Bir Zamanlar Orta Anadolu'da

2018 yazından beri, hatta belki de Pegasus Havayolları'nın yaz kampanyasını kaçırdığımız zamandan alırsak 2017 Kasım'ından beri son dakika planlamasında bir marka oldum. Özellikle ben, normal benle kıyaslarsam tam bir dünya markası bile diyebilirim. 23 Nisan'ın salı gününe geldiğini bir yıl öncesinden bilip kendime burası güzel bağlanır notu aldığım halde tatil planlamasını Nisan başına kadar bir şekilde sarkıtmayı başardık. Önce "acaba Güneydoğu'ya mı gitsek?" fikri vardı aklımızda, Urfa ya da Mardin tarafında; ama biz gecikince uçaklar öyle bir artmış ki benim vicdanım yurt içinde bir uçuşa kişi başı 800-900TL ödemeyi kabul etmediği, bunun üstüne oteller de adamakıllı dolup hep en pahalı seçeneklerde yer olduğu için rotayı daha "ekonomik" bir seçeneğe çevirdik. Sonra bir sabah uyandım, bana yazılmış bir not buldum: "Sana program yaptım yavrucuk!" Arabayla Eskişehir - Beypazarı - Hattuşa!

Programı daha az yorucu hale getirebilmek için giderken trenle gider, Eskişehir'den araç kiralayıp Beypazarı-Hattuşa'yı gezer, sonra arabayı Esenboğa'ya bırakıp Ankara'dan uçakla İstanbul'a döneriz diye planladık. Sonra cuma akşamı ve cumartesi sabahı kalkan trenler doldu, sonra biz bir anda kendimize bir yol arkadaşı bulduk: Onur! Cumartesi sabahı 08:00'de Yakacık metro istasyonunda başlayan arabalı Eskişehir seyahatimiz yolda Bozüyük tarafında lapa lapa 20 Nisan karı eşliğinde 10:40 gibi tamamlandı. İlk durağımız kahvaltı için Eskişehirli bir arkadaşın "mutlaka gidin" dediği Ayten Usta idi, biz de maps'te arattık ve Eskişehir'in girişindeki Opet'in yanındaki restorana girdik - ünlü denen ve önerilen bir yer için fazla tenha ve mütevazı durumundan işkillenip okuma yazma bilmiyormuşçasına "burası Ayten Usta mı?" diye garsona sorduk. Meğer iki şubesi varmış, aslolan şehrin daha içindeymiş. Neyse ki oturmadan ve fazla zaman kaybetmeden arabaya geri dönüp doğru lokasyona ulaştık.

Ayten Usta'nın asıl yeri çok güzel bir parkın içinde, etrafında gölet var. İçerisi hangar gibi büyük ve beklediğimiz üzere kalabalıktı. Kahvaltısının olayı masaya servis ve sınırsız olmasıymış. Kişi başı 47TL - İstanbul tarifesine alışık olan bünyeler için normal bir fiyat. Ama masaya gelen yiyecekler hep mini mini porsiyonlarla geliyor, devamını istemek için garson kovalamak gerekiyor. Aşağıdaki fotoğrafı sıcaklar gelmeden önce çekmişim, bunun yanında sıcak börek, yumurta vs de servis ediyorlar. Masadaki her şey inanılmaz lezizdi diyemeyeceğim ama günün sürprizi Egg Benedict sunmaları oldu. Yumurta çeşitleri dönem dönem değişiklik gösteriyormuş, bizim şansımıza o çıktı :)

   



Otelimiz Divan Ekspress Ayten Usta'ya yakın çıktı, odaya yerleşip Eskişehir'de yaşayan bir diğer çook eski arkadaşımızla buluştuk. Sağ olsunlar iki gün boyunca bize rehberlik ettiler. Eskişehir'de ne yapılır diye arayınca ilk sırada çıkan Odunpazarı bölgesine gittik. Odunpazarı şehrin en eski yerleşim bölgesiymiş, evlerin restorasyonuyla son yıllarda turist akınına uğruyor. Bölgede çok sayıda irili ufaklı müze var, anladığım kadarıyla neredeyse tamamını belediye işletiyor. Giriş ücretleri oldukça makul. Mesela bizim ilk durağımız olan Yılmaz Büyükerşen Balmumu Müzesi'nde tam 14, öğrenci 7TL. Müzenin girişindeki kuyruk uzunsa bile aldanmayın, gayet hızlı ilerliyor.

Yılmaz Büyükerşen Eskişehir'i bugünkü haline getiren efsane belediye başkanı. Anadolu Üniversitesi'nin rektörüyken 1999'dan beri 20 yıldır şehir ona emanet. Kendisi 1937 doğumluymuş, sağlığı elverirse 2019 seçimini de kazandığına göre belki de 25 yıl Eskişehir'e hizmet etmiş olacak. Şehrin eski halini maalesef bilmiyorum, ama şu anki halinin çok güzel ve yaşanır göründüğü kesin. Büyükerşen'in kişisel hobisi olarak başladığı, sonra işi ilerletip Londra Madame Tussauds'daki Atatürk heykelinin daha iyisiyle değiştirilmesi için danışmanlık yapmaya kadar götürmüş. Kendi yaptığı Atatürk heykelleri Anıtkabir'de, Samsun'da, İzmir'de sergileniyor; Eskişehir'deki müzedeki heykellerin çoğu da kendisine ait. Artık heykellerin yapımı için bir ekip de çalışıyor ama ben hala işin başında olduğunu düşünüyorum. Müzenin içeriği İstanbul'daki Madame Tussauds'dan daha iyi ve konu bütünlüklü. Heykellerin spekturumu oldukça geniş; Osmanlı padişahları, Türk ve dünya liderleri, sanatçılar, Eskişehir futbol kulübünün efsane oyuncuları, gazeteciler... Tabii o kadar Amerikan albenisi ve alengiri yok; arada olmamışlar da var (benim için Kemal Sunal büyük hayal kırıklığı oldu mesela) ancak bazı modeller gerçeğine o kadar yakın ki emeğe saygı duymamak elde değil. En beğendiklerimden birkaç örneği aşağı bırakıyorum.

Müzede genel olarak fotoğraf çekmek serbest, sadece güncel Türk siyasi liderler ve Zeki Müren'in de içinde bulunduğu birkaç sanatçı ile fotoğraf çektirmek ek ücrete tabi (sanırım 10TL idi). Müzenin gelirleri kız çocuklarının eğitimine aktarılıyormuş.

   
Cumhurbaşkanları, Nazım Hikmet (Nazım'ı çok beğendim) ve Fazıl Say / Aziz Nesin ve Müjdat Gezen

                       
Atatürk'ün çok heykeli var, bunlar en iyilerinden

   
Zihni Göktay, Erdal Özyağcılar ve Emre Kongar çok başarılı - Göksel Kortay pek olmamış maalesef

                      
Haldun Dormen, Genco Erkal ve Zülfü Livaneli

Müzenin çıkışına doğru bölgenin tarihine ışık tutan bir kısım mevcut. Eskişehir'deki ilk siyasal yapılanma, MÖ 1200'lü yıllarda bir Trak kavmi olan Frigler tarafından gerçekleştirilmiş, daha sonra burada Lidyalılar, Doğu Roma İmparatorluğu hüküm sürmüş. 1074 yılında ise Anadolu Selçuklular'a dahil olmuş. Haçlı seferleri ile verilen savaşlar ve Miryokefalon savaşı Eskişehir yakınlarında yaşanmış. Kentin o zamanki adı Dorylaion'muş, Osmanlı döneminde Eski Hisar adını almış. Resmi kayıtlardaki ilk Eskişehir adı ise 1400'lü yılların başında kullanılmaya başlanmış.

Frigler'in ilk kralı Midas ve Midas'ın kulaklarıyla ilgili iki efsane


Yılmaz Büyükerşen'in kendi heykeli de yapılmış


Odunpazarı bölgesinde çok sayıda hediyelik eşya dükkanı ve bunların üretildiği atölye bulunuyor. Bol miktarda cam işçiliği ve dünyada sadece Eskişehir'de çıkan lüle taşı işçiliği ürün bulmak mümkün. Belediyenin teşvikiyle bölgede pek çok müze/sanat galerisi açılmış, buradaki el işçiliklerine ilişkin festivaller düzenleniyor; Lületaşı Festivali, Uluslararası Ahşap Heykelleri Festivali, Uluslararası Cam Festivali bunların en önemlileri.

Çağdaş Cam Eserleri Müzesi, camdan yapılmış sanat eserlerinin sergilendiği, insanı bu nasıl camdan yapılmış olabilir şaşkınlığına sürükleyen şahane bir alan. 

   


Kullanılmış cam şişelerin, bardakların eritilip yeniden şekil verilmesi yaygın olarak kullanılan bir teknik. Hediyelikçileri gezerken kültablası yapılmış bira şişelerine veya tabak, hatta saat haline gelmiş rakı şişesine rastlayabilirsiniz.



Belediyenin kurduğu müzelerin bir tanesi de Ahşap Eserler Müzesi. Burada genelde daha önceki ahşap festivallerine katılmış yapıtlar sergileniyor, çok ilginç gelen birkaç tanesini aşağıda bulabilirsiniz. Bu müzenin de çok komik bir giriş ücreti var, hatta kadınlara indirimli :)

                       

   
Sağdaki ahtapot, kesilen bir ağacın köklerinden ortaya çıkarılmış

Odunpazarı'ndaki Kurşunlu Külliyesi, bölgedeki en önemli Osmanlı eseri diyebiliriz sanırım. 16.yy'dan kalma bu komplekste de yine hediyelik eşya dükkanları, küçük bir lüle taşı müzesi, cam atölyeleri bulunuyor.

                  
Kuru yaprakları ebru ile renklendirip plastikle kaplamışlar, harika kitap ayraçları ortaya çıkmış!


                              
Odunpazarı'nın meşhur evleri, sıra sıra dükkanları ve arnavut kaldırımlı sokakları


Odunpazarı'nı dolaştıktan sonra şehir merkezine gittik. Eskişehir'de çok sayıda öğrenci bulunduğu için kafe-bar açısından çok zengin, şehrin merkezine küçük dersiniz ama Çin lokantaları, ünlülerin sahne aldığı gece kulüpleri, canlı müzik yapılan kafe-barlar... ne ararsanız fazla fazla var! En orjinallerinden biri de Varuna Gezgin kafe. Varuna Gezgin'in birkaç şubesi varmış, biz Del Mundo olanına gittik. Daracık 3-4 katlı bir kafe, burada yemek yemedik ama bolca bira çeşidi mevcut, atıştırmalıkları da fena değildi. Özel kampanyalı menüsüne de göz atmakta fayda var, yabancı biralar çok uyguna gelebiliyor.

Sakarya Irmağı'nın bir kolu olan Porsuk nehri şehrin içinden akıp geçiyor. Eskiden nehrin etrafı sefil haldeymiş, belediye nehir çevresini ıslah edip bugünkü haline getirmiş. Nehir boyunca kafeler, restoranlar uzanıyor, güzel yürüyüş yolları var. Havalar ısınınca (sanıyorum Mayıs ayından sonra) nehir boyunca gondol gezileri de yapılabiliyormuş. Kafelerdeki fiyatların süper iyi olduğunu söylemem gerek, sabah Ayten Usta'da kişi başı 47TL ödediğimiz düşününce bu kafelerde kişi başı 20TL civarında serpme kahvaltı görünce bedava gibi geldi bize :)

   

İlk günün akşamında buraya gelirken herkesin çok çok övdüğü Mezze'ye gittik. Envai çeşit meze yapan, müzik yayını varla yok arasında olan bir meyhane burası. Fiyatlar için çok uygun diyemeyeceğim ama yiyeceklerin lezzeti gayet yerindeydi. Buradan sonra gece hayatına devam edecek takatimiz çok kalmadı, onu da bir dahaki sefere saklayalım diye kendimizi avuttuk.

Ertesi gün yine Yılmaz Büyükerşen'in kente kazandırdığı çok geniş parklardan biri olan Sazova Parkı'na gittik. Parkın girişine, Avrupa'daki bazı parklar gibi yüksek bir demir kapı yapmışlar. Alanı o kadar büyük ki içinde dolaşabilmek için bir trencik kurmuşlar. Hava aşırı soğuk olmasına rağmen park Eskişehirlilerle ve turist gruplarıyla doluydu. Önce Masal Şatosu'na uğradık. Burası aslen çocuklar için yapılmış olsa da biz de içeri girip tepesine çıktık. Masal Şatosu'nu oluşturan kuleler Türkiye'nin farklı yerlerinden alıntılanmış: Antalya Yivli Minare, İstanbul Galata Kulesi, Amasya Burgulu Kule, İstanbul Adalet Kulesi (Topkapı Sarayı'ndaki), İstanbul Kız Kulesi, İstanbul Sindrella Kulesi gravürü, Diyarbakır Çan Kulesi, Mardin Ulu Kule.


Şatonun içinde çeşitli masal kahramanlarının heykelleri var. Ek olarak masal anlatımlı turlar da düzenleniyor. Tura katılmadan gezmenin bedeli 5TL, herhangi bir saati kovalamak da gerekmiyor.

   

   
Sazova Parkı

Sazova Parkı'nın içindeki Has Kırım Çibörek Eskişehir'in meşhur çiböreği için iyi bir adresmiş, ancak biz gittiğimizde çok sıra vardı, beklemek istemedik. Sonraki durağımız olan Bilim Deney Merkezi'ne yürüdük. Burası parkın hemen sınırındaki alanda kurulmuş büyük bir deney alanı, giriş yine çok makul fiyatlı (10 TL). İçerisi okul grupları sebebiyle çok kalabalıktı. İçinde pek çok basit makine, deney, deneyim düzeneği var; birçoğu bizim için bile eğlenceli ancak hakkıyla, eğlence ve öğrenmeyi maksimize ederek gelinecek yaş sanırım orta son-lise 1.

Bu kuşu Eskişehir'den sonra Beypazarı ve Boğazkale'de de gördüm, ama cinsini bilmiyorum...

Eskişehir'e gitmişken, filminden oldukça etkilendiğimiz Devrim Arabaları'nı da görmeyi istiyorduk. 1961'de cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Türkiye'nin ilk otomobilinin yapılması için Devlet Demir Yolları Fabrikaları ve Cer Dairelerinin mühendislerine emir verir. Otomobilin yapılması için tüm ekip günde 12 saate varan mesailerle hafta sonları dahil olmak üzere büyük bir özveriyle çalışır. Sadece 4,5 ay içinde, belirlenen ödenek limitleri dahilinde motoru dahil tüm parçaları Türkiye'de üretilmiş iki araba Eskişehir'deki bugün TÜLOMSAŞ olan (Türkiye Lokomotif  ve Motor Sanayi AŞ) tesislerde yapılarak 29 Ekim törenlerine hazır edilir. Arabalara "Devrim" adı verilir. Ankara'ya trenle götürülen arabaların depoları, trenin bacasından sıçrayabilecek kıvılcımlarla bir kaza çıkmaması için boşaltılır. Plan benzinin yolda alınarak arabaların Anıtkabir ve TBMM'ye getirilmesi olarak yapılmışken; arabalara eşlik eden kişiler bu konudan haberdar olmadığı için arabalar depolarındaki çok az benzinle meclise ulaşır. Durum fark edilince alelacele getirilen benzin birinci arabaya aktarılır. Tam cumhurbaşkanını bineceği ikinci arabaya benzin konacağı sırada Cemal Gürsel araca biner ve araba içindeki az benzinle çalıştırılmak zorunda kalır. 100m sonra araba öksürerek durur, "ne oldu?" diye soran cumhurbaşkanına "benzin bitti paşam" yanıtı verilir, Cemal Gürsel deposu doldurulmuş olan araca transfer edilerek Anıtkabir'e götürülür. Cumhurbaşkanı araçtan inerken ünlü "Batı kafasıyla otomobil yaptınız ama, doğu kafasıyla benzin ikmalini unuttunuz" sözünü söyler.

Hikaye buraya kadar normal, asıl iç burkan taraf sonrası: Bu olay basında ağız birliği içinde "Devrim 100m gitti bozuldu" başlığıyla yer alır ve ödeneğin boşa gittiği anlatılır, cumhurbaşkanının Anıtkabir'e diğer Devrim'le gittiğinden bahsedilmez. Maalesef insanüstü efor ve adanmışlık, en ufak aksaklıkta linç kültürüne yenik düşer. O dönemde üretilen dört aracın üçü hurdaya çıkarılmış, bir tanesi ise TÜLOMSAŞ'ın bahçesinde sergileniyor, ve bu araç hala çalışır durumda.

   


                                              

Eskişehir'den çibörek yemeden gitmeyecektik elbette. Burada yaşayan dostlarımız bizi sokak arasında ama çok leziz olduğuna kefil oldukları Es Alpu'ya götürdüler. Çibörek porsiyonunda 5 tane geliyor, bu fiksmiş. Fiyatlar da sanıyorum çoğu yerde benzer, 12,5TL. Yanında hafif acılı domates sosu geliyor, yemenin raconu önce D şeklindeki çiböreği ortadan ikiye katlayıp, ucundan bir kısmını koparıp içindeki suyu, Tatar'ların deyişiyle "sorpasını" akıtmak (ve bir yandan da soğumasını sağlamak), üstüne de domates sosu sürmekmiş. Gerçek bir Eskişehirli asla bir porsiyonla bırakmaz, mutlaka ikincisi söylenirmiş. Ben çok aç olduğum için bir porsiyonu bitirdim, ama sonradan biraz rahatsız etmedi desem yalan olur.


                                           

Eskişehir'de yeme-içme anlamında daha önce hiç bilmediğim bir şey daha keşfettim: Leblebi tozundan yapılan leblebi kurabiyeleri (talkan kurabiyesi de deniyor sanırım), hatta leblebi helvaları ve lokumları. Leblebi kurabiyesi güzel, özellikle leblebi sevenlerin daha çok hoşuna gidecektir. Çok yerde satılıyor, bizi özellikle götürdükleri dükkan Kurabiyeci Volkan'dı. Bir de met helvası (sıkıştırılmış çubuk şeklinde pişmaniyeye benziyor) haşhaşlı yapılan fındık kreması gibi bir şey vardı ama sanırım o zaten yeni trendmiş de ben bilmiyormuşum :) Gezinin sonraki gününde Çorum'a girerken kuru yemişçilerde de leblebi kurabiyesi gördük, meğer buralarda tüketilirmiş.


                              

"Burada çok güzel boza yapan bir yer var" diyerek bizi bir de Kara Kedi Bozacısı'na götürdü Eshişehirli dostlar, bozası güzeldi ama bu kadar leblebi seven memlekette sanırım bozaya leblebi atma geleneği yok :) 

Porsuk boyuna "Adalar" da deniyor, eskiden burada gerçekten de nehir kıyılarından bağımsız adalar varmış. Bugün Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Porsuk Konukevi'nin de üstünde bulunduğu yerde sadece bir tane bulunuyor.

Akşamüstü yola başbaşa devam etmek üzere kiraladığımız arabayı teslim aldık ve sonraki durağımız Beypazarı'na doğru yola çıktık. Beypazarı'na giderken navigasyonun verdiği rota seçeneklerini fazla irdelemeden birini seçtik, Eskişehir'in biraz sıkıntılı yollarla (bolca çukur, hatta hava kararınca kocaman bir domuz bile vardı) Alpu ve Mihalıççık ilçelerinden geçerek 21:00 gibi Beypazarı'na ulaştık. Hava kararmaya yüz tutmuş olmasaydı aslında Mihalıççık'ta Yunus Emre'nin türbesini ziyaret edebilirdik ancak vakit olmadı. Mihalıççık'tan geçerken Kayı adlı bir köyden geçtik, gerçekten de Kayı boyunun yaşadığı bir köymüş. Girişinde de Kayı boyunun amblemi vardı, bir de o dönemden kalan ve bugünle kucaklaşan mezarlar...


                                    

Beypazarı'na ulaştığımızda saat 21 civarıydı ve ortalıkta kelimenin tam anlamıyla in cin top oynuyordu. Biz de teamüle uyup kalacağımız Zerde Konak'a geçtik. 400 yıllık olduğu söylenen üç katlı konağa restorandan giriliyor, odalar üst katlarda ve yukarı ayakkabıyla çıkmak yasak. Bizim kaldığımız katta 4-5 oda, odalardakinin dışında ortak bir tuvalet, ortada genişçe bir ortak salon vardı. Tarihi konağın dokusu hiç bozulmadan otel haline getirilmiş. Odalardaki banyolar orjinali gibi dolap içinde, kullanımı rahat değil elbette ama duş almaya engel de değil.

   

   

                        
Otel restoranındaki su kuyusu ve akşam yemeği

Beypazarı'nda tarhana çorbası ve sarma yenmeli diye okumuştuk, ilk akşam otelde bu ikiliden yedik. Sarma biraz tuzlu geldi ama ikisi de güzeldi. "Burada hayat 8'de bittiği" için otantik odamıza çekilip sabah erken uyanmak üzere dinlendik. Sabah kahvaltıdan sonra kendimizi dışarı attık, ortalık yine sakindi ama en azından artık güneş vardı. Önce Türk Hamamı Müzesi'ni gezdik. Hamam müzesi projesi 2012 yılında Beypazarlı  akademisyen Sema Demir tarafından hayata geçirilmiş; hatta Beypazarı'ndaki Yaşayan Müze, hatta Beypazarı yakınındaki (zaman kısıtlamasından dolayı gidemediğimiz) Yaşayan Köy de aynı kapsamda düzenlenmiş. Burası Türkiye'nin ilk, dünyanın üçüncü hamam müzesiymiş. Hamam müzesine giriş oldukça uygun fiyatlı (6TL), ve buradaki görevli hanımefendi çok güzel anlatımlar da yapıyor. Mesela, muhtemelen daha önce duyup sonra unuttuğum bir not; hamamdaki tellakların kadın versiyonlarına natır deniyormuş. Hamamın dışarı en yakın kısmına "soğukluk / soyunmalık"; bir iç kısımdaki odacıklara "ılıklık"; ateşin yakıldığı yere en yakın, en sıcak kısma ise "sıcaklık / halvet" deniyormuş. Ateşin yandığı dışarıdaki yerin adı külhan, dilimize kabadayı benzeri bir kullanımla oturmuş olan külhanbeyi tabiri de burada çalışan, genelde evsiz, külhanda yatıp kalkan gençlerden geliyormuş. Külhanbeylerinin sıcak ortamda yaşamak zorunda kaldığı için genel olarak agresif olduğundan, nara attığından ama aynı zamanda ahlaklı ve namuslu kimseler olduğundan da bahsetti. 

   
Beypazarı'nda 1960lı yıllardan gerçek bir gelin fotoğrafı ve gelin hamamı öncesi giyilen kıyafetler. Zengin - fakir ayırmadan gelinlerin göğsüne konu komşudan toplanmış olan altınlar asılırmış.

                   

Soldaki fotoğraf ayaklı (seyyar) berber odası, öndeki küçük kapta duran toz da tüy temizlemekte kullanılan hamam otu. Hamam otu suyla karıştırılarak kullanılıyormuş, diğer adı da zırnık otuymuş ve çok kötü kokusu varmış. "Zırnık bile koklatmam" deyişi de buradan geliyormuş. Tdk'da zırnığın ilk anlamı en ufak parça, tutam olarak da verilmiş, deyimin anlamı her ikisiyle de uyuyor :)


                                  
Beypazarı sokakları

Hamam müzesinin hemen karşısında bulunan Alaaddin Camii'nin 13.yy'da Anadolu Selçuklu döneminde yapıldığı düşünülüyor. Cami 1800lü yılların başında aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Türk camilerinde İstanbul'un fethine kadar Selçuklu mimarisi örneklerine rastlanıyor; dam yapısında, tavanı düz, sütunlarla ayakta duran yapılar. İstanbul'un fethinden sonra Ayasofya'yı gördükten sonra cemaatin minberi daha rahat görebildiği kubbeli cami yapısına geçilmiş. Caminin bahçesinde 800 yaşında olduğu tahmin edilen bir de çınar var.

                 

   


Beypazarı'nda yapılacak en enteresan şeylerden biri de Yaşayan Müze'yi gezmek. Burası da Hamam müzesi gibi Beypazarı konaklarındaki yaşamı canlandırıyor ve anlatım olması görülenleri daha anlamlı kılıyor. Müzenin giriş katındaki odalarda ebru sanatını anlatan bir oda var, isterseniz 15TL karşılığında deneyip yaptığınız ebruyu alabiliyorsunuz. Bir başka odada ıhlamur ağacından oyulan taş baskı tekniğini aynı şekilde deneyip baskı yaptığınız bezi/örtüyü alabiliyorsunuz. Bir odada kurşun dökme anlatılıyor, burada da 25TL karşılığında kurşun döktürmek mümkün, kan bağı olanlara ve eşlere aynı örtü altında dökülebiliyormuş - biz yaptırmadık. 

              
Taş baskı ve kurşun dökme odaları

Yaşayan Müze'deki bir odayı Hacivat ve Karagöz'e ayırmışlar. Buradaki bilgi tabelasından  Hacivar ve Karagöz'ün hüzünlü hikayesi var: Bursa Orhan Gazi Camii yapımında çalışan demirci Bali Çelebi ve duvarcı Halil Hacı İvaz birbirleriyle "küplere binmek" deyiminin kökenini öğrendik:

                                                  


Beypazarı evleri taş üstüne ahşap yapıyla inşa ediliyor. İçlerinde hem ahşap evde güvenli bir alan olsun, hem de yiyecekler serin kalabilsin diye mahzun denen bir bölme oluyormuş. Konakların üst katlarında ise odalar, odaların açıldığı alanda oturma salonu var. Ailede yeni evlenen oğlan için karyolalı bir gelin odası kurulurmuş, 40 gün sonra saltanat biter, o gelin de büyük gelin gibi yer yatağına geçermiş. Büyük gelinin odası daima en büyük olurmuş. Her odada da bizim kaldığımız konak odası gibi gusülhane denen dolap içi banyolar var. Odalar mangallarla ısıtılırmış, mangal başlıklarındaki kuş figürü de sessiz bir iletişim aracıymış, eğer başı dikse yüksek sesle konuşmak serbest, misafire uygunuz demekmiş; eğikse ibadet edildiğini, dinlenmek ve sessizlik istendiğini gösterirmiş.

   
Yeni gelin odası ve salon

                   
Satrancın babası denilen oyun "Mandala" ve dolap içi banyo


Yaşayan Müze'de ilginç bir bilgi daha edindik: Konağın avlu kapısında bir mutfak alanı var ve mutfağın avlu kapısının dışına bakan duvarında ahşap bir kapak bulunuyor. İhtiyaç sahipleri bu kapağı üç kere tıklatır ve içinde gizli rafa boş kap bırakırmış, mutfaktakiler de o gün pişen yemeklerden kaba koyup gizli dolabı çevirir, arkasından yine üç kere tıklatırmış. Bu dolaplar kimi zaman gençlerin gönül işlerinde not ve eşya alışverişi için de kullanılırmış. "Dolap çevirmek" deyişi de buradan gelirmiş meğer.

                                           

Müze gezisinden sonra önce Beypazarı'nı yukarıdan gören Hıdırlık tepesine tırmandık. Yukarı bir tesis yapmaya çalışıyorlar, inşaat var ama hava yağışlı değilse ve elinizde yük yoksa yürüyerek rahatça çıkabilirsiniz. Sonra ise şehrin otantik kısmından çıkıp merkeze doğru yürüdük ve gümüşçüler çarşısında turladık. Beypazarı'nda havuç yetişiyormuş ve adım başı havuç suyu satılıyor. Bunun dışında tarhana, Beypazarı kurusu da satın alınabilir.

                                     
Havucun hakkını vermişler

Öğle yemeği için Taşkonak Restoran'a oturduk. Burada Beypazarı'nda tadılması gereken yemeklerden bir menü yapmışlar. Aşırı aç değilseniz iki kişiye gayet yetecek kadar yemek var: tarhana çorbası, pilav üstü etle yapılan Beypazarı güveci, yaprak sarması, baklava, salata. Menğ fiyatı 30TL idi.



                                                                                                   
Öğle yemeği menüsü ve Kayı oyuncakları

Beypazarı'ndan çıkıp buralarda ne yapılır'larda çıkan İnözü Vadisi'ne yollandık, ama vadide aradığımızı pek bulamadık, şöyle bir bakıp yeniden yola koyulduk. Bu sefer Ankara üstünden geçen yolla Çorum merkezine gidecek, akşam yemeğinde Katipler Konağı'nda İskilip Dolması yiyecektik. Az gittik, uz gittik; "Ankara'nın merkezinden geçerek gitmesek mi?", "Bahçeli'de bi bira içmesek mi?"lerimiz birden "Bu gece Ankara'da kalıp sabah erkenden Hattuşa'ya gidelim o zaman"a dönüştü! Ani bir kararla Çorum merkezindeki oteli iptal edip sadık yarimiz Ankara Anemon'dan oda aldık ve önce Bilkent'e girdik. 

   

Önce 76'ya, sonra bölüme, sonra da dostumuzun mini mini ikizlerini görmek için lojmana uğradıktan sonra "yemek için Aspava'ya mı gitsek, Uludağ'a mı, yoksa Bahçeli'ye mi?" kararsızlığımızı n sonucunda ODTÜ'ye de uğrayıp yemeğimizi Çatı'da yedik. Otele eşyaları attıktan sonra tabii ki Kıtır'a yürüyüp birer bira içtik. Ankara havası candır, her zaman iyi gelir...

                                      
Ayıptır söylemesi hepsine 34TL ödedik :)

23 Nisan günü sabah erkenden uyanıp hızlı bir kahvaltının ardından 8'e doğru Hattuşa'yı ve Alacahöyük'ü gezip akşam 22:30 uçağı için tekrar Ankara'ya dönmek üzere yola çıktık. Çorum yolunda bir an "Hasanoğlan" ayrımından geçtik... Hasanoğlan, şu eğitimi ve disiplini efsane olmuş köy enstitüsü. Saat erken dedik, Hattuşa'yı hallederiz dedik, Hasanoğlan'ı ezip geçmeyi içimiz el vermedi. Geri dönüp ayrımdan içeri girince okulu bulmak hiç kolay olmadı. Köy enstitüsü sanırım önce öğretmen okuluna, şimdi ise fen lisesine dönüşmüş. Dönüşmüş dediğime bakmayın, 1941'de açılan kendi orjinal binaları harabe gibi duruyor maalesef, kocaman araziye yapılmış yeni binada ise şimdiki okul faaliyet gösteriyor. Köy Enstitüsü'nün bir binası müze haline getirilmiş sözde ama kapısı kilitli, camları toz içindeydi. Okulun içine girip "müzeye girmek istiyoruz" dediğimizde ise o kadar gönülsüz yaklaştılar ki, 23 Nisan törenini bahane edip "şimdi sizin yanınıza görevli veremeyiz" deyip içeri girmemize izin vermediler...

   
Okulun eski giriş kapısı (sağda). Ağaçlar o dönemde okuyan öğrenciler tarafından dikilmiş

   
Ahşap ve Demir işleme atölyeleri - şimdi kaderine terk edilmiş durumda...

                            
Müzeye dönüştürülen bina ve içi

   
Ah, bu binalarda okuyan, bu heykelleri yapanlar şimdiki durumu görmüş müdür acaba?

Hasanoğlan'dan boğazımızda koca bir düğümle ayrıldık. 1940'ta kurulan, sadece beş yıl sonra sunduğu demokratik ve işbirlikçi ortan yüzünden "komünizm propagandası yapıyor" diye yıpratılmaya başlanan köy enstitüleri 14 yıl değil 24 yıl açık kalsaydı, 25000 değil 50.000 mezun verseydi Türkiye nasıl bir yer olurdu? Türkiye'de tarım ve üretim ne duruma gelirdi, eğitim seviyesi bugünden ne kadar farklı olurdu? Şimdi hatırasına bile hak ettiği saygı gösterilmeyen bu kurumlar hiçbir şeyi olmayan köy çocuklarını vatana değer katan bireylere dönüştürme, ezbere ve kağıt üstünde değil uygulamalı eğitimde ülkeye az zamanda büyük yol aldırdı...

Yolun bundan sonrası 2 saat kadar bozkırlar... Neyse ki hava artık açık, güneş tepede Hattuşa'ya ulaştık. Hattuşa bir Efes değil elbet; ortalıkta pek az insan vardı. Önce antik kente gittik, kapıdaki görevli bize Boğazköy müzesine gitmemizin daha açıklayıcı olacağını, ayrıca açıkhava müzesinde bulunmayan bazı önemli parçaların orada saklandığını söyleyerek bizi araçla 3dk mesafedeki müzeye yönlendirdi. Müze fazla büyük değil ve neredeyse tamamı Hititler üzerine. Elbette bizden başka hiç ziyaretçi yoktu, bu durum da bizim işimize geldi :)

                       
                                              
Gaga ağızlı testi

                   
Törenlerde boğa başlı testideki sıvıların soldaki mangallı vazoya dökülerek sunulduğu düşünülüyormuş


                        
Çivi yazısı tekniği ve çivi yazısıyla yazılmış tablet

Hattuşa/Boğazköy'deki ilk yerleşimler MÖ 6000 yılı civarına tarihleniyor. MÖ 2 bininci yılların başında Hattiler burada bir kent kuruyor, MÖ 1700'lerde Kral Anitta bu yerleşimi yıkıyor; kral 1. Hattuşuli'nin iktidara gelmesiyle şehrin adı Hattuşa olarak değiştiriliyor ve 400 yıl kadar Hititler'e başkentlik yapıyor. 

MÖ 2000-1180 yılları arasında yaşayan Hititlerin en güçlü dönemi, 1. Şuppililiuma zamanı; o dönemde yakın doğuda Mısır ve Babil'den sonra 3. büyük güç haline gelmişler. MÖ 1270 yılında Mısır'la Akad ve Mısır dillerinde tarihin ilk yazılı anlaşması Kadeş'i imzalamışlar. Bugün, Kadeş'ten kalan tabletler İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor. Devletin son kralı 2. Şupplililiuma'yı zaten Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki şahane heykelinden tanıyoruz :) Onun döneminde büyük bir kıtlık yaşanıyor ve dışarıdan tahıl desteği alınıyor.

Kadeş Antlaşması'ndan bir kısım - İstanbul Arkeoloji Müzesi

Hattuşa dönemin en büyük kentlerinden, etrafı surlarla çevrili. Bugün de bu surları temsilen benzerleri inşa edilmiş. Antik kentin girişinde bir kent maketi var. İçeriyi gezmek, iyi yerleştirilmiş tabelalar sayesinde görece kolay, ayrıca isterseniz girişteki mağazadan Hattuşa ile ilgili bir kitap alıp gördüğünüz yerler hakkında daha detaylı bilgi edinerek de gezebilirsiniz (biz öyle yaptık). Önce aşağı şehir olarak anılan ve büyük tapınağın bulunduğu bölge geziliyor, sonra yukarı şehre doğru araçla tırmanılıyor.
Şehrin maketi

Gezi Aşağı Şehir'le başlıyor. Burada genelde tapınaklar var. Kentte 31 tane tapınak bulunmuş.
Tapınaklar bölgesi

Yukarı şehirde Hattuşaş şehrinin görkemli kapıları bulunuyor: Aslanlı Kapı, Sfenks Kapısı ve Kral Kapısı. Altta görülen Aslanlı Kapı, şehrin ana girişlerinden ve tekerlekli araçların erişimine de uygun. İki aslanın arasında çift kanatlı ahşap bir kapı varmış. Aslanların gözleri, gerçekçi olması için kireç taşındanmış ve siyah göz bebekleri varmış. Aslanların gövdesi tek parça taştan oyulmuşken, ayakları farklı bir blok üstünde duruyor.

                                   
Aslanlı kapı

Şehrin en yüksek yerinde, bugün içinde yürünebilen tek tünel geçidi olan Yerkapı bulunuyor. Yerkapı'dan geçip 70m'lik tünelden aşağı inince şehri güneyden saran yığma taş setin alt kısmına geçiliyor. Bu set, güvenlik amacıyla inşa edilmediği, duvar boyunca uzanan basamaklardan anlaşılıyor.  Bu yapının daha çok mimari bir anıt, ya da şehrin dini önemini vurgulama amacıyla yapıldığı düşünülüyor.

                   
Yerkapı'nın dışarı görünümü ve tünelin içi

Dış sur ve merdivenleri

Merdivenleri tırmanıp tekrar yukarı çıkılınca Sfenksli Kapı'ya ulaşılıyor. Aslanlı Kapı ve Kral Kapısı'ndan farklı olarak bu kapı iki kule arasında değil, kulelerin birinin içinde yer alıyor. 1917 yılında iki sfenks, onarılması ve temizlenmesi için daha sonra iade edilmek üzere Berlin'e gönderilmiş. Sfenkslerin biri 1924 yılında Türkiye'ye iade edilmiş (fotoğrafın sağındaki) ve İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmeye başlanmış, diğeri (soldaki) ise Berlin'deki Pergamon Müzesi'nde kalmış. Sfenksin iadesi için 1938 yılına kadar görüşmeler sürmüş, 2. Dünya Savaşı sonrasında müze Doğu Almanya'nın elinde kaldığı için ilişkiler ve görüşmeler kesilmiş. Türkiye'nin 1973 yılında Doğu Almanya'yı tanımasından sonra görüşmeler 1974 yılında tekrar başlamış. Araya UNESCO'nun da sokulmasından sonra, 94 yıllık gurbetin sonunda, 2011 yılında sfenks İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne iade edilmiş ve koruma ve temizlik çalışmaları orada tamamlanmış. 2011 yılından beri her iki sfenks de Boğazköy Müzesi'nde sergileniyor. Yerkapı'daki orjinal yerinde ise replikaları duruyor.


                                    
Boğazköy sfenkslerinin müzedeki orjinalleri

                                                    
Sfenkslerin Sfenksli Kapı'daki replikaları


Şehir kapılarından en iyi korunmuş olanı Kral Kapısı. Kapıdaki 225 cm'lik savaşçı görünümlü tanrı kabartmasının orjinali Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergileniyormuş, burada replikası duruyor. Savaşçının göğüs yapısı ve iri meme uçlarından ötürü bir Amazon kadını olduğu düşünülse de, göğsüne bulunan kıl betimlemelerinden sonra erkek olduğu kesinleşmiş. Kapıda bir tanrı figürünün olmasından, yukarı şehrin herkese açık olmaması ya da bu kapının sadece önemli geçit törenlerinde kullanılması anlamları çıkarılabiliyor. Bu kapının yapısı Aslanlı Kapı'ya çok benziyor, bu da iki kulenin arasında ve iki ahşap kanadı var.

                
Kral Kapısı

Hattuşa şehrinde su deposu olarak kullanılan göletler varmış. Ayrıca bilinen ilk kanalizasyon sistemi de burada kurulmuş. Yakın Doğu'nun bilinen en eski taş işçiliğiyle yapılmış kubbeli yapısı da buradaki bir havuzun setinin iki yanında duran 1. ve 2. oda. 1. oda günümüze kadar çok düzgün gelememiş ama 2. oda, yani hiyeroglifli oda iyi korunmuş. Hititler'in son kralı 2. Şuppiluluima'nın yaptırdığı 2. oda ilk bulunduğunda mezar sanılsa da, sonraki çalışmalardan sonra bu odanın yeraltı dünyasına sembolik bir giriş olduğu ve muhtemelen tapınma alanı olarak kullanıldığı anlaşılmış. Tam karşıdaki duvarda başında kanatlı güneş kursu olan ve Mısır hayat simgesi taşıyan uzun giysili bir tanrı (muhtemelen güneş tanrısı) resmedilmiş. Sol duvarın en başında da mızrak taşıyan kral (muhtemelen 2. Şuppiluluima), savaşçı olarak betimlenmiş.

                   
Hiyeroglifli Oda

Şehre en hakim konumda, ilk yerleşim izleri Tunç Çağı'ndan kalan ve kralların mezarlarının bulunduğu Büyükkale bulunuyor. Şehir surlarından ayrıca kendisi de surlarla çevrili olan Büyükkale, şehrin idari merkezi ve büyük toplantı odaları, kral ve kraliçenin özel oturma alanları ve devlet arşivi burada bulunuyor. Burası aynı zamanda Hattuşa gezisinin son durağı. Bu kadim ve görkemli kentin 4000 yıldır burada durması mucize gibi, sanki dün yaşanmış gibi tekrar bir araya getirilebilmesi de büyük emek... 1893'te bir Fransız mimar tarafından keşfedilmiş, kazılarına 1907'de başlanmış, 1986'da UNESCO Dünya Kültür Mirası ve Dünya Belleği listelerine alınmış - bu listelerde bulunan tek antik şehir.

                                      

Hattuşa'dan sonra ziyaret edilmesi gereken bir yer daha var: Hititlerin en büyük açıkhava tapınağı olan Yazılıkaya. Kayalara işlenmiş tanrı ve kral figürleri hala net şekilde seçilebiliyor. 

                              
Yazılıkaya A Odası -  Büyük kral 4. Tudhaliya (solda) ve Fırtına tanrısı Teşup ile Güneş tanrıçası Hepat (sağda)


                                         
A Odası

B Odası'nın MÖ 13.yy'da 2. Şuppliliuma tarafından ölen babası 4. Tudhaliya için yaptırdığı sanılıyor. Buradaki kabartmalar hem A odasından daha yeni olduğu hem de daha dar bir alanda kaldığı için daha iyi korunmuş. En kült kabartma, sivri külahlı, kısa etekli 12 yeraltı tanrısı.

   
B Odası

Buralara gelmişken Yazılıkaya'dan yarım saat mesafede yine bir Hitit yerleşkesi olan Alacahöyük'ü de görmemek olmaz. 1835 yılında keşfedilen Alacahöyük, Demir devri, Hitit dönemi, eski Tunç çağı ve geç kalkolitik çağ olmak üzere 4 kültür katına ev sahipliği yapıyor. Buradaki en ilginç şey kral mezarları ve ölülerin yemesi için yanlarına bırakılmış boğalara ait kemikler ile güneş kursu, boğa ve geyik figürü gibi ölü hediyeleri.

   
Mezarların karşıdan ve yakından görünümü

Alacahöyük kentinin girişinde de bir sfenksli kapı bulunuyor. Bu kapı, yanlarında bulunan kabartma süslemelerle Aslanlı Kapı gibi diğer Hitit kapılarından ayrışıyor. Kabartmalarda yine tanrılar ve dini olaylar betimleniyor.

                                    

   
Alacahöyük Sfenksli Kapı

Alacahöyük'ten sonra, memleketin bahar manzaralarını izleyip yavaş yavaş güneşi batırarak Ankara'ya doğru yollandık. 

   
Anadolu'nun tam orta yerinden güzel manzaralar

Hattuşa, birkaç yıldır aklımızda olan bir yerdi, 23 Nisan tatiline, hele ki Eskişehir - Beypazarı hattına cuk oturdu. Hiçbir yere tam olarak yakın olmadığı için nereden giderim, nasıl yaparım diyenler Ankara'yı kesinlikle değerlendirmeli. Hem yolda Hasanoğlan'a uğrama imkanı bile var; ki bu imkan için bile aynı yol tekrar alınır, o kadar kıymetli ve etkileyici. Anadolu'nun her yerinde bambaşka bir tarih var ve insan gezip gördükçe, yaşadıkça parçaları daha iyi birleştiriyor. Bu seyahatten döndükten sonraki pazar günü sırf Kadeş'i görmek için 9 yıldır ertelediğimiz İstanbul Arkeoloji Müzesi'ne gittik mesela. Şimdi aklımda, burayı görmüş olarak Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne tekrar gitmek var. 

İyi ki gezmek var!

16 Eylül 2019 Pazartesi, İstanbul
















Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)