini göremesem de, kaynana dili ve amme görmek yetti bana :)

İlk gün yol yorgunluğu ve uykusuzlukla otele geçtik. Otelimiz Ariti Grand, havaalanı tarafında, şehre araçla 15 dakika kadar mesafedeydi. Çok temiz, konforlu, modern bir otel olduğunu söyleyemeyeceğim, "iş görür" seviyedeydi. Otelin yakınlarında bir sushi restoranı, 1-2 lokanta, bir de küçük market vardı ama ilk akşam yemeğini açık büfede gördüğümüz sıcak sulu yemeklere ve çorbaya tav olarak 16,2EUR'a otelde yedik. Otelin yemekleri (özellikle akşam yemekleri) fiyat-performans açısından oldukça iyiydi - ilk gün domates dolması bile vardı.

İkinci gün erken kalkıp kahvaltının ardından kısa bir toplantı yapıp biraz ses açtık. Günün planı oldukça yoğundu: 12:00'deki açık sahne konserini izlemek, 15:00-16:30'da Jay Clayton'un jazz vokal atölyesi, 17:00'de korolar yürüyüşü, 20:00'de de festivalin açılış töreni... Otelden çıkıp açık sahne konserlerinin yapıldığı meydana gidince, festival rehberimizin "bugün çıkacak diğer grup iptal etmiş, siz çıkıp söyler misiniz?" sorusu üzerine Kıbrıs korosunun ardından çıkıp iki şarkı söyledik.

Konserle jazz atölyesi arasında hem bir şeyler yemek, hem de dolaşmak için biraz zamanımız vardı. Corfu'nun eski şehir bölgesinde binalar genel olarak yakın yükseklikte, 2-3 katlı, geniş balkonlu ve bitişik düzen. Ada mimari olarak da, genel atmosferi açısından da Santorini, Rodos ve Mikonos'tan daha farklı; bunda coğrafi olarak Ege'de değil, Adriyatik'te (ve muhtemelen biraz İtalyan etkisinde) olmasının da payı vardır elbet. Eski şehrin bittiği yerde daha yeni binaların, markaların mağazalarının olduğu, otobüslerin gezinmeye başladığı bölge bulunuyor.

   

İlk gün öğle yemeğinde pita arası gyro (döner) aldık. Gyro'nun Yunanca kelime anlamı da "döner" demekmiş. Burada da iki opsiyon var, kırmızı (domuz) et ya da tavuk gyro bulmak mümkün. Tek fark, dürümün içine tzatziki de konması. Ben aşırı derecede yoğurtsever olduğum için bana gayet lezzetli geldi.

Pita ekmeğine döner dürüm


Jay Clayton'ın vokal atölyesine Ychorus tişörtlerimizle ve kadıncağızın "doğaçlama için 10 gönüllü sahneye gelir mi?" çağrısını "10 ychoruslu mu? elbette!" olarak algılayıp bir anda sahnede 6-7 kişi olarak belirmemizle (toplamda 10'u geçti sayı, evet) damga vurduk. Çıkışında korolar yürüyüşü için açılış konserinin de yapılacağı belediye tiyatrosunun önünde toplandık, Ychorus lolipopları, küçük Türk bayrakları, dilimizde Yunanlıların da bildiği Türkçe şarkılarla arz-ı endam ettik. Sonradan gördük ki, organizasyonun hazırladığı korolar yürüyüşü videosuna tam da Telli Telli'yi söylediğimiz an alınmış. Yürüyüşün ardından deniz kıyısındaki meydanda tüm korolar toplandı. Festivale 6 ve yarışmalara 16 olmak üzere toplam 24 koro vardı - bolca Yunanistan, Güney Kıbrıs, bir Bosna Hersek, bir Romanya, bir Amerika, bir de bizim Türkiye korosu.


Açılış töreni çok uzun sürmedi - Corfu belediye başkanı gerçekten kısa bir konuşma yaptı, sonra tüm korolar anons edildi, birkaç Corfu halk şarkısı ve dansından sonra tören kapandı. Sonrasında bizim ekibin çılgın sirtakisi ve halayını saymazsak tabii :)

  

Açılış konserine kadar olan zamanda eski şehirde biraz dolaşıp akşam yemeğini ara sokakta ayaküstü krep yiyerek geçiştirdik. Sonra üstümüze siyah Ychorus tişörtlerimizi geçirip belediye tiyatrosunun yolunu tuttuk. Açılış konserine festival ve yarışmalara katılan koroların bir kısmı sahnedeydi, özellike müzikal şarkılarını küçük ve çok şeker koreografilerle söyleyen InDONNAtion adlı Yunan kadın korosu ve Bosna Hersek'ten gelen ve folklor kategorisinde yarışacak koroya bayıldık. InDONNAtion'un başka bir performansının videosunu buraya bırakalım, açılış konserinde de aynı kostümlelerdi, gündüz ise sırtında her birinin adının yazılı olduğu çingene pembesi koro tişörtleriye geziyorlardı.


Her gün konser, son gün yarışma kolay değil. Her sabah ve her akşam toplantıdaydık

Ertesi gün önce yarışma için sahne provamız, sonra açık sahne konserimiz vardı. Sahne provasında piyano alıştığımızdan farklı şekilde bizim göremeyeceğimiz kadar kenardaydı, salon da büyük olunca volümümüzle, piyanoyu duymakla ve hocayı görmekle ilgili sorun yaşadık. Yarışma günü organizasyondaki yetkililere söyleyip piyanoyu biraz daha ortaya çekmek için şansımızı denemeye karar verdik. Neyse ki organizasyon yetkililerinden "sahneye çıkınca kendiniz taşırsanız olur" yanıtı geldi.


Sahne provası



Açık sahne konserinin yapıdığı yer belediye binasının önü, hemen karşısında birkaç basamak, küçük bir meydan ve meydana masa atmış kafeler var. Bizden önce dünya tatlısı orta yaş ve üstü koristlerden oluşan Romanyalı koro sahneye çıktı. Biz yanımızda cümbüş, ukulele, cajon, erbane; elimizde ziller, tefler; Bintü'ş-Şelebiye ile başlayıp Evreşe Yolları, Sevda Olmasaydı ve Rumelaj ile devam eden repertuarımızla evvela kendimiz çok eğlendik, izleyenlerden de çok olumlu tepkiler aldık :)

Açık sahne konseri

Aynı akşam kilisede dostluk konseri, ertesi gün 12:00'de de yarışma olunca konserin ardından hemen toparlanıp otele "inzivaya" döndük. Akşamüstü de giyinip hazırlanıp konser için kalenin içinde yer alan St.Georgios Temple'ın yolunu tuttuk. Burası 1840'ta İngilizler tarafından eski Yunan tapınaklarına öykünerek yapılmış bir kilise.


   
Kilise eski kalenin içinde, kiliseye giden yolda ise Bizanstan kalıntılar sergilendiği odalar var

               Kilisenin uzaktan görünüşü


Dostluk konserinde yine ikinci sırada sahneye çıktık. Bizden önceki grup Yunanlı bir çocuk-gençlik korosuydu, onlar da bizimle birlikte folklör kategorisinde yarışıyorlardı. Koroda en önde duran 6-7 yaşlarında dört küçük çocuk vardı, bir tanesi sahnede kaldığı tüm süre boyunca heyecandan gözümüzün önünde tir tir titredi, ellerini yumruk yapmıştı, bir an bile çözmedi. Ertesi gün yarışma öncesinde belediye tiyatrosunun fuayesinde aynı koro ile yine denk geldik, bu çocuk (aslen Almanmış, adı da Marx'mış) yine sahne öncesi karalar bağlamış haldeydi :)

  

Dostluk konserine Ederlezi ve Ani Mori Nuse ile başladık. Yaklaşık 4-5 gündür yakamı bırakmamış (hala da çektiğim) öksürükten muzdarip olduğun için solodan biraz çekiniyordum ama idare ettim sanırım. Üçüncü şarkı Üsküdar'a Gideriken idi, kilisenin akustiğinde yine piyanoyu duyamadık ve hocayı göremedik - eh, bu şarkı pek olmadı sonuç olarak... ama neyse ki ardından gelen Çayeli çok daha iyiydi. Ama asıl bombayı son şarkıda patlattık: Sala Sala'ya girdiğimizde seyircilerin gözlerinde ışık parladı, eşlik edenler, gülümseyenler, kayıt yapanlar... Hele sirtaki oynamaya başlayınca tepkiler daha da canlandı. Konserin özellike giriş ve çıkış parçaları (yani gerçekte de en akılda kalanlar) geceyi toparladı. Çıkışta özellikle Ederlezi ve Sala Sala üstünden onlarca tebrik aldık.

   

Kafamız konserin değerlendirmesiyle karmakarışık, ertesi günün heyecanı ve merakıyla dolu bir şekilde hemen otele geçtik ve kapanmak üzere olan açık büfeye yumulduk, yemek sırasında değerlendirme seansı sürdü tabii... Yemek demişken, otelin akşam yemeğinde midye dolma, tzatziki, bizim musakkaya benzer bir patlıcan yemeği, Yunan lazanyası (tabii ki peynirli!), balık gibi leziz ve çok bizden çeşitler vardı.

   
Açık büfeye yumulduk derken ciddiydim! Yanında kaçak bir şişe Alfa da götürdüm.

Cumartesi sabahı erken saatte uyandık, kahvaltı ve ardından kısa bir toplantı ve ses açma seansı yaptık. Sonra herkes giyinmeye ve kızlar makyaja dağıldı. Bizim kategorinin yarışması 12:00'de başlıyordu, biz de 11:40 gibi belediye tiyatrosunun önündeydik. Organizasyon rehberi bizi alıp önce tiyatronun ana cadde tarafına yürütüp bir binanın içinden çıkılan hazırlık odasına götürdü. İçinde bir piyano da bulunan büyükçe bir oda olunca, şarkıların üstünden bir kez daha kabaca geçme imkanı bulduk. Rehber tekrar geldi, bizi aynı binanın bir alt katına indirip bu defa kulise çıkan dar koridora götürdü. Hepimiz heyecan içinde birbirimize son hatırlatmaları yapar, son üst-baş düzeltmelerini toparlar haldeydik. Sonunda bizden önce sahne alan çocuk-gençlik korosu C.M.F.S Armonias Genesis sahneden inme zamanı geldi ve bizi geniş kulise aldılar. Biz son çıkan grup olduğumuz için performanstan sonra sahneden hemen inmememiz tembihlendi. Yunanlı koro şarkılarını tamamlayıp kulise dönünce biz de eşyalarımızı uygun bir yerlere bırakıp sahneye çıktık.

Seyirci koltukları pek kalabalık değildi. 5-6. sıraya denk gelen bir yerde üç jüri ve bir kişi daha üstlerinde masa lambası konmuş masalarda oturuyordu. Bize eşlik eden mihmandarlarımız ve yarışmayı izlemek için orada bulunanlarla beraber salonda sanıyorum 30 - 40 kişi ancak vardı. Kızlar yerlerini aldı, erkekler aldığımız direktif doğrultusunda koca kuyruklu piyanoyu bizim için daha görünür bir yere taşımaya gitti.

   
Piyano taşıma operasyonu ve son aldığımız pozisyon

Yarışmaya Ah Bir Ataş Ver ile başladık, ardından Yağmur Yağar Taş Üstüne için yerlerimizi değiştirdik, sonra tekrar herkes kendi yerine geçti ve Dere Geliyor ile bitirdik. Genel olarak çok hata duyup hissettiğimi söyleyemem, sahneden indiğimizde "yüksek gümüş, 18 puan" beklentisi vardı içimde. 

Eşyalarımızı toparlayıp fuayeye çıktığımızda bizden önceki Yunanlı koro da hala oradaydı. Hoca, Elif, Selim ve ben kısa bir röportaj için salona geri girdik, fuayeye geri döndüğümüzde bizimkiler Yunanlı koro ile kaynaşmış, birlikte fotoğaf çekilmeye başlamışlardı. Akşamki dostluk konserinde bizi dinlemiş olacaklar ki, bir anda kendimizi onlarla beraber Sala Sala söylerken bulduk.

Tam bir "sınav sonrası boşluğu" hissi ile Corfu sokaklarında gezinmeye, şehirdeki son günde alışveriş yapmaya koyulduk. Corfu'nun en havalı kahvecisi Bristol'de oturan birilerinin beni görünce "Hey Mrs Ederlezi!" diye seslenmesi harika bir duyguydu! Süpermarketten bolca feta, kumkat likörü, reçeli, kumkatlı baklava, Alfa ve Mythos biraları derken ellerimizde torbalarla yemeğe oturduk. Eski şehirdeki oldukça lokal bir restoranda "pastitsada" yedim, güzel pişmiş, soslu parça et ve yanında parmesanlı makarna. Yemeklerde lezzet konusunda asla sorun yok, ilginç konu -krizin etkisi midir bilinmez- yemekte KDV'nin 24% olması.

Pastitsada

Yemeğin ardından elimizde market torbalarıyla 16:00'daki son dostluk konserimiz için Ionian Academy'nin yolunu tuttuk. Bu defa 6 koro söyleyecekti, biz 4. sıradaydık. Bizden önce genelde Yunanlı çocuk ve gençlik koroları sahne aldı, geneli çok tanıdık gelen ezgilerle. Sıra bize geldiğinde yine Ederlezi-Ani Mori ile başladık, sonra yarışmayı atlatmanın verdiği rahatlıkla Yağmur Yağar ve Dere Geliyor ile devam edip Sala Sala ile bitirdik. Ederlezi'de insanların eşlik ettiğini görmek, Sala Sala'da bize coşkuyla katılıp sirtaki başladığında birbirlerini dürtüp dansa dikkat çektiklerini fark etmek çok sevindirici, gururlandırıcıydı. Öyle ki, şarkıların bazı yerlerinde (Türkçe söylerken bile, mesela Yağmur Yağar'ın "baklavalar hamur olur"unda) boğazım düğümlenerek söylediğimi itiraf etmeliyim.

Corfu'daki son sahnemiz

Dostluk konserinden çıkarken yine bolca takdir aldık ve akşamki ödül törenine hazırlanmak için otele geçtik. Üst-baş değişirdikten sonra yine belediye tiyatrosuna, bu defa kapanış ve ödül töreni için yerimizi aldık (yine balkonda :) ). Kapanış töreninde bazı korolara sahneye çıkmaları için haber verileceği söylenmişti, biz "halkın en sevdiği koro" kontenjanından bir davet bekliyorduk açıkçası ama çağrılmadık. Sahnede bizim kategoride yarışan Yunan gençlik korosu, yine bizim kategoride yarışan ve açılış konserinde çok beğendiğimiz Bosna Hersek korosu ve InDonnation oturuyordu. Her korodan iki temsilciyi sahneye aldılar, önce yarışmayan, sadece festivale katılanlara teşekkür belgeleri verildi, sonra ödüllere geçildi. Sunucu "2 bronz, 8 gümüş, 6 altın diploma" diyerek ilk ipucunu verdi, sonra da kategorileri alfabetik sırayla geçerek ödülleri açıklamaya başladı. Benim aklımda ilk beliren "yüksek gümüş garanti" oldu. Sunucu ödülleri dağıttıkça biz de altın-gümüş ve bronz'dan geri saymaya başladık. Bir ara sıra sıra gümüş verildi, bronzlar da verilince "Allah Allah, acaba altın mı aldık noluyor yahu?!" diye düşünmeye başladık. Son gümüş verildiğinde Folk kategorisine daha geçilmemişti, biz inanmaz şekilde birbirimizi "altın aldık ya galiba!" diye inanmaz sorular sorarken içimizden bazıları "hala gümüşler bitmedi / bizim kategoriye daha geçmedi" gibi argümanlarla "yok canım"lıyordu. Folk kategorisine geçince 21.33 puanla altın dedi sunucu, Ychorus, Turkiye!

   
Gurur ve sevinç anlarının belgeleri :)

   

Sonraki sevinç tahmin edilebilir ki bizi bulutların üstüne çıkardı. Salondan çıkıp fuayede birbirimizi kutladık, Türkiye'dekilerle bu çok acayip süper güzel haberi paylaştık, sonra da canlı müzik de olan güzel bir taverna bulup hep birlikte Uzo sofrasına oturduk. Uzo'nun kadehi sadece 3 EUR ve bizden farklı olarak küçük su bardaklarında servis ediyorlar. 250ml'lik şişe ise 8 EUR. Yanında lezzetli deniz ürünü seçenekleri de vardı ama ben musakka tercih ettim, biraz da tzatziki tabii! Musakkaları bizimkinden daha farklı, üstünde beşamel sos var ve bizimkinden daha kıymalı. Tadı elbette şahane!


   

Canlı müzik ekibi


Türkiye'ye dönüş yolu için en makul saatli feribot sabah 05:45'te idi, dolayısıyla 05:00'te yola çıkmamız, bunun için de 04:30 gibi uyanmamız gerekiyordu. Aramızdan bağzıları geceyi uzatıp sıfır uykuyla yola çıksa da, ben uyku konusunda biraz tomur olduğumdan 3-4 saat de olsa uyudum. Sabaha karşı herkes yarı uyur halde otobüste toplandı, feribota yetiştik ve feribotun içindeki kanepelerde boylu boyunca yatıp iki saatlik yol boyunca fosur fosur uyuduk :) Karaya inip otobüse geçince de durum değişmedi, 11:30 gibi uyandığımda bir kısmımız hala uyur, bir kısmımız yeni uyanmış haldeydi.

Dönüş yolunda saat 13:00 gibi Kavala'ya girip iki saate yakın yemek molası verdik. Aslında yol üstünde Selanik ve Drama da çok gidilesi yerlerdi ancak zaman darlığından uğrayamadık. Kavala'ya girerken bir kilisenin bahçesinde bizi birkaç ceylan karşıladı.

   

Kavala'ya yükseklerden kıvrılarak denize (ve kente) ulaşan bir yoldan iniliyor. Çok küçük bir şehir, pazar günleri olunca İstanbul kalkışlı tüm Selanik-Kavala turlarının dönüş yolundaki destinasyonu olduğundan kelimenin tam anlamıyla Türk kaynıyor. Esnafın çoğu Türkçe tabelalar asmış, bir kısmı Türkçe de konuşuyor. Küçük bir merkezi var, bolca Kavala kurabiyecisi, birkaç kafe mevcut. Çok "tarihi" bir tarafı yok, bir tane gösterişli kilise vardı, bir de sonradan yapılmış surlar, o kadar.

   
Surların altındaki sarı tabelada "Konstantinopolis - 460" yazıyor


   
Kavala


   

Kavala kurabiyesi kentin alamet-i farikası. Bademli ve sakızlı çeşitleri var, sakızlıların fiyatı daha yüksek (bademliler 500gr 8EUR, sakızlılar 350gr 10 EUR idi sanırım). Soldaki fotoğraftaki dükkanda tadım ve yanında çay ikramı var :) Biz de bir kafede oturup dünyanın en geç servis edilen omletlerini yedikten sonra kurabiyelerimizi aldık tabii ki. Kafe çok güzeldi, popüler bir mekan olacak ki oldukça da kalabalıktı. Tuvaletlerinde geliş yolunda gördüğümüz pedallı sifonun başka versiyonu vardı: pedallı musluk :)



İstanbul okunun Konstantinopolis olarak verilmesine sözüm yok hadi, ama Türkler'in bu kadar ziyaret ettiği bir yer olmasına rağmen "Kuzey Kıbrıs Türklerin işgalinde / kan ağlıyor" tabelalarını Kavala'da görmek düşündürücü ve bence biraz ikiyüzlülük gibi. Politik olarak elbette herkes olayları kendi tarafından görüyor, onlar Türklere, Türkler Rumlara "onlar bizi kesti biçti öldürdü" diyor ama en azından Türkiye'de açıktan açığa böyle bir propaganda (hele ki billboard'lar seviyesinde, hele ki ilgili ülke(ler)in en çok ziyaret ettiği yerlere) yapılmıyor. Bu açıdan beni rahatsız eden Kıbrıs tabelalarının birini de buraya bırakmak isterim:
Böyle şeyler yapılmasın, nolur...


Normalde Kavala - İstanbul yolu 5-6 saatte alınabiliyor, biz biraz fazla mola verince yol biraz daha uzadı. Sınıra geldiğimizde saat 18:30 civarıydı. Free shop işini Yunan tarafında hallettikten sonra Meriç'i geçerek Türkiye'ye girdik. Meriç doğal sınır ya, bir köprü geçiliyor haliyle. Köprünün tam ortası olduğunu tahmin ettiğim noktada Yunanistan tarafında kocaman bir Yunan, Türkiye tarafında aynı boyda bir gönderde kocaman bir Türk bayrağı var. Nöbet kulübeleri de eşit sayıda, onların tarafında Yunanlı, bizimkilerde Türk askerler nöbette.

Bu kutlu seferin dönüş yolculuğu feribottan sonra 15-16 saate yaklaştı, gece 23:30'da Mecidiyeköy'e vardık. Yol tamamen yarışmanın ve festivalin kritikleri, durup durup Ankaranın Bağları'nı çalmalar (oynama kısmını Kavala'ya girerken halletmiştik :) ), "altın aldık biz ya!" nidaları, sevinçten kulaklara varan ağızlarla geçti. Türkiye'ye dönünce de sosyal medyada, Hürriyet ve Hafifmuzik.org'daki haberlerle, Cepsahne'nin mini kutlamasıyla keyfini sürmeye devam ettik.

               

Bundan sonrası için herkesi daha birlik, daha hedefe kilitlenmiş, daha "yapabilir" görüyorum - hem bizi, hem Haluk hocayı. Çalışınca (en iyisi) oluyormuş, birbirimizi anlayınca (daha iyi ve daha kolay) oluyormuş her şey. Sonrası için hepimiz çok heyecanlı ve umutluyuz, ufukta önce bir single/klip, sonra albüm kaydı hedefi var. Nice başarılara, nice güzel anlara GoldYchorus!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)