İnsan ne kadar uzağa gidebilir? - Arjantin macerası

Geçen sene yine Mayıs başında, yine aniden belli olan bir iş seyahatini tatile çevirebilir miyiz heyecanıyla, yine çok dar zamanda, nedir ne değildir bilmeden, hayatımızda ilk kez bakıp öğrenmeye çalıştığımız bir bölge için okyanus ötesinde kim olduğunu tam da bilmeden güvendiğimiz bir yerel tur şirketine para gönderip turu bağlamak üzereyken seyahatten ani bir kararla vazgeçmiştik.

Bu sene de aynısı oldu.

Önce “ben gitmiyorum” dedi canım; iki hafta sonra “İşler değişti, gidiyorum. Bu defa sen de geliyorsun” dedi. “Bu defa toplantı Uruguay’da değil Buenos Aires’te, ben toplantıdayken sen benim daha önce gezdiğim yerleri gezersin, sonrasını da istediğimiz gibi planlarız!”

Geçen sene o kadar çok bakıp aşina olmuştuk ki, istediğimizin ne olduğunu az çok biliyorduk. Arjantin‘in ne kadar büyük olduğunu, Güney Amerika’da ülkelerin birbirine ne kadar uzak olduğunu, “gitmişken Peru’ya da geçeyim” dedin mi tatile neredeyse bir hafta daha eklemek gerektiğini falan yalayıp yutmuştuk. Olur mu olmaz mı derken İstanbul-BA biletlerini aldık. Sonra iş içini doldurmaya kaldı. MTD zamanı Zürih’te tanıştığı Barcelona’da yaşayan ama aslen Arjantinli olan yakın arkadaşı Santi’ye yazalım dedik, hem eşi turizmci, onlar bize yardım etsin! Ettiler de. Juani’nin sağladığı bağlantıyla lokal bir tur şirketiyle BA sonrası günleri planladık. Öyle planlamak ki bir yandan kadının verdiği bilgi ve fiyatları başka kanallardan kontrol etmeye çalışıyoruz, hem bir şey atlanmasın aman diye kendimizi parçalıyoruz ama bunların hepsi de iki hafta içinde, haftasonu ev seyahatleri ve yoğun iş programı içinde olup bitiyor. Öyle ki son iki gün yeniden BA’da kalacağımız günler için şirket herhangi bir plan yapmamıştı ve kalacağımız oteli yola çıkmadan üç gün önce aldık; hatta yola çıkmadan iki gün önce bir delilik yapıp tamamen Patagonia içeren seyahate günübirlik Iguazu ekledik!

Hayatımın en uzak bölgesine, en uzun uçuşuna hazırlanmak bende inanılmaz bir heyecanla birlikte son günlere doğru biraz stres de yarattı. Bir yandan dolar yükseliyor, bir yandan programla yeterince ilgilenmediğimi düşünüyorum, bir yandan nasıl bir valiz yapacağımızı kurmaya çalışıyorum derken yolculuk öncesi geceye ulaştık. Arjantin’e 10 Mayıs gecesi varıp 20 Mayıs gecesi ayrılacağız; Mayıs oranın Kasım ayı. Hava Buenos Aires’te 20-22, El Calafate’de 10, Ushuaia’da 5-8, Iguazu’da 26 derece! Ülke dikey olunca, iklimler, mevsimler aşmış olacağız. Valizi “her yola gelecek” şekilde boğazlı kazaktan tişörte, bottan sneaker’a, iki mont alarak tamamladık - zira ziyaret edeceğimiz en kuzey kent Iguazu 26 güney enleminde ve 27-28 dereceyken, en güney kent Ushuaia 54 güney enleminde ve 2-3 derece civarındaydı). 10 Mayıs sabahı yeni havaalanından uçağa bindik ve 18 saatlik yolculuğa başladık.

Uçak Türkiye’den sonra hemen güneye yönlenip Afrika kıtasını keserek okyanusa çıktı. Sao Paolo’ya ulaştığımızda 18 saatlik yolun 14’ünü almıştık. Sao Paolo’da uçak 1,5 saat bekledi, inenler indi (sanırım uçağın en az 70%’i), inişler tamamlanınca hostesler büyük bir ciddiyet içinde herkes olduğu yerde dursun, sayım yapmamız lazım dedi ve uçağın kabinlerini paylaşarak yolcular sayıldı, sayım elbette olması gerekenle tutmadı ve tekrarlandı, içeri temizlik görevlileri girdi ve uçak düzenlendi. O sırada şişen ayaklarımızı dinlendirmek için boşalan üçlü koltuklara uzandık Sonunda az sayıda da olsa yeni insanlar bindi, neyse ki bu defa yanımız boş kaldı ve yolun kalan 2,5 saatlik kısmını daha rahat şekilde tamamladık. Tüm uçuş o kadar keyif içinde, jetlag etkisini minimize edebilme amacıyla fazla uyumamaya çalışarak ve dolayısıyla okuyarak, film izleyerek, Buenos Aires günlerini planlayarak, sohbet ederek geçti ki; normalde kendimize ayıramadığımız zamanı güzel değerlendirebildik.

Buenos Aires’e 21:30 civarında indik; 21:50de pasaport sırasındaydık; yaklaşık 40 dakika sıra bekledik (oha sanki New York). Biz pasaporttan çıktığımızda Ezezia’nın sanıyorum 8 ya da 10 tane olan valiz bantlarından bize ait olanı çoktan durmuş, bizim valizler çaresizce bizi bekler haldeydi :) Otele şirketin ayarladığı transfer aracıyla yaklaşık bir saatte ulaştık, yolda şehir hakkında biraz bilgi aldık. Puerto Madero’daki Hotel Madero’ya ulaştığımızda 23:30 olmuştu, hızlıca duş alıp sabah 8:30 gibi uyanıp şehri gezmek üzere yattık. Uçakta uyumamak işe yaramış olsa gerek ki gece sadece bir kere uyanıp çok uzamadan geri uykuya dalabildim.

Otelin şehrin yeni yapılanmakta olan Puerto Madero bölgesinde, burada bolca gökdelen dikilmiş ama arazi bol ve düz olduğundan mı bilmem, öyle sıkışık ve sevimsiz bir durum yok.

Arada akan nehrin suyu neden kahverengi, pislikten mi diye düşündüm açıkçası ama 4. Gün Aeroparque’tan uçarken de gördüm ki Buenos Aires’in denizi de kahverengi. Neden - çünkü bu kocaaa su parçası deniz değil, Rio nehrinin ta kendisi, nehrin okyanusa bağlanmaya çalıştığı kısmı, ve nehre toprak karışıyor! Dünyanın en geniş nehri dediler, haklılar, görseniz nehir demezsiniz nitekim Buenos Aires’in tam karşısındaki Uruguay kenti Colonia del Sacremento’ya feribotla geçmek bir saat, biraz çaprazdaki Montevideo’ya geçmek ise iki sürüyor!

Amerika kıtasının keşfedilmesinden sonra İspanyollar bugünkü Buenos Aires'te ilk koloniyi kurmuş; ancak yerleşme 18.yy'da başlamış. Ülkenin adı da İspanyol'ların bu topraklarda gümüş bulmayı umduğu için verdikleri Argentum isminden geliyor. 1776'ya kadar Arjantin Peru Genel Valiliği'nin bir parçası olarak yönetilmiş; 1776'da ise La Plata Genel Valiliği kurulmuş ve Buenos Aires valiliğin başkenti olmuş. Ülkenin bağımsızlık mücadelesine Napoleon'un 1808'de Arjantin'i işgali hız kazandırmış, 25 Mayıs 1810'da Mayıs Devrimi ile bağımsızlığını ilan etmiş. Şili ve Arjantin'in bağımsızlık mücadelesinin önderi general Jose de San Martin'in adını ülkedeki pek çok önemli yerde yaşatılıyor. Arjantin'in bağımsız ayrı bir devlet olarak tanınması ise 9 Temmuz 1816'ya tarihleniyor. Buenos Aires'in en meşhur meydanı Plaza de Mayo ve 16 şeritlik dünyanın en geniş caddesi 9 Julio da adlarını bu iki önemli tarihten alıyor. Biz de tam 10-22 Mayıs'ta Arjantin'deydik ve son günümüzde Buenos Aires'e tekrar döndüğümüzde mağaza vitrinleri 25 Mayıs kutlaması için mavi-beyaza boyanmıştı.

Arjantin'in kapladığı alan Türkiye'nin yaklaşık 3,5 katı ama toplam nüfusu 44 milyon kişi. En kalabalık kent Buenos Aires'te nüfus

Puerto Madero bölgesi ana karaya köprülerle bağlanıyor, bunların biri de tango yapan bir kadından esinlenerek yapılan Puenta de la Mujer. Köprünün karşı tarafında sanırım tramvay hattı çalışması vardı ve sahilin karşı kısmı neredeyse boydan boya inşaat alanıydı (aslında şehir tam “gelişmekte olan” durumunda, o kadar fazla yol çalışması ve inşaat var ki! A-a, aynı biz!). Kendimize yürüyecek bir yol bulup kısa sürede Plaza de Mayo’ya (Mayıs Meydanı) ulaştık. Adını Arjantin’in 1816’da İspanya’dan bağımsızlığını alması için ilk adım olan Mayıs 1810 devriminden alan bu meydan, Buenos Aires’te geçirecek sadece yarım saatiniz bile olsa gelmeniz gereken yer. Bir tarafında Casa Rosada, bir tarafında Catedral Metropolitana, bir tarafında Cabildo var ve tam ortasında Arjantin’in bağımsızlığını simgeleyen Piramide de Mayo heykeli bulunuyor. Meydanın bugünkü halini 1884 yılında alsa da, tarih boyunca hep yönetsel değeri olan bir meydanmış, şehrin tam merkezi denebilir (bu bölgeye Microcentro deniyor zaten).


Puerto Madero'daki Puenta de la Mujer - Kadın Köprüsü


   
Mayıs Meydanı ve Casa Rosada


Casa Rosada, ya da Casa de Gobierno (Pembe ev ya da hükümet evi) ülke başkanının ofis ve resmi kabul binası. Cumartesi günleri 12:30’da binanın içine ücretsiz İngilizce rehberli turlar düzenleniyor ama biz önceden rezervasyon yaptırmadığımız için maalesef giremedik.

Arjantin tarihi boyunca Casa Rosada’nın önünde uzanan Plaza de Mayo hep protestoların ve toplantıların merkezi olmuş. Eva Peron’un 1951’de halka o efsane konuşmayı yaptığı balkon da bu binanın balkonu. Plaza de Mayo’da her perşembe 1976 - 1982 yılları arasındaki askeri darbe yıllarında çocukları kaybolan annelerin sessiz buluşması oluyormuş; bu annelere Madres de Plaza de Mayo diyorlar - bizdeki Cumartesi Anneleri'ne benzer.. Bu ülkeyle "benzer" çok yanımız var; bir kısmı maalesef diye anılacak türden... 

   
Plaza De Mayo'daki Bağımsızlık Heykeli ve annelere adanmış heykel ve yer resimleri

Meydanda Buenos Aires’in en önemli dini yapısı Metropolitan Katedrali de bulunuyor. Dışardan bakınca Avrupa’daki yüksek kuleli gotik katedrallerle hiç alakası yok, yapının önündeki 12 kolon her ne kadar üniversite ya da Yunan tapınaklarını andırsa da aslında 12 havariyi temsilen yapılmış ve kulesi yok. Binanın tarihçesi 16.yy’a dayanıyor. 2013 yılında göreve gelen Arjantinli Papa Francis bu katedralde görev yapmış. Francis; Amerikalı, Güney Yarımküreli, hatta 8.yy'dan bu yana Avrupa dışından göreve gelen ilk Papa, Arjantinliler Papa çıkarmış olmaktan dolayı doğal olarak oldukça gururlular, şehirde Papa’ya ilişkin heykeller ve hediyelikler bulmak mümkün.

Metropolitan Katedrali’nin içinde özel kıyafetli askerlerle korunan bir odacık var. 1880 yılında General San Martin’in naaşından kalanlar Fransa'dan bu katedrale taşınmış. Mozole, bağımsızlığını San Martin önderliğinde kazanan Şili, Peru ve Arjantin'i temsil eden üç gerçek boyutlu kadın heykeliyle korunuyor. Mozolenin girişinde de üniformalarında bu üç ülkeden birinini bayraklarını taşıyan, o ülkelerden gelen askerler nöbet tutuyor.


Metropolitan Katedrali

                                  

San Martin'in mozolesi


Meydanda colonial mimarideki tek yapı Cabildo, şehrin en eski yapılarından. 1764’te tamamlanmış ve o dönemde İspanya sömürgesindeki Arjantin’in yönetim binasıymış. Cabildo Mayıs 1810 devrimi için de önemli bir karargah işlevi görmüş. İçinde sergiler de var ama tüm açıklamalar İspanyolca. Bu sorun daha sonra birkaç yerde daha karşımıza çıktı, aslında hem iyi hem kötü - fazla bilgi edinemeden, sergide ne olduğunu tam anlayamadan gezmek kötü ama bir yandan da kısa zamanda insana vakit de kazandırıyor.


Cabildo



Plaza de Mayo’dan sonra şehirde bir saatiniz daha varsa mutlaka görmeniz gereken yerlerden birine, Cementerio de la Recoleta’ya (Recolata Mezarlığı) geçtik. Mezarlıkla gezinin ne ilgisi var diyenler için 2011 yılında BBC’nin, 2013 yılında CNN’in burayı dünyanın en iyi mezarlıkları arasına soktuğu bilgisini buraya sıkıştırayım. 5,5 hektarlık alanda bulunan 5000’e yakın mezarın hepsi ayrı birer sanat eseri; küçük küçük evcik/şapel gibi düzenlenmiş. Bazılarının içinde doğrudan tabut görünüyor, kimisinde ise görünen yerde ölen kişiye ait eşyalar, fotoğraflar ya da haç vs gibi dini objeler var. Mezarların çoğunda aşağı inen bir merdiven bulunuyor, muhtemelen kişilerin asıl gömüldüğü yere de erişim mümkün. Bazı mezarlar çok eski ve metruk durumda ama çoğunluğu tek tek incelenebilecek kadar güzel ve detaylı. Çoğu aile mezarlığı, bir yapıda birden çok kişi yatıyor. Kapılar kilitli, içlerine girilemiyor. Buradaki mezarların 100’e yakını devlet koruması altında önemli şahsiyetlere ait - Eva Peron bunların içinde en önemlilerinden; onun yanı sıra Napoleon'un torunu, Nobel ödüllü akademisyenler, Arjantin deniz kuvvetlerinin kurucusu ve eski devlet başkanları da bulunuyor.



   




Mezarların en çok ilgi göreni elbette Eva (Duarte) Peron’unki, dikkat çekense Eva Peron’un kendi ailesinin (Duarte Familia) mezarına gömülmüş olması. Arjantin'in en etkili First Lady'si Eva Peron, sosyal konulardaki hassasiyeti, ülkedeki en geniş tabanlı feminist partiyi kurup yönetmesi ve ülkede kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusundaki çalışmalarıyla halkın büyük çoğunluğunun sevgisini kazanmış. Eşi asker Juan Peron üç kere devlet başkanlığına seçilmiş, ancak baskıcı yönetim tarzı sebebiyle halk arasında Evita'dan daha az seviliyormuş. Eva Peron 1952 yılında 33 yaşında rahim ağzı kanserinden hayata veda etmiş. Eşi Juan Peron'un 1951'de ikinci kez başkanlığa seçilmesinin ardından uyguladığı ekonomik tedbirler çalışmayıp halktan tepki çekmeye başlayınca, 1955'te bir askeri darbeyle devrilmiş ve Paraguay'a kaçmış. Arjantin'de tüm Peronist hareketler yasaklanmış, partiler kapatılmış. 1971 yılında yönetimi devralanlar ülkede demokrasiyi yeniden tesis etme amacıyla tüm partilerin tekrar açılmasına izin verince Peron da 1972'de ülkeye tekrar dönerek başkanlığa seçilmiş ve yeni eşi Isabel Peron da başkan yardımcısı olmuş. Peron 1974 yılında kalp krizi sebebiyle hayatını kaybetmiş. 

Juan Peron'un ülkenin dışında geçirdiği yıllarda, halk Eva Peron'un ölüsünü putlaştırmaması için Eva'nın naaşı ortadan kaldırılmış. Juan Peron tekrar Arjantin'e döndüğü zaman Eva'nın da naaşı Vatikan'dan getirilmiş ve Recoleta'ya defnedilmiş.

Eva Peron'un mezarının önü çiçeklerle dolu

   
Recoleta'dan görüntüler

Yüksek kubbesiyle diğer mezarlardan ayrışan mezar 1970 yılında Nobel kimya ödülünü almış bir bilim adamına ait. Luis Leloir, Nobel ödülünü alan ilk İspanyolca konuşan kişiymiş, 1987 yılında ölmüş ve Recoleta'ya defnedilmiş.

            



Recoleta'da kişisel eşyalar da mezarlara yerleştiriliyor

"Requescant in pace" - "Rest in peace"


Mezarlığın hemen yanında şehrin en eski binalarından olan Basilica de Nuestra Senora Del Pilar (Basilica of our Lady of the Pilar) 1716’da yapılmış. Adını İspanya’nın Zaragoza kentinin koruyucu azizinden alıyor.

   
Bazilika

Kilisenin hemen önündeki yeşil alanda haftasonları geniş bir el sanatları pazarı kuruluyor; bolca takı, resim, hediyelik eşya vs bulmak mümkün. Bir de buradaki kocaman, 200 yaşın üstündeki kauçuk ağacına (rubber tree - gomero) dikkat etmeye değer. Aynı cins ağacı daha sonra şehrin farklı yerlerinde de gördüm ama buradakinin gövdesi daha geniş; şehrin en eski ağacıymış, 1781’de dikilmiş. Ağacın bazı dalları ayrı ağaçlarmışçasına yere değip tekrar yükseldiği için dallara destek olması için demir direkler konmuş.


Direklerin yanısıra ağacı taşıyan bir adam heykeli de var

Öğle yemeği için lokallerin tavsiyesiyle Recoleta’ya yakın El Sanjuanita Restoran’a gittik. Buranın meşhur Empanada’larından birkaç çeşit söyledik. Empanada çiböreğe benziyor ama hamuru biraz daha kalınca. İç malzemesi için farklı seçenekler mevcut, kıymalı ve peynirli olanları bence gayet lezzetli. kızartma ve fırın seçenekleri var, elbette fırın olan çok daha hafif ve güzel. Empanada dışında yemek seçenekleri de var, mesela bacon’lu sulu yeşil mercimek yiyenler vardı. Yemekten sonra tatlı olarak Flam Dulce de Leche aldık; aslında bildiğimiz krem karamel ama yanında bol dulce de leche ve cevizle geldi. Bu tatlıyı daha sonra 1-2 yerde daha yedik ve gördük (biri tango şovundaydı), hiçbiri buradaki kadar bol dulce de Leche'li değildi, ceviz de yoktu. Restorandan çok memnun ayrıldık, fiyatlar da uygundu. Empanada’ların tanesi paket alırsanız 45, oturup yerseniz 50 peso, tatlı 150 peso.

                           
Empanada ve Flam

Normalde Recoleta bölgesine gelince buraya yakın olan birkaç yer birlikte gezilebilir; ama sonraki iki gün ben yalnız gezeceğim için şehrin en güvensiz olduğu söylenen yerine, La Boca’ya geçtik. İşte burası da Buenos Aires’teki o ekstra bir saatte Recoleta ile birlikte görülmesi gereken, buraya gelen turların mutlaka uğradığı ikinci yer! La Boca, Arjantin’in önemli futbol kulüplerinden Boca Juniors’un evi, stadları Boca Bonbonera ("Bonbon Box") burada bulunuyor. Stad 1940'ta inşa edilmiş, çok ahım şahım değil, biz de çok futbol delisi olmadığımız için içini gezmedik.

La Bonbonera

La Boca’ya mutlaka taksiyle gitmek tavsiye ediliyor, zira çok turistik olan Caminito dışındaki sokakları oldukça tekinsizmiş. Biz de öyle yaptık, Caminito’nun önünde indik. Burası insanın kafasındaki Latin/Güney Amerika hayalini gerçeğe dönüştürüyor; rengarenk binalar, müzik sesleri, kafelerin önünde tango ve Arjantin’in folklorik Gaucho dansını yapanlar... Aslında tam bir turist tuzağı, gerçekliğinden emin olmak zor - hele ki hemen yanıbaşındaki sokakların bu kadar güvensiz olduğu düşünülünce. Dans edenler mesela, içlerinden geldiği için değil para toplamak için yapıyor; hatta isterseniz tango kostümü giymiş kadın ya da erkeklerle para karşılığı fotoğraf da çektirebiliyorsunuz. Her köşede bir hediyelik eşya dükkanı ve fotoğrafını çekmek isteyeceğiniz bir detay var. Genel olarak çantalara sahip çıkmak, sırt çantalarını öne takmak yine tavsiye edildiği için önemli. Biz herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadık ama tedbiri elden bırakmamakta fayda var.

   
Sol karenin balkonundaki Papa figürüne dikkat

La Boca'nın rengarenk evlerinin arkasındaki hikaye şu: Eskiden tam liman ağzında bulunan bölgede yaşayanlar evlerini gemilerden arta kalan renkli boyalarla boyarmış; aynı renk boyadan tüm bir binayı boyayacak kadar bulunmayınca da evlerde farklı renklerde yamalar oluşmuş. Bu rengarenk yapıların burada oturanlara neşe vermesi de yan faydası olsa gerek. Elbette şimdi turistik amaçlarla bu renk cümbüşüne Arjantinli ünlü kişilerin heykelleri, graffitiler, kafeler, sokak sanatçılarının resimleri de katkı sunuyor.

   


   

Caminito’da ben çok güvensiz hissetmedim; hatta taksiyle şehre geri dönerken geçtiğimiz diğer ara sokakları da beklediğimden daha düzgün görünüyordu. O kadar uyarıya yollarda tiner çeken, ne bileyim köşeleri tutan evsizler, sarhoş gezen sakat tipler bekliyordum sanırım; öyle bir ortam yok - daha çok tenha bir gecekondu mahallesi hissi uyandırıyor. Tarlabaşı’nda yürürken de en az o kadar huzursuz olurum, öyle tarif edeyim. Yine de yürümemek lazım tabii, dünyanın tam olarak diğer ucunda, dil bariyerinin had safhada olduğu bir yerde maceraya gerek yok.

La Boca’dan sonra taksiyle eski bir tiyatro salonuyken yapısı bozulmadan harika bir kitapçıya çevrilen Santa Fe caddesindeki El Aeteno Gran Splendid’e gittik. Bugün kitapçının olduğu bina 1919 yılında 1050 kişilik kapasitesiyle Teatro Gran Splendid adıyla tiyatro olarak hizmet vermeye başlamış. Arjantin'deki ilk sesli sinemalar bu tiyatroda gösterilmiş. 2000 yılında El Aeteno kitapçı zinciri ve yayın evinin sahibi tarafından satın alınmış, koltuklar kaldırılıp yerine kitap rafları yerleştirilmiş, sahne de kafeye çevrilmiş. 2008 yılında The Guardian tarafından dünyanın en güzel 2. kitapçısı; 2019 yılında ise National Geogaphic tarafından dünyanın en güzel kitapçısı seçilmiş. El Aeteno'nun bir şubesi de Florida Caddesi'nde var ama elbette mimari olarak Santa Fe'deki görülmeli.  



   
El Aeteno Grand Splendid

Kitapçıdan çıkınca akşam yemeğine kadar merkezdeki caddelerde dolaştık. 

   
Florida caddesi ve Obelisco


Corrientes Caddesi şehrin Times Meydanı gibi, önünde uzun kuyruklar olan sıra sıra tiyatrolar, konser salonları, İtalyan lokantaları var. Sokaklarda tango şovu yapıp para toplayan gruplar vardı, tabii zeminin kayması için özel bir mat kullanıyorlar.
   



Akşam yemeği için Buenos Aires’in en meşhur restoranlarından La Cabrera’ya gittik. Buenos Aires'teki en meşhur restoranlardan biri Restoran şehrin lüks bölgelerinden Palermo’da, ortam gayet güzel, fiyatlar biraz yüksek. Etlerin porsiyonu 400 gramdan başlıyor. Biz çok aç hissetmediğimiz için iki kişi 800 gramlık ribs eye paylaştık, o bile fazlasıyla yetti. Masaya hem önden güzel ekmek çeşitleri ve ufak mezeler geliyor; hem de yine minik tabaklarda side dish olarak etin yanında yenecek farklı lezzetler sunuluyor. Etin yanında elbette bir şişe Malbec şarabı söyledik. Malbec üzümünün 70%’i Arjantin’de yetişiyormuş, kalanın çoğu Şili’de, bir kısmı da Güney Fransa’da yetiştiriliyormuş. Arjantin’in Mendoza bölgesi şarapçılıkla ünlü. Malbec şarapları buradan alınabilecek ya da buradayken içilebilecek iyi bir şarap seçeneği. La Cabrera’da şişe şaraplar 1000-1200 peso arası, 800 gramlık etler 1300-1400 peso, 400 gramlıklar 900 peso civarında. Ama burası gerçekten lüks bir restoran, genel olarak yeme-içme pahalı diye düşünmek doğru olmaz. Düşük bütçe ile gezenlere fikir vermesi açısından söylüyorum; McDonald’s ya da yerel hamburger zincirlerinde menü fiyatları 130-170 peso civarında.

                            

İkinci gün canımın toplantıları olduğu için yalnız gezdim. Pazar günleri Buenos Aires’liler ne yapar? San Telmo’daki antika pazarına, yani "Feria de San Telmo"ya gider(miş)! Ben eksik kalır mıyım? Otelden çıkıp önce dolar bozdurmak için umutsuzca yaklaşık 20 dakika yürüyüp Hilton’un oradaki dövizcinin kapalı olduğunu gördüm (Pazar günleri hayat 11:00'den önce başlamıyor), sonra çaresizce San Telmo’ya devam ettim. Pazar 11 gibi açılmış olur demişti resepsiyondaki çocuk, ben de 11 gibi oralardaydım. Yaklaşık iki saat tezgahları gezdim. Tezgahlar Defensia caddesi boyunca da devam edip Plaza de Mayo’da son buluyor. Bolca antika ev eşyası, sırça, takı, eski paralar, mate kapları, sifon dedikleri renkli cam şişeler (ne işe yaradığını tam anlamadım), hediyelik eşya, deri bulmak mümkün. İşin güzel tarafı tezgahlara yaklaşıp ürünlere baktığınızda kimse Türkiye’deki gibi atılıp “buyrun ne baktınız?” diye yanaşmıyor, siz sormadıkça sohbete giren, darlayan yok - bu benim çok hoşuma gitti. 

   
Envai çeşit mate kabı ve resimler pazarların olmazsa olmazı

San Telmo’da Defensia caddesinin başında Casa del Dulce De Leche diye bir mağaza var, içeride Dulce de Leche’ye dair aklınıza gelen her şey var - hem de stevialısına, romlusuna kadar envai çeşit, envai marka Dulce de Leche'den sınırsızca tatmak, en beğendiğini almak mümkün! Dulce de Leche'li likör ve alfajores de satıyorlar. Fikir vermesi açısından, 500gr'lık olanlar 150 Peso. İçerideki çoğu üründe çoklu alımlara kampanya da var. Süpermarketlerde satılanlar genelde yumuşak ambalajlı (ince krem peynir ambalajı gibi) olduğundan yolda patlar ya da hasar görür mü diye endişe etmiştik, buradakiler hem cam ya da sert mukavva ambalajlı, hem de hediyelik için daha şık. 

San Telmo'da tam bu mağazanın karşısında döviz bürosu da var. Döviz bozdururken mutlaka pasaport bulundurmak gerekiyor, işlemin sonunda da bir forma Arjantin'de kaldığınız adres, pasaport numarası vs yazdırıp imza attırıyorlar. Çok turistik yerlerde (mesela Florida caddesi) "Cambio, Cambio!" diye söylenerek gezen bir sürü insan var, onlarda kur biraz daha yüksek ama aldığınız Peso'ların sahte çıkma ihtimali varmış, çok bulaşmamak en temizi. Bazı restoranlar da USD ya da EUR ödeme kabul ediyor, onların kurları da genelde döviz bürolarınkinden çok düşük değildi.





Pazarın ardından Plaza de Mayo'dan taksiye atlayıp Recoleta bölgesine geri döndüm. Önce 2002 yılında yapılan Floralis Generica’yı gördüm. Çelik ve alüminyumdan yapılan çiçek şeklindeki heykel gün ışığına göre taç yapraklarını açıp kapatıyormuş, ben gün ortasında gittiğim için hareket göremedim tabii. Çiçeğin yüksekliği 23m, ağırlığı ise 18 tonmuş. Etrafında çok geniş bir park var, pazar günü hava da güzel olunca çimlerde oturanlar, yayılanlar oldukça fazlaydı :)

   


Çiçekten sonra caddenin hemen karşısında bulunan National Museum of Fine Arts’a girip kısa bir tur yaptım. Müzenin girişi Arjantinlilere ücretsiz ama turistlerden 200 peso alıyorlar. İlginç bir şekilde kapıdaki güvenlik çantanızı önünüze asın uyarısı yapıyor, “senin işin güvenliği sağlamak değil mi, beni neden yoruyorsun?” denmiyor tabii :) Belli ki giriş ücretsiz olunca ne olur ne olmaz diye ziyaretçileri uyarıyorlar. Müzede Avrupa’dan ve Latin Amerika’dan pek çok eser var, ama açıklamaları sadece İspanyolca. Buradan en fazla aklımda kalan üst katındaki Carlos Alonso sergisi oldu. Carlos Alonso, 1929 doğumlu bir Arjantinli ressam, kariyerinin ilk yıllarında sosyal realizm akımını takip ederken sonra en sık Yeni Realizm akımına uygun eserler üretmiş. Resimlerinde biftek önemli bir elemanmış - nitekim sergideki resimlerinde de kasaplar, etler, insanları hayvan gibi betimleyen sahneler vardı. 

   

   
Alonso sağdaki tabloda tuvale sığmayıp duvara taşmış

   
Alonso'nun tabloları çok ilginç - özellikle plastik enstalasyon (sağda)

Rodin'in The Kiss heykeli

Müzenin hemen karşısındaki küçük sarı AVM'de Hard Rock Cafe var; Buenos Aires’ten alınmış tişört herhangi bir Hard Rock Cafe’ninkinden daha havalı olabilir :) Gerçi sonra Ushuaia’da da Hard Rock Cafe olduğunu görünce bu biraz “böbürlenme padişahım senden büyük Allah var” durumu oldu da, neyse:) Sonrasında hava güzel olunca dayanamayıp müzenin hemen karşısındaki Recoleta’ya yakın çimenlerde ben de biraz oturup sandviç yedim. Ortalık çok şenlikliydi, burada da tezgahlar kurulmuştu. Çimlerde tek başıma otururken yakınımda bir erkek sesi duydum ama kafamı kaldırıp bakmadığım, ne dediğini de anlamadığım için arkadaşıyla ya da telefonla konuşuyor diye düşündüm; tam o sırada toparlanıp kalktım; bir baktım ki genç adam arkamdaki çiftin yanına gidip bir şeyler söyledi, onlar da çıkarıp para verdi.

   
Hard Rock Cafe'nin bulunduğu AVM ve önündeki park

Sonraki durağım MALBA - Museum of Latin American Arts Buenos Aires’e hızlı adımlarla yaklaşık 15 dakikada yürüdüm. MALBA bir önce gittiğime göre çok daha küçük bir müze, giriş öğrenciye 85 peso. Latin Amerika sanatının dönemleriyle anlatılan odacıklar iyi düzenlenmiş, İngilizce açıklama da mevcut. Eğer zaman darsa ve bir müze seçilmesi gerekiyorsa doğrudan MALBA'ya gelinebilir; Modern Arts'ın kalıcı koleksiyonunda Rodin dışında çok çok ilginç bir eser göremedim - açıklamaları da anlamayınca varsa kaçırmış da olabilirim tabii.

MALBA'da hem Latin Amerika sanatındaki akımlar, buralı sanatçıların eserleriyle anlatılıyor, hem de modern sanat eserleri sergileniyor. Sağ alttaki tabloda 1910-1920 arasındaki Meksika devriminde işçi sınıfının ayaklanışı ve kimlik arayışı resmedilmiş. Soldaki ise Meksikalı ünlü ressam Frida Kahlo'nun bir otoportesi.

                            

                            

                           

MALBA'dan sonra Eva Peron müzesine geçecektim, ikisinin arasında da parklar bölgesine uğradım. Burada birkaç park yan yana, hepsi Avrupa mantığı kapılı parklar ve pazartesi günleri kapalı. Ben Japon Bahçesi'ne girdim, girişi 150 peso, küçük ama konsept bir park. 

   
Japanese Garden


Mate'den asla vazgeçmiyorlar. Bir kapta şeker, bir kapta mate, bir termosta da su taşıyorlar.


Buenos Aires’e gelince atlanmaması gereken asıl müze sanıyorum Eva Peron müzesi. 1919 doğumlu Eva Peron aslında bir oyuncu, 1935-1945 yılları arasında sanatçılık yapıyor. Sosyal konulara hep meraklı ve hassas bir kadın, 1944 yılında oyuncular sendikasının kuruluşunda aktif rol alıyor. 1945 yılının başında Domingo Juan Peron hapse atılınca geniş katılımlı bir grev düzenleniyor, Eva da bu greve katılanlar arasında. Aynı yılın sonuna doğru ise Eva ile Juan Peron evleniyor. Eva, eşinin başkanlık yarışında propaganda evresinde de çalışıyor, seçimi kazanmalarının ardından Arjantin’in aktif görev alan ilk first lady’si olarak özellikle sosyal konulardaki hassasiyetini devam ettiriyor. 1947'deki ünlü Avrupa seyahati ile Times'a yalnız başına kapak olan ilk Güney Amerika first lady'si unvanını kazanıyor. Derginin attığı "Eva Peron - İki dünya arasında Arjantinli bir gökkuşağı" manşeti, bu turun Gökkuşağı Turu olarak anılmasına sebep oluyor. Eva'nın kurduğu Eva Vakfı sosyal hizmetler alanında hem ülke içinde, hem diğer ülkelere yaptığı yardımlarla öne çıkıyor. Ülkenin ilk geniş tabanlı kadın partisi olan Peronist Kadın Partisi'ni kuruyor ve kadınların seçme ve seçilme hakkınıı almasında aktif rol oynuyor - hatta kadınların seçime ilk katıldığı 1951 seçimin taraftarlarından onu başkan yardımcılığına adaylığını koyması için büyük talep geliyor, ancak muhtemelen bozulan sağlığının etkisiyle Eva bu göreve aday olmuyor. 1952 yılında sadece 33 yaşında vefatından sonra hala halkın en sevdiği siyasi figürlerden biri olarak özellikle Buenos Aires'te varlığını sürdürüyor. Özellikle 2019'da, doğumunun 100. yılında duvar resimlerinde olsun, mağazalarda olsun adını ve resmini daha da sık gördük. 

"100 Yaşında!"


   
Müzede Eva'nın kıyafetleri de sergileniyor

İkinci gün o kadar çok yürüdüm ki akşam gideceğim tango gösterisi öncesinde otele dönünce bir saat dinlendim. Saat 21:30’da Tango De Los Angelitos’taki şova gitmek için beni alacak araca bindim (sonradan fark ettim ki Los Angelitos, Congreso'yu gezmek için girilen kapıdan düz gidince az ilerideymiş). Buenos Aires’te önerilen birkaç tango şovundan bir tanesi bu; asıl seksi ve farklı olan Rojo Tango imiş ama fiyatı bana çok pahalı geldi. Rojo Tango'da sadece VIP hizmet verdiği ve fiyatı 200 USD olduğu için maalesef bugünkü kurla onu elemek zorunda kaldım. Los Angelitos’ta yemekli paket (transfer+yemek+sınırsız içecek+Show) 110 USD, yemeksiz paket (tatlı+sınırsız içecek+transfer+Show) ise 70 USD; nakit ödemede 10% indirim yapılıyor. Açıkçası yemek fiyatlarını görünce, La Cabrera’da bile yeseniz 40 USD ödemeyeceğinizi düşünürsek tangoya yemeksiz gitmek daha mantıklı. Şov tam 22:00’de başladı ve 23:30’a kadar kesintisiz sürdü. Farklı tarz tango müzikleriyle tek ya da çoklu çiftlerin şovları oldukça etkileyici. Piyano, keman, kontrbas, gitar, kajon ve akordeondan oluşan orkestranın büyük bir coşkuyla canlı çalması, şarkıların canlı söylenmesi ayrıca güzel. Ben genel olarak memnun kaldım, biraz turist tuzağı gibi geliyor insana ama gelmişken görmek gerek diye düşünüyorum.  


Los Angelitos'un dış cephesi

   


Buenos Aires’teki son günümde de yalnız gezdim. Günün ana planı Teatro Colon, Palacio Barolo ve Congreso’nun içlerini gezmekti. İnternetteki bileğiyle bakılırsa Congreso’nun içine girebilen İngilizce tur sadece 12:30’da, Barolo’daki Salı ve Pazar günleri hariç her saat başı, Colon ise her 15dk’da bir görünüyordu. BA dışındaki turlarımızı ayarlayan tur şirketine de uğramam gerektiği için kafamda Obelisco - Congreso - Barolo - Colon olarak sıralama yaptım. Otelden çıkıp yine Plaza De Mayo üstünden Obelisco’ya gittim. Plaza De Mayo’da bir sürü polis otobüsü vardı, bayraklar yarıya inmişti, hatta heykelin önünde (bayrakların yarıya inmesiyle ilgisi var mı anlayamadığım) küçük çaplı bir protesto gösterisi vardı. İnternetten kısaca bakınca birkaç gün önce Plaza De Mayo yakınında vurulan bir milletvekilinin hayatını kaybettiğini okudum.

   
Plaza de Mayo'dan manzaralar

   
Otobüslerin bazıları çok eski (solda). Confiteria Ideal'in önünde tangonun temel adımları anlatılıyor

Plaza Del Republica’da bulunan Obelisco 67m’lik bir dikilitaş. 1936 yılında, Buenos Aires'in kuruluşunun 400. yılı şerefine inşa edilmiş. Plaza de la Republica'da bulunan anıtın önü protesto eylemlerinin yapıldığı yer. Anıtın üst katına da çıkılabiliyormuş ama genel olarak önündeki BA yazısı ile mükemmel bir fotoğraf noktası.

Obelisco

Teatro Colon, Obelisco’nun hemen yanıbaşında aslında ama benim aklımda önce günde tek tur sunan Congreso’ya gitmek olduğu için tur şirketine uğrayıp Congreso’ya doğru yollandım. Ne büyük planlama hatasıymış meğer - o gün cenaze ve yas olduğu için turlar iptal edilmiş :( Ben de el mecbur, yapımı 1906’da tamamlanmış Congreso’yu dışından görmekle yetindim. Bina Washington DC’deki Capitol’ü andırıyor. Seyahatin en son gününü de Buenos Aires'te geçirmeye karar verdiğimizde otele de yakın olduğu için Congreso'nun içine o gün girebildik. Çarşamba günleri tur yapılmıyor, İngilizce tur da günde sadece 1 kere var.

13:00’teki tura katılırım diye düşünerek Congreso’nun önündeki parkın diğer ucundaki Palazio Barolo’ya yürümeye başladım. Bu parkın Barolo’ya yakın ucundan ilk akşam da yürümüştük, insanlar oturup mate’lerini yudumluyor, köpek gezdiriyordu. Congreso tarafında başka bir dünya varmış meğer - o kadar çok evsiz yatıyordu ki! Buenos Aires, adından da anlaşılacağı üzere güzel havası olan bir kent; iklim genel olarak ılıman. En iyi şöyle tarif edebilirim; ben kenti gezerken hava 22 derece civarındaydı ve terlediğimi için üçüncü günde tişört giydim (ince montum elbette yanımda). Etrafımda gezen diğer insanların bir kısmı gayet kazak ve kalınca montlarla geziyordu! Ben BİLE üşümezken üşüyen insanlar vardı. Zaten şehrin koordinatları 34,6G - 58,4B örneğin Antalya’ya göre Ekvator’a daha yakın olduğu için genel olarak sıcak olduğunu anlamak kolay. Ülkede uzunca bir süredir derin ekonomik kriz de bununla birleşince maalesef evsiz sayısı pek az değil.

   
Gündüz ve gece Congreso

Palazio Barolo’nun girişi için hem öğrenci hem de nakit indirimiyle 740peso ödedim. 13:00’te tur yokmuş, 14:00 için bilet aldım. Turun süresi 1,5 saat. Biletin arkasına saat yazılıyor, genel kural olarak daha erken gelinirse yer olduğu sürece bir önceki tura katılmak mümkün ama geç kalınırsa tur yanıyor. “Tamam”, dedim kendi kendime; “15:30 gibi buradan çıkıp Colon’a giderim”. Arada zaman kaldığı için yakındaki Buenos Aires’in en eski kafesi olan, 1858'de açılmış Cafe Tortoni'ye doğru yürümeye karar verdim.

   
Cafe Tortoni

Yolda Teatro Colon’un turlarına daha dikkatli bakınca (dikkatli bakmaktan kastım online rezervasyon sayfasına kadar gitmek - aksi halde görmek mümkün değil!) İngilizce turun sadece 11:00 - 13:00 - 15:00’te olduğunu gördüm! Hemen Barolo’ya geri dönüp durumu anlattım, kadın “bir defaya mahsus” tur saatimi 17:00 olarak değiştirdi. Bütün yolu geri yürüyerek Colon’a ulaştım, gerçekten de 15:00’te tur varmış. Colon’un fiyatı hiç de düşük değil, 800 peso (yaklaşık 18 USD) ve öğrenci indirimi vs yapmıyorlar. Turun başlangıç saatine kadar önce biraz 9 de Juli’nin arasındaki banklarda, sonra da Teatro Colon’un önündeki çimlerde oturup dinlendim.

   
Teatro Colon'un 9 Del Julio tarafı ve arkasındaki alan

Teatro Colon kentin ilk opera binası değil. Bundan önceki Plaza De Mayo’ya, bugünkü National Bank’ın yanındaymış ancak Plaza De Mayo çok “resmi” bir meydan haline gelince şu andaki binası yapılmış. Binanın tamamlanması biraz maceralı: 1900’lerin başında Arjantin’in tarım ve hayvancılık ihracatıyla zengin olduğu dönemlerde (1950'lerin sonunda Avrupa'daki yeni tarım tekniklerinin gelişmesiyle dünya pazarındaki yerini kaybetmiş) bina İtalyan mimarlar tarafından tasarlanmış. Zaten kentteki eski Avrupa mimarisi esintileri taşıyan binalarının önlerindeki küçük tabelalara dikkat ederseniz tümü 1900’lerin başına tarihleniyor. İlk İtalyan mimar binanın yapımı sürerken 44 yaşında hayatını kaybetmiş; işi devralan ikinci İtalyan mimar da ne hikmetse yine bina tamamlanamadan 44 yaşında ölmüş. Binayı kendisi de ölmeden 1908 yılında tamamlayabilen mimar 44’ünden daha yaşlı bir Belçikalıymış. Teatro Colon’un açılışı Verdi’nin Aida operasıyla yapılmış. İlk binanın açılışı da yine Verdi’nin La Traviata’sıyla yapıldığı için bestecinin önemi büyük, her sene mutlaka bir eseri programa alınırmış. 2018 yılında binanın 110. Yılı şerefine Aida yeniden sahnelenmiş.

   
Teatro Colon'un asıl girişi ve giriş salonundaki tavan vitraylar

Binanın ana girişi ilk bakışta sanılanın aksine 9 del Julio tarafından değil, yeşil alanın olduğu kapıdan. İlk yapıldığı zaman ne o geniş bulvar, ne de Obelisco varmış ve o tarafa bakan kapı o zamandan beri sadece çalışanlar, sanatçılar ve öğrenciler (Teatro Colon’da aynı zamanda bir enstitü varmış) tarafından kullanılıyor. Binanın altında salonlar, kostüm odaları vs bulunuyor ve 9 del Julio caddesinin ortasına kadar uzanıyor. Rehber tüm kostümlerin burada üretildiğini söyledi. Teatro Colon adındaki Colon, Christopher Colombus’tan geliyormuş.

Binanın giriş salonu hayli şatafatlı, her yer mermerle döşeli. Mermerler İtalya ve Portekiz’den, vitraylar ise Paris’ten getirilmiş. Burası zamanında insanların birbirine gösteriş yaptığı, en güzel kıyafetlerini giyerek geldiği bir mekanmış. Günümüzde de özellikle gala gecelerinde uzun gece elbisesi ve smokin giymek gerekiyor dedi rehber; normal temsillerde ise yine binanın haşmetine uyabilmek için özenli giyinmek adetten.

Giriş alanında müzikle ilgili herhangi bir işaret, heykel vs yok ama başınızı kaldırıp üst kata bakınca Mozart’ın büstünü görebiliyorsunuz. Onun bulunduğu alana erişmek içinse merdivenleri tırmanmak gerekiyor. Bu tasarımda müziğin ulviliğine bir atıf mahiyetinde bilinçli olarak kurgulanmış, “müzisyenlere ve müziğe erişmek için dünya işlerini aşağıda, geride bırakıp seviye atlamak gerekiyor”.

                     
Besteci büstleri

Mermerlerin bir kısmı imitasyon mermer. Gerçeğinden ayırmanın iki yolu varmış; gerçek mermerlerdeki fosiller imitasyonlarda elbette yok. Bir de gerçek mermer daima imitasyona göre daha soğuk.

Mermerin içindeki fosiller

Üst katın giriş alanının tavanını Beethoven, Mozart, Bizet, Rossini, Gounod, Bellini, Verdi ve Wagner’in büstleri, nota kağıtları ve tiyatro maskları süslüyor. Tam kapının karşısına ise Cupid ve Venüs’ün tek parça mermere örüldüğü “Secret” heykeli yerleştirilmiş. Heykel 1891’de İtalya’da yapılarak buraya gönderilmiş, yolda Venüs’ün elinin iki parmağı kırılmış. Teatro Colon çalışanlarının konuyla ilgili ürettiği “Cupid annesine verdiği sır: anne iki parmağın yok! Olabilir mi?” Şakası hiç fena değil :)


Secret heykeli


Bina 2003-2010 yılları arasında detaylı şekilde renovasyona girmiş. Kumaşlar değişmiş, boyası yenilenmiş... Altın salon adı verilen Fransız tarzı salonun duvarında eski halini gösteren küçük alanlar duruyor. 3 metrenin altındaki yerleri altın suyuyla boyamışlar, ama daha yüksek olan kısımlar 22 ayar gerçek altınla kaplanmış - kafanızı kaldırınca aradaki parlaklık farkını görebiliyorsunuz. Tavandaki avizeler iki uca konmuş aynalar sayesinde sonsuz gibi görünüyor, tanesi 500kg ve Arjantin’de yapılmış.


                                 
Sağ fotoğrafta gerçek altın ve altın suyu boyamaları ayrışıyor

Ana salonda ziyaretçileri soktukları loca 34 kişilik ve en geniş olanı, diğerleri 4 ve 6 kişilik. Burası daha çok devlet erkanının kullandığı, görüş açısının en iyi olduğu ve satışa sunulduğunda en pahalı olan yermiş. Salon toplam 2700 kişilik ve akustiği iyileştirmek için gitar gibi tasarlanmış: zemindeki koltukların altı boş bırakılmış. Opera biletlerinin en pahalısı 5-6 bin pesoya (150 USD) çıkabiliyormuş, en ucuzları ise 250 peso civarındaymış (6 USD). Aslında fiyatlar Avrupa’dakilere göre oldukça uygun, ancak burada bir gösteriye gelinecekse önceden bilet almak ve ona göre biraz düzgün kıyafet getirmek gerek.

   
Konser salonu

Fotoğraflarda görünen sahne, perde kalkınca neredeyse salon kadar oluyormuş - derinliği 35m dedi rehber! Salonun akustiği dünyanın en iyi opera, en iyi üçüncü konser akustiğiymiş. Aklınıza gelebilecek en ünlü opera sanatçıları burada söylemiş, hatta Pavarotti’nin ilginç bir anekdotu var: Prova sırasında “burada akustikle ilgili bir problem var; akustik fazla mükemmel. Öyle ki en küçük hatam bile normalde duyulmazken burada duyulabilir, ben de mükemmel söylemek zorundayım” demiş.

Teatro Colon’un sosyal medya hesaplarından bazı performansları canlı yayınlıyorlarmış. Ayrıca her ayın rastgele bir pazar günü saat 11:00’de ücretsiz konser oluyormuş - mesela ben bir gün öncekini kaçırmışım :(

Teatro Colon’dan çıkıp sağa dönünce hemen ileride bir sinagog bulunuyor. Daha önce hiç sinagoga girmediğim için eğer alırlarsa bir bakmak istiyordum. Süslemelerin olduğu duvar tellerle kaplıydı ama duvarda “giriş ahşap kapıdan” yazan oklar vardı. Ahşap kapıdan o an bir adam çıkmasaydı kapının da kapalı olduğuna yemin edebilirdim. Yaklaşıp kapıyı ittim, çıkan adam “zile bas” diye işaret etti. Bastım, diafondan bir ses “pasaportun var mı? Giriş 10 USD” dedi. "Evet" dedim "var, aç sen kapıyı". Otomatiğe bastı, kapıyı ittim, gerginlik veren bomboş bir oda: sağ tarafta içi görünmeyen ve hiçbir yerinde aralık/delik olmayan kocaman bir cam banko ve bir demir mailbox aralığı. Sahibini göremediğim ses “pasaportu ver” dedi, demir ağızdan pasaportu soktum, adam aldı, sessizlik içinde beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra karşımdaki kapıdan elimde pasaportumla bir adam göründü ve “gel” dedi. Sonrası daha normal; bir bilet gişesi, paramı verdim, içeride sergi de varmış. Sadece sinagogda ve sadece flaşsız fotoğraf çekilebiliyormuş. Sergide Yahudilikle ilgili eşyalar ve belgeler vardı ama tüm açıklamalar İspanyolcaydı, benim de 17:00’de Barolo’ya olmam gerekiyordu ve zamanım dardı; fazla zaman harcamadan sinagoga girdim. Sergiden edindiğim en önemli bilgi şu: 1857-1940 arasında Arjantin’e büyük bir göç dalgası gelmiş. 45%’i İtalyan (3m kişi), 32%’si İspanyol (2m kişi), 2,6%’sı da Türk (177k kişi)! Zaten şehirde İtalyan havası seziliyor, bolca İtalyan restoranı da var. Hatta Palazio Barolo’yu da zengin bir İtalyan yaptırmış.

Sinagog genel hava olarak kiliselere benziyor bence, sadece daha sade; öyle büyük süslemeler, resimler, vitraylar yok.

                               
Sinagog

Barolo’ya ana caddeden değil de bir paralelinden yürüyeyim dedim - artık kenti anladım ya, boşa gitmesin! Yürüdüğüm caddede kuyumcular, saatçiler vardı. Başta kalabalıktı ama ilerledikçe tenhalaştı, ben de yürü yürü Avenidad de Mayo’ya varamadım; tenhalaşınca da ne yalan söyleyeyim biraz huzursuzlandım ve kendimi 9 Julio’ya attım. Meğer sadece 1 blok sonra varacakmışım, kısmet. Burada Publix diye bir marketin önünden geçmek nasipmiş; Atlanta günlerine bir selam gönderdim...

Bütün gün bir şey yemediğim için açtım ve akşam otele yakın Estilo Campo restoranda yine et yiyeceğimiz için fazla doymamam gerekiyordu. Çözüm? Empanada! Cadde üstünde tatlı bir kafeden bir empanada bir de su aldım. ABD’deki “pastanedeki ürünler tatlı olur, tuzlu da neymiş?” kafası neyse ki burada geçmiyor, empanada açlık bastırmada ve hızlı öğle yemeklerinde mükemmel bir ucuz çözüm. Bir de her yerde göreceğiniz Medialuna’lar var; bunlar bildiğimiz kruvasan yani milföy hamurundan ay çörekleri (kelime anlamı olarak da medialuna yarım ay demek). Hem tatlısı hem tuzlusu var ama sanıyorum tatlıları daha yaygın. Tostada da kafe ve pastanelerin camlarında sıkça görülen bir kelime ama sade olanları gerçekten tost makinesinde kızartılmış ekmekten ibaret.


Palazio Barolo turunda İspanyolca bilmeyen yalnızca birkaç kişiydik, rehber her şeyi İspanyolca anlatıp anlatıp sonra da bize çevirerek ilerledi. Bina 1919-1923 yılları arasında (bizim Kurtuluş Savaşı’yla meşgul olduğumuz yıllarda) inşa edilmiş, sahibi Barolo aslen İtalyan. 100m yüksekliğindeki bina ofis kullanımı için tasarlanmış. Ofisler genelde tek kişilik ufacık odalar; bugün de bir kısmı ofis olarak kullanılıyor.

Barolo binada İtalyan kültürünü yansıtmak istediği için Dante’nin İlahi Komedya’sından esinlenilmiş. Binanın girişi cehennemi, 4. Katı Araf’ı, kulesi ise cenneti temsil ediyor. Cehennemi temsil eden giriş katta yerdeki çiçek motifleri zamanında kırmızı ışıkla aydınlatılıyormuş, kolonlardaki ejderha motifleri de konsepte uygun. Aşağıdan yukarı bakılınca kubbe gibi görünen tavan 4. katın tavanı ve aslında düz, kubbe görüntü sadece optik illüzyondan ibaret. Binanın içinde iyi-kötü çatışmasını ve mükemmelliği temsil eden öğeler kullanılmış.

   
Palazio Barolo'nun girişi


1920'lerdeki dekorasyonu korunmuş bir ofis örneği


Asansörler 100 yıllık, orjinal ve hala çalışıyor. Evet, İsviçre malı!

Binanın kulesinin en üstünde bir fener bulunuyor. Barolo bu feneri Arjantin’e Rio de la Plata’dan ulaşan İtalyanları karşılamak için Milano’da yaptırmış. Uruguay’ın başkenti Montevideo’da Palazio Barolo’nun neredeyse aynısı olan ve yine aynı mimar tarafından yapılmış bir eşi var; o binanın da tepesinde bir fener varmış ve eskiden bu iki fenerin birbirine baktığı ve bir ışık köprüsü oluşturduğuna inanılırmış.


Binanın üstündeki fenerin yanında oturup şehri izleyebiliyorsunuz


Barolo’nun terasından Buenos Aires’i yukarıdan görmek mümkün, üstelik gezinin sonunda binadaki 1923 adlı kafeden birer limonata ikram ediyorlar, şehir manzarasının tadı güzel çıkıyor. Buenos Aires’in yukarıdan görünümü muhteşem değil, binaların çoğu aynı boyda, nehir görünmüyor(dünyanın en geniş nehri evet, Uruguay’la Buenos Aires arasındaki kısmı tam denize ulaştığı yeri ve buraya hala nehir deniyor) ama Congreso’yu ve şehrin ne kadar düzenli planlandığını görmek için de iyi fırsat. Congreso ve Casa Rosada’nın Avenidad de Mayo üstünde kaldığını, birbiriyle karşılıklı inşa edildiğini anlıyorsunuz mesela.

Palacio Barolo'ya gece turları da düzenleniyor ama bence en iyi yol günbatımına yakın bir saatte gidip şehrin hem gündüz hem gece manzarasını görebilmek! Aslında çok bilinçli olmadı, tamamen planlama hatasına kurban gittim ama, tur saatini 17:00'ye çekmek bu fırsatı yakalamama imkan tanıdı :)
   
Seyir balkonundan Buenos Aires manzaraları

   
                           Güneş tam batınca sevimli ampuller kafe 1923'ün terasını aydınlatıyor

Üçüncü gün akşam yemeğini Puerto Madero’da otele oldukça yakın Estilo Campo restoranda yedik. Burası çok turistik bir yer değil ama lokallerin gittiği iyi bir restoranmış, fiyatları La Cabrera’dan biraz daha uygundu (kapsamlı bir yemeğe 3 kişi için 3900 Peso ödedik), yemekler yine oldukça lezzetliydi. Yemekten önce servis edilen ekmekler ve küçük mezeler hep var. Arjantin’de de İspanya’da olduğu gibi akşam yemeği geç yeniyor; biz genelde 20:00 civarında yemeğe oturduk ama restoranlar 21:00 ve sonrasında dolmaya başlıyor. 
Çarmıha gerilmiş gibi pişen et - El Calafate'de de bu pişirme yöntemini gördük (Patagonian Lamb)
   
Yemek ve önden gelen iştah açıcı ikramlar

Dünyanın diğer ucunda Paşabahçe kadehleri görünce inanamadık!


Gece Puerto Madero manzarası

                            
Puerto Madero'da gayet yeni ve güzel apartmanlar var (sol)
Madero Otel lobisinden ülkeyi özetleyen bir tablo (sağ)

Dördüncü günün sabahında 09:30 uçağıyla dünyanın en güneyindeki şehre, Ushuaia’ya uçtuk. Buenos Aires’te iki havaalanı var; iç hat uçuşları genelde Palermo tarafındaki şehre daha yakın olan Aeroparque’den yapılıyor. Otoyol ücretiyle birlikte otelden yaklaşık 340 peso’ya ulaştık. Havaalanı küçük, temiz, bakımlı, muhteşem bir manzarası var ve çok organize. Ülke kuzey-güney doğrultusunda çok büyük olunca kontuarları da güney ve kuzeye giden uçaklar olarak bölmüşler; gideceğiniz yöne göre check-in bankosunu bulmanız gerekiyor. Biz güneye ineceğimiz için Sur yazan yerde sıraya girip işlemleri hallettik.

   
Aeroparque'ın içi de, manzarası da çok güzel

Aerolineas Argentinas ile yaklaşık 3,5 saat uçtuk, uçakta içecek ve birer adet Halley boyutunda alfajor ikram ettiler (akşam uçuşlarında kuru meyve veriyorlar); ayrıca uçakta bizim Pegasus gibi herhangi bir yeme-içme satışı da yok. 3 saatin altındaki uçuşlarda bu ikram da yok, sadece su-çay-kahve soruyorlar; belirtmekte fayda var.

Tierra Del Fuego eyaletinin başkenti Ushuaia’ya inerken bizi ne acayip bir coğrafyaya geldiğimize inandırmak istercesine enteresan manzaralarla karşılaştık. 55 derece güney - 68 derece batıda; bir yanda tepesi sipsivri dağlar, bir yanda üstünde buzlar yüzen okyanus... Bir yanı okyanus bir yanı dağ olan daracık bir alana indikten sonra havalimanının da en az coğrafya kadar ilginç olduğunu gördük. Şimdiye kadar gördüğümüz en mini mini havalimanı, ahşap kolonları var, hem de uluslararası!

   
Ushuaia havaalanı

Ushuaia'nın adı Yaghan dilinde "batıya bakan liman / arkadaki liman" anlamına geliyormuş. Dünyanın en güneyindeki şehir olduğu için kentin mottosu "Ushuaia - End of the world, beginning of everything" - "Ushuaia - Dünyanın sonu, her şeyin başlangıcı". Şu "dünyanın sonu" lafının İspanyolcası da muhteşem - El Fin Del Mundo!


Yaklaşık yarım saat sonra otele vardık. Eşyaları atar atmaz bizi karşılayan rehberin bahsettiği bu 60.000 nüfuslu şehrin tek ana caddesi olan San Martin’de yürüdük. Caddede hediyelik eşya dükkanları, outdoor giyim ve aksesuar satan mağazalar, restoranlar, market - işe yarayabilecek her şey var. Mağazalar genelde 20:00 - 20:30’a kadar açık, bir kısmı akşamüstü birkaç saat kapalı oluyor. Hemen alt tarafı ise dünyanın en sakin denizi. Kıyı boyunca birçok heykel, park, anma alanı var. Bunların önemli bir kısmı da Islas Malvinas'a, İngilizce adıyla Falkland Adaları’na ayrılmış. Falkland Adaları İspanyolların yönetimindeyken 1829'da idare ada halkı ve Arjantin'e bırakılmış. 1833'te bir İngiliz keşif heyeti buradaki Arjantinlileri yok ederek adalara İngilizleri yerleştirmiş. 20. yüzyıl, Arjantin ve İngiltere'nin adalar üstündeki hak çekişmesiyle geçmiş. 1982'de Arjantin'in (biraz da içeride milli duyguları kabartıp politika malzemesi olarak kullanmak için) adaların bazılarını işgal etmesiyle İngiltere ile birbirlerine açıktan savaş ilan etmedikleri 72 günlük bir savaş başlamış. İngiltere'nin galip geldiği mücadelenin Arjantin'e faturası ağır olmuş; görevdeki devlet başkanı kısa süre için de olsa tutuklanmış, ekonomi zora girmiş, can kaybı verilmiş. Falkland Adaları savaşı sırasında Türkiye, İngiltere'ye (aslında İngiltere'nin Kıbrıs harekatı sırasında Türkiye'ye uyguladığı ambargoya misilleme olarak) ambargo koyduğu için Arjantin Türkiye'ye vize uygulamasını kaldırmış.

   
Falkland Adaları savaşının 30. yılı anısına düzenlenmiş meydan


Sahilde dolaşırken gördüğümüz “Fin del Mundo” tabelaları kendimize sürekli “Neredeyiz biz, nerelere geldik?!!” diye sormamıza, kişisel tarihimizin bu en uzak, en büyülü, en heyecanlı yolculuğunu sindirip hayatımız boyunca unutmamak için her yere, her şeye daha dikkatli, daha anlam yükleyerek, daha duygularımızla bakmamıza sebep oldu. Gerçekten, dünyanın en güneyindeki şehirde, Mayıs ayında, turist sezonu bitmiş, buralar muhtemelen daha bir sakinlemişken buraya gelme cesaretini ve gücünü göstermek, buradan Antartika’ya kalkan turları görünce “belki bir gün?” diye daha yüksek hedefler koymak ve yaşam amaçlarımızdan birini, belki de benim için en önemlisini biraz daha gerçekleştirmek çok değerliydi...

   
Sahilde muhteşem günbatımı manzarası var

   
Şehir dağ eteğinde daracık bir alana kurulmuş

Ushuaia’nın içinde sahil boyunca ve San Martin’de uzun yürüyüşler dışında yapılacak en iyi şey, şehrin tarihine ışık tutan ve bir kısmı denizcilik müzesine dönüştürülmüş eski hapishaneyi gezmek (girişi tam 600, öğrenci 450 peso). Batı’ya bakan liman anlamına gelen Ushuaia, 1520 yılında Macellan tarafından keşfedilmiş, daha güneydeki Cape Horn’u ise 1600’lü yıllarda Hollandalılar keşfetmiş. Burada Yamana adı verilen yerliler yaşıyormuş; bu bölgede 1900’lü yılların başına kadar medeni bir yerleşim kurulmamış ve Yamana’lar bu zamana kadar kendi gelenekleriyle burada hayat sürmüşler. Elbette Avrupalıların bölgeyi keşfinden ve işgaliyle birlikte Yamana’lar için kıyım başlamış, sayıları giderek azalmış, son safkan Yamana da geçtiğimiz birkaç yıl içinde hayatını kaybetmiş. Yamanalar bu soğuk iklimde çıplak ya da çok az giysiyle yaşıyor, ısınmak için ateşler yakıyor ve vücutlarına deniz aslanı yağı sürüyormuş. Kaşifler, yerlilerin yaktığı büyük ateşleri görerek bu bölgeye “Tierra del Fuego / Ateş Toprakları” adını vermiş. Bir diğer olası sebep de bu bölgede yetişen bir ağacın yapraklarının sonbaharda kıpkırmızı olması. Yamana’lar genelde deniz ürünleriyle beslenirmiş, bugün Tierra Del Fuego milli parkında onların yoğun yaşadığı yerde bu deniz ürünlerinin kabuklarını atıp biriktirdikleri yer, Yamana’lara ait eşyalar da çıktığı için arkeolojik alan olarak korunuyor.

Macellan boğazıyla Atlas Okyanusu ve Büyük Okyanus'u birbirine bağlayan Tierra Del Fugeo bölgesi, denizcilik açısından stratejik önem sahibi. Ushuaia şehri 1882 yılında deniz feneri yapımı için buraya gönderilen 10 mahkumun ardından kurulmuş. Arjantin hükümeti İngiltere’nin zamanında ağır suçluları Sydney’de mahkum ettiği gibi, azılı suçluları ülkenin en ücra ve en soğuk köşesine yollamaya karar vermiş. Başlangıçta fiziksel olarak iyi durumda ve el becerisi olan mahkumlar buraya gönderilerek tren garı inşaatı gibi farklı inşaat işlerinde çalıştırılmış. Ushuaia'daki hapishane binasının inşaatına da 1902 yılında mahkumlar çalıştırılarak başlanmış ve 18 yılda tamamlanmış. Bir ana bina ve ona açılan beş koridorlu, ikişer katlı binadan oluşan hapishanede akla hayale gelmeyen suçları arka arkaya işleyen mahkumlar hücrelerde tutulmuş, işlerde çalıştırılmış. Hapishaneden kaçmak mümkün değil, her ne kadar binanın etrafında sadece bir çit olsa da bina duvarları çok sağlammış, hücrelerin tabanındaki tahtalar da doğrudan kayaların üstüne çakılıymış - yani tünel kazmak mümkün değil. Kaçan az sayıda mahkum da çetin iklim koşulları, açlık ve soğuk yüzünden geri dönmek zorunda kalmış ya da dışarıda hayatını kaybetmiş.

Hapishanenin bir binası 1942’de kapatıldığı haliyle bırakılmış. Bu kısım hayli ürkütücü, en az bizim Sinop Cezaevi kadar... Özellikle tuvalet ve banyoların olduğu kısım çok enteresandı.

   
Hapishanenin krokisi ve Tierra Del Fuego haritası

   
Hapishanenin en ürkütücü kısmı restore edilmemiş tuvalet-banyo alanı

   


Ushuaia’da yemek için bolca seçenek bulunuyor. Burası deniz kıyısı olduğu için Arjantin genelinden farklı olarak kırmızı etle beraber deniz ürünleri de bolca tüketiliyor. Özellikle king crab dedikleri kocaman yengeçleri meşhur. Biz çok kabuklusever olmadığımız, daha doğrusu eğer kabuklarıyla servis edilirse nasıl yiyeceğimizi bilemediğimiz için doğrudan deniz ürünleri yapan bir yere gitmedik; ama şahane bir yerde, hem kiliseyi hem limanı tepeden gören Maria Lola Resto’da yedik. Burası oldukça şık bir yer, fiyatları süper ucuz değil (La Cabrera’dan daha uygun, porsiyon biftek 560, deniz ürünlü makarna 520, şişe Malbec 590 Peso) ama hem servis, hem yemekler, hem ambiyans şahane! Zaten Ushuaia’ya her şey uzaktan temin edildiği için ülkenin pahalı şehirlerinden olduğu yorumu var; ama açıkçası ben çok net şekilde kıyas yapamadım.

   
Yengeçler ve Maria Lola Resto'nun manzarası

   
Akşam yemeğimiz

Ertesi sabah Tierra Del Fuego milli parkına gitmek üzere tur şirketi (Tolkeyen Tur) bizi 08:30 gibi otelden aldı. Ushuaia oldukça güney enlemde olduğu, mevsim de sonbahar olduğu için gün 09:17 gibi doğuyordu - ama neyse ki günbatımı 17:40 civarındaydı (aynı günlerde Buenos Aires’te gün 07:38’de doğup 17:59’da batıyordu). Zifiri karanlıkta yola çıkıp milli parka doğru yol aldık. Park girişinden hemen önce El Tren Del Fin Del Mundo - Dünyanın Sonu Treni istasyonu var; isteyenler trene atlayıp yaklaşık bir saat süren bir yolculuk yapıyor, istemeyenler tur otobüsünde kalıp aynı yolun bir kısmını otobüsle, bir kısmını yürüyerek alıyor. Tren biletleri kişi başı 1200 peso (aslında 3-4 saatlik turların 1700-2000 peso civarında olduğunu düşünürsek fiyat yüksek) ama hem hikayesi, hem de geçtiği yerler düşünülünce bence buraya gelmişken yapılması gereken bir yolculuk.

Trene binerken kulaklık ve birçok dilde hazırlanmış broşürler dağıtıyorlar. Broşürün biraz kötü yazılmış da olsa Türkçe’si var ama trenin içinde dinlenen 8 dildeki sesli rehberde Türkçe bulunmuyor. Hapishane açıkken mahkumları bu daracık trenle (ray açıklığı 60cm), hava koşulları ne olursa olsun camı olmayan açık vagonlarla ormana getirip hapishanede kullanılmak üzere odun kestiriyorlarmış, etraftaki kesik ağaçlar o dönemden kalma. Kütüklerin bir kısmının diğerlerinden daha yukarıdan kesilmiş olduğu dikkat çekiyor, bu muhtemelen o ağaçların karlı günlerde kesildiğinin göstergesi. Tren, mahkumların o dönemde gittiği 25km’lik güzergahın son 7km’sinde çalışıyor, elbette yeni yapılmış ama o dönemdeki gibi buharlı lokomotifiyle zamanda yolculuk hissi veriyor. Tren vagonlarının orjinali şimdi müze olan hapishanenin bahçesinde duruyor.

Tren, Pipo nehri boyunca bir rota izliyor. Nehir adını o dönemde Ushuaia hapishanesinden kaçmaya çalışıp sonra cesedi nehirde bulunan bir mahkumun lakabından almış. Mahkumların trende açık vagonlarda, hapishane üniformaları ve ayaklarında ağırlıklarla yaptıkları yolculuk ve beden gücü isteyen işler pek konforlu sayılmasa da, onlar için özgürlüğe en yakın an olduğu için hapishanede kalmak yerine trene binip iş yapmayı tercih ettikleri söyleniyor. Hatta ilk dönemlerde mahkumlara adlarıyla değil numaralarıyla hitap ediliyormuş - sonraki zamanlarda daha insani koşullar oluşturulunca isimle çağrılmaya başlamışlar. Hapishanenin en korkunç mahkumlarından biri olan ve daha 16 yaşındayken 4 tane çocuk öldüren "büyük kulaklı cüce" Cayetano Santos Godino'yu çalışmak için bu trene bile almamışlar. 
   
Bilet gişesi


   
İstasyonun içinde vagonların tamir atölyesi var

   

Yüksek kalan ağaç kökleri, kar altında kesilen ağaçlardan kalma


Trenden inince tekrar otobüse binip parkın içinde yol almaya başladık. And dağlarının eteklerinde, dağın diğer tarafı Şili, göller, geniş araziler, ormanlar... Burası Arjatin’in dağ, deniz ve ormanın birlikte olduğu tek milli parkı, 1960 yılında bitki örtüsü ve hayvanları korumak için milli park ilan edilmiş. Parktaki ağaçlar genelde kayın türünde (lenga beech), çam ağacı yok. Parkta tilki, bir lama türü ve 150 çeşit kuşun yanısıra kunduz, tavşan ve ahır hayvanları gibi ithal hayvanlar da yaşıyor. Yılan, sürüngen ve geyik yaşamıyor. Rehber, Kanada’dan kürk yapımı için kullanılmak üzere parka kunduz getirildiğini, ancak buradaki iklim Kanada’daki kadar sert olmadığı ve hava min -15 derece olduğu için kunduzların tüylerinin yeterince yazmadığını ve projenin aracına ulaşamadığını anlattı. Kunduzlar ağaçlara da zarar verdiği için Arjantinlilerin başına bela olmuş görünüyor.


Lago Acigami (diğer adıyla Lago Roca) Gölün bir kısmı Şili'ye ait


Condor Dağı'nın yanında bir şeyler yiyip içebileceğiniz bir tesis var. Buradan bir kadeh şarap alıp şahane manzaranın tadını çıkarmak mümkün. Ayrıca yerlileri ve Ushuaia'nın tarihini anlatan küçük bir sergi de var.

Condor Dağı ve gölü. Dağın yarısı Şili sınırında kalıyor


Medialuna ve Empanada :)

Parktaki göz alıcı manzaralardan sonra son durağımız Lapataia Bay; National Route no:3 veya Panamerican Highway adı verilen yolun sonu. Burası Alaska’dan başlayınca arabayla gelinebilinecek en son noktaymış. 



Tierra Del Fuego turundaki rehberimiz sabah bizi ilk aldığında nereli olduğumuzu sordu. İnsanlar bizi görünce muhtemelen tipimiz Latinlere çok benzediği için bizi buralı sanıp doğrudan İspanyolca konuşmaya başlıyorlardı; Türk olduğumuzu duyunca genelde “wow, çok uzak!” gibi tepkiler aldık :) Belki yüksek sezon olmamasının da etkisiyle katıldığımız turlardaki diğer insanlar genelde Güney Amerikalı, bir kısmı da Kuzey Amerikalı ya da Uzak Doğulu’ydu. Bizi Ushuaia havaalanında karşılayan rehber Türk olduğumuzu duyunca direkt dizilerden konu açtı ve Binbir Gece’deki Onur ve Şehrazat’tan bahsetti. Tierra Del Fuego’daki rehberimizse Tükiye’deniz dediğimizde “Merhaba!” diye selamladı bizi - meğer 10 sene önce backpacker gibi Türkiye’ye gelip 1 ay geçirmiş, her yeri gezmiş. Anladığımız kadarıyla İngilizce'nin yanısıra Fransızca ve biraz Rusça biliyor, sözel yeteneği çok gelişmiş olacak ki Türkiye’de gezdiği (bence hatırlanması oldukça güç olan) Ihlara Vadisi, Uçhisar, Göreme gibi isimleri de saydı bir çırpıda.

Turun sonunda otobüs Ushuaia limanında bıraktı, hızlıca birer sandviç yiyip 15:00’te başlayacak katlamasana Beagle Kanalı turu için limana geri döndük. Beagle, Ushuaia’nın güneyinde doğu-batı doğrultusunda uzanan ve Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanus’u bağlayan 190 km uzunluğunda bir kanal; kuzeyi Arjantin, güney kıyısı ise Şili toprakları.

   
Limandan görüntüler


Yaklaşık üç saatlik yolculuk sırasında önce deniz kuşlarının ve deniz aslanlarının yaşadığı adaya yanaştık, sonra başka bir adacığa çıkıp muhteşem manzarayı seyrettik.

   
Karşıdan baksan aynı penguen! (değil maalesef, bir tür karabatak...)

   
Bu görüntü sessizlikle birleşince dinlendirici ve huzurlu anlar sunuyor

Denizde yol alırken bir anda kaptanın “balina var!” Anonsuyla herkes güverteye çıktı. Kaptan bizi balinaya olabildiğince yaklaştırmaya çalıştı, ne şanslıydık ki biraz olsun izleyebildik... Balina çok büyük ve heybetliymiş, yunus gibi tamamını göstermediğinden ancak parçalı görebildik.

   

Son olarak Ushuaia’daki ünlü 1920 yapımı Les Ecleures deniz fenerinin olduğu adaya yanaşıp gün batımıyla şehre geri döndük. Dönüş yolunda iki-üç yunus yüzdüğünü gördük.
   


Şehrin akşam manzarası (Ushuaia skyline :P)

Yemeğe kadar olan vakti mağazaları gezerek değerlendirdik. İnsan buraya kadar gelince "buradan bir şey alıp hayat boyu anmalıyım" hissine kapılıyor. Birkaç yıl önce buraya bir Hard Rock Cafe açılmış, eminim kafe kısmından değil üstünde Ushuaia yazan kıyafetlerden ciro yapıyorlardır - ben de (her ne kadar bir koleksiyoner olmasam da) bir tane Buenos Aires’ten, bir tane de dünyanın sonundaki Ushuaia Hard Rock Cafe’den bir tişört aldım.

Ushuaia o kadar kendi halinde bir sahil kasabası ki, yemekleri de ortamı sıcak olan bir yerlerde yemek istedik. İkinci akşam dışarıdan gözümüze çok hoş görünen San Martin’deki Bodegon Fueguino restoran’da yedik. Burası bir önceki yemeğe göre daha kendi halinde ve uygun fiyatlı bir restoran, yemekler de iyiydi. Garson kız pizza söyleyince İspanyolca bir şeyler anlatmaya çalıştı; pizzanın büyük olduğunu anladık ama lafı nereye getirmeye çalıştığını anlayamadık. Sonunda internetten çevirerek “pizzalar çok büyük, isterseniz yarım söyleyip yarım ödeyebilirsiniz” uyarısı yaptı :) Buradaki etin porsiyonu 450 Peso, yarım pizza 230 Peso, şarap için 245 Peso ödedik.

 
Yemeğimiz ve restoranın içi

San Martin’de Duty Free Show yazan bir mağaza var; içine girip baktık, gerçekten de duty free. Zannediyorum havaalanında alan olmadığı için dükkanı şehir merkezine açmışlar, bize çok enteresan geldi. İçeride hiç değişik bir şey yok, tamamen duty free mağazası - kozmetik, alkol, sigara...

Ertesi sabah El Calafate için uçağımız 10:00’daydı, yine karanlık bir saatte havaalanına transfer olduk. Check-in yapıp valizleri vermemiz yaklaşık 10 dakika sürünce çıkıp havaalanının önünde biraz yürüdük. Havaalanı bildiklerimize hiç benzemiyor demiştim ya, çıkıp şehre geri yürümeye kalksak sanıyorum en fazla 45 dakika içinde San Martin’de olunur, Ushuaia’ya bir kez daha bakmak isteyenler için de harika gün doğumu manzarasıyla şehri bir kez daha izleme imkanı var.
Havaalanından Ushuaia manzarası


           
Mini mini havaalanının içi

Yaklaşık bir saatlik yolculuk, bizi bambaşka bir coğrafyaya taşıdı. El Calafate, sapsarı toprakları küçük çalılarla kaplı bir çeşit çöl çıktı! Ushuaia’nınkinden biraz daha geniş ve yeni havaalanından çıkıp şehre ilerlerken de bize ilk sürprizini yaptı: Buralara özgü bir lama türü olan Guanaco, bizi memleketine buyur etti :)

   
Hoş bulduk El Calafate, sana da hoş bulduk guanaco!

El Calafate’nin adını en baştan beri çok sıkça duyup oraya mutlaka gideceğimizi bildiğim için Ushuia’dan daha büyük bir şehir diye düşünüyordum, yanılmışım. Santa Cruz eyaletinin başkenti değilmiş (başkent El Chalten'e El Calafate’den tam günlük turlarla gidilebiliyor ancak bizim zamanımız yetmedi. Alamet-i farikası Fitz Roy dağıymış.), ve nüfusu sadece 20.000. Santa Cruz ülkenin en geniş ve aynı zamanda en seyrek nüfuslu eyaleti, km2 başına 1-1,15 kişi düşüyor. Bu bölgede de yerleşim tıpkı Ushuaia gibi yaklaşık 100 yıl önce hükümetin buralara göçmenleri yerleştirmesiyle başlamış. O dönemde İspanya’dan gelen tarım ve hayvancılık bilen göçmenler bölgede koyun yetiştiriciliğini yerleştirmişler. Bölgenin bitki örtüsü oldukça çorak, buradaki sert çimenler daha çok koyunlara uygun olduğu ve yiyecek bulmak için hayvanlar hareket etmek zorunda olduğundan Patagonia bölgesinde sığır eti değil koyun eti meşhur. Ateşin önünde koyunları çarmıha gerer gibi pişiriyorlar, tadı oldukça lezzetli ve Türkiye’deki koyun eti gibi kokmuyor - ben bile biraz yiyebildim.

Arazi oldukça taşlık, bitki yok, her taraf çalılık. Burası da Ushuaia’ya sadece 1 - 1,5 saat uçuş mesafesinde ve oldukça güneyde olduğu için yazın günler çok uzun (havanın 23:00 gibi karardığından bahsettiler), kışın ise görece kısa, max 8 saat gün ışığı var. Şehrin merkezi çok az yağış alıyormuş, çok belli başlı yerlerde ağaçlar var. Şehre yukarıdan bakınca ağaçlık olan bölge ilk yerleşilen alan, şehrin genişlediği yerler iyice çorak.

El Calafate’de deniz yok ama neredeyse deniz gibi görünen ülkenin en büyük gölü Lago Argentino’nun kıyısında kurulmuş. Gölün suyu çok mineralli olduğu için dibi görünmüyor ve rengi enteresan bir turkuaz. 2001 yılında havaalanı açılınca buzullara turist akını başlamış. Burada şehir merkezinde yapılacak çok bir şey yok; gölün bir ucundaki koruma altındaki kuş parkına giderseniz 1,5 - 2 saat geçirebilirsiniz (biz gittik, sakin bir doğa yürüyüşü için ideal. Flamingoları çok uzaktan görebilsek de yine de gördüğümüz kuşlar fena değildi). Göl kıyısı yürümek için süper çekici değil ama günbatımı saatlerinde flamingolar kıyıya yaklaşıyor, onları ve gün batımını izlemek keyifli. Yine mağazaların ve restoranların toplandığı bir caddesi var ve adı Libertador San Martin ????; sanıyorum burada yerel halk da buradan alışveriş yapıyor, çünkü Ushuaia’dakine göre yerel dükkan sayısı daha fazlaydı. Müze olarak ulaşımı ücretsiz servislerle sağlanan buzulların anlatıldığı Glaciarium’dan bahsettiler ama biz çok gitmeye değer bulmadık; fazla zaman olursa belki denenebilir.

İlk gün otelimiz Kosten Aike’ye varışımız 14:00’ü buldu. El Calafate’de pek çok hostel ve butik otel bulunuyor; bizimki görece büyük bir oteldi. Bazı otellerin görünümü bizimkinden daha çekiciydi ama bizimkinin de odası ve servisi gayet iyiydi. Akşam Nativo Experience diye bir tur için 17:30’da bizi alacaklardı, aradaki zamanda çıkıp ortalığı keşfedelim dedik. El Calafate’nin merkezi çok bir şey vadetmediği için herkes gün içinde excursion’lara çıkıyor. Bizim ertesi günümüz Perito Moreno buzulu ile doluydu ancak ikinci günümüzde tur şirketinin başta planladığı ve ona göre dönüş uçuşunu 19:35’e ayarladığı Upsala - Spegazzini buzulları turunun Mayıs ayından itibaren ayın sadece tek günlerinde yapıldığı ortaya çıkınca son günümüz tamamen boşa çıkmıştı. Tam gün olan turların dönüşleri bizi uçağa yetiştiremediği için Tolkeyen Tur'a uğrayıp son güne El Calafate Balkonları turu diye 3-4 saatlik bir tur ayarladık (kişi başı 1750 Peso), sonra da kuş parkında dolaştık.

   



El Calafate tam bir köpek şehri. Buenos Aires’te de köpek sahibi olan çok insan vardı ama El Calafate’de köpekler sokakları kelimenin tam anlamıyla istila etmiş durumda. Neyse ki hepsi insana çok alışık ve zararsız. Kuş cennetinde biri bize uzunca bir süre eşlik etti, sonra o kendi kafasına göre bir rotaya dalınca bir anda bir başkası yanımızda bitti. Buradaki köpekler cins gibi, yani Türkiye’de alışık olduğumuz sokak köpeklerinden farklılar. Bazılarının boynunda tasması da var.

Otelden akşam katılacağımız turda buranın yerlilerinin yaşadığı mağaraları ve yukarıdan şehrin manzarasını görüleceğini, yemeğin de dahil olduğunu öğrenmiştik. Acaba bu turu gündüz yapmak etrafı görmek açısından daha iyi olur mu, son güne mi alsak diye düşündük ama sonra değiştirmekten vazgeçtik. İyi ki de öyle yapmışız! Otelden bizi arazi araçlarıyla aldılar, yine araçta tek İspanyolca bilmeyen bizdik :) Rehber bu bölgenin 1870’lerde Francisco Moreno adlı bir kaşif tarafından keşfedildiğinden bahsetti. Moreno buraları “Arazi çok soğuk, zorlu, rüzgarlı, bazı insanlar var ama yerleşik düzen yok” diye rapor etmiş. Meşhur Perito Moreno buzulunu da aynı kişi keşfetmiş (buzulun adındaki Perito İspanyolca “uzman” demekmiş) ve And Dağları’ndan geçen Arjantin-Şili sınırının belirlenmesi üstüne de çalışmış.

Bir süre sonra arkeolojik alana girip Waichu mağaralarına ulaştık. Turdaki yemek de bir mağarada yenecekmiş meğer! Gün battığı için hava giderek soğudu, katılımcılara kalın pançolar dağıttılar. Üstüm kalın diye düşünmeden alıp giymekte fayda var. Karanlık basınca rehberler ellerindeki güçlü fenerlerle hem yolları hem de duvar resimlerini aydınlatarak anlatıma devam etti, turun akşam olması bu anlamda hiçbir dezavantaj getirmiyor. Buradaki yerliler bu mağaralarda yaşamışlar ve duvarlara kırmızı boyalarla resimler çizmişler. Rehber duvarlardaki şekillerin benzerlerinin Güney Afrika’da da olduğundan bahsetti.


   
Çıktığımız dağdan Lago Argentino'nun günbatımı manzaraları

   
Mağara resimleri - sağdakini doğum yapan bir kadının yaptığı düşünülüyor


Mağaralardaki resimleri gördükten sonra yemek alanı olarak düzenlenmiş mağaraya geçtik. Zifiri karanlıkta, sadece birkaç ateşin ısıttığı ve aydınlattığı alanda çorba, ekmek içinde servis edilen et, şarap ve çikolatalı mus yedik. Yemekler şehirdeki bir restoranda pişiyor, mağaranın arka tarafında ısıtılarak servis ediliyormuş. Bir ara mızıka-gitar çalan biri canlı müzik bile yaptı! Turu gündüz alsak yemek bu kadar etkileyici olmazdı; sanıyorum bu bölgeye günler kısalınca gelmenin (ortalığın turist kaynamaması, dolayısıyla gezerken sıkışıklık hissetmeden, sakinliğin tadına vararak gezebilmemiz dışında) en büyük faydasını burada gördük. Mağarada, loş ışık altında, soğuktaki akşam yemeği bu gezide aklımızda kalacak anlardan biri oldu.




                 

Ertesi gün Patagonia’ya gelmemizin asıl sebebi olan buzullara gitmek için erkenden uyandık. Bütün için yanımıza öğle yemeği almamız gerekiyordu, biz önceki akşam otele yakın bir pastaneden sandviç alarak bu işi hallettik ama otelde de sandviç+meyve paketleri satıyorlar (elbette dışarıdan almaya göre daha pahalı). Kahvaltıdan elma ya da muz alırız diye düşünmüştüm ama burası İsveç olmadığı için kahvaltının her yerinde “buradaki yiyecekler sadece bu salonda tüketmek içindir, öğle yemeği paketi için görevlilere danışın” uyarıları vardı. Uyarmakla kalmamışlar, meyveleri de doğrayarak koymuşlar! İsveç’teki dağ otelinde gün içinde tüketmek üzere sandviç - kek - meyve vs paketleri yapmak için özel yiyecekler ve paketler olduğunu düşününce burası bu anlamda fazla ticarileşmiş.

08:00’e doğru otobüs bizi alıp yaklaşık bir saatte Los Glaciares National Park'a götürdü. Burası 727 bin hektar alanıyla Arjantin'in en geniş milli parkı ve 1981'de UNESCO dünya mirasları arasına alınmış. Dünyada Grönland ve Antartika'dan sonra üçüncü büyük buzul kütlesi burada, And Dağları'nın arasında bulunuyor. Arjantin ve Şili'de uzanan Güney Patagonya buzulları 12500 km2 kaplıyor. Parkın içinde 48 ana, 100'den fazla küçük buzul var. Buzullar, hem güneş ışığının 75-80%'ini geri yansıtarak dünyanın serin kalmasını sağlıyor, hem de dünya üstündeki önemli bir temiz içme suyu kaynağı (dünyadaki toplam su kütlesinin 3%'ü içme suyu, bunun da 77%'si buzullardan geliyor). Parkın girişi 700 Peso. Patagonia buzulları Antartika ve Grönland’dan sonra dünyanın üçüncü büyük buzul alanı, 1937 yılında milli park olmuş (Arjantin’in en büyük milli parkı) ve çok iyi korunuyor. Parkın içinde yangın tehlikesine karşı sigara içmek yasak, çöpler için de otobüste herkese naylon torba dağıtıp çöpleri akşam El Calafate’ye götürmesi tembih edildi. Park alanında herhangi bir tesis de yok, birkaç yerde tuvalet ve seyir teraslarının olduğu yerde küçük bir market bulunuyor.

Buzulların içinde en büyüğü Viedma (975 km2) ama en ünlüsü ise Buenos Aires şehrinden biraz daha büyük (ve bölgenin 3. büyük) olan Perito Moreno (254 km2). Buzullar, Pasifik Okyanusu’ndan gelen nemli rüzgarların alçak And Dağları’nında kar üretmesi ve bu karın sıkışmasıyla oluşuyor. Perito Moreno’nun 70%’i karın biriktiği alanda kaldığı için dünyada son yüzyılda dengede kalabilen tek buzul; bu da onu ünlü yapan sebeplerden bir tanesi. Bir diğeri de buzulun kayarak yılın belli dönemlerinde dağ ile arasında bir buz köprüsü oluşturması. Ulaşımı en kolay buzul olması da üçüncü sebep - Upsala ve Spegazzini’ye otobüs + tekne yolculuğu ile ulaşılırken Perito Moreno’ya (eğer gölden görmek istemiyorsanız veya üstünde 1,5 saatlik mini-trekking / 5 saatlik big-trekking yapmayacaksanız) otobüsle karayolundan ulaşım mevcut. Buzul su yüzeyinden 40m - 70m yüksekliğe ulaşıyor, suyun altında da 100-120m’lik kısmı var. 



Buzulun üstünde yürüyeceğimiz için göl kıyısından bir tekneyle karşı kıyıya çıktık. Grup yine İngilizce - İspanyolca olarak gruplara ayrıldı. Burada öğle yemeği için getirdiklerimizi ve diğer fazla eşyaları koyabileceğimiz bir kulübeye ve tuvalete uğrayıp buzulun üstüne çıkacağımız noktaya doğru yürümeye başladık. Yürüyüş yapacakların olabildiğince kalın giyinmesi, buzda düşüp yaralanma ihtimaline karşın eldiven giymesi (yüzeydeki kırık buz parçaları elleri kesebiliyormuş, eldiveni olmayana buradan ödünç veriyorlar) ve buzulda yürürken ayaklara bağlanan kramponun rahat takılabilmesi için büyük bot değil spor ayakkabı/sneaker ile gelmesi gerekiyor. Güneş kremi ve güneş gözlüğü de tavsiye ediliyor. Buzulun dibine varınca rehberler herkesin demir kramponlarını bağlayıp kasklarını taktı ve her gruba ikişer rehber düşecek ve max 20şer kişi olacak şekilde bizi böldü. Artık buza çıkma zamanı gelmişti!

   

   

Buzulda kramponlarda yürümek düşündüğümden biraz daha zor çıktı. Buzulun üstü elbette dümdüz değil, iniş-çıkışlar var. Rehber ayakları olabildiğince açık tutmak, yere tam dik ve çok sert şekilde (güç vererek) basmak gerektiğini anlattı. Kramponlar buza sert şekilde çakıldığı zaman gerçekten kaymıyor, ama insan kayacak gibi hissettiğinden o kadar rahat edemiyor elbette. İnişler daha meşakkatli, dengeyi tutturmak için hafif arkaya eğilmek gerekiyor. Neyse ki zorlandığınız yerlerde rehberlerin biri yardımcı oluyor. Zaten ellerinde bir çekiçle yürüyüş boyunca yolu düzeltmeye de çalışıyorlar.

Buzulun uzaktan da görüldüğü üzere beyaz ve uçuk maviden laciverte kadar uzanan tonlarında yerleri var. Mavinin rengi koyulaştıkça oradaki buzun yoğunluğu sıkışma sonucunda o kadar artmış demekmiş. Rehber buzulun her gün yaklaşın 20cm kaydığını anlattı. Buzulun yerde kökü olduğu ve yeryüzünün şeklini alarak oturduğu için yerdeki tümsekler sebebiyle çatlaklar meydana geliyormuş. Buzulda 1-1,5 cm boyunda ve vücudunda alkol içeren bir tür böcek dışında herhangi bir hayvan yaşamıyor, ama hazırlık yaptığımız yerdeki ormanlarda pumalar varmış ve arada buzulda geziyorlarmış - bize hiçbiri denk gelmedi.

   

   
Buzda kahverengi görünen yerler havayla yapışan toprak


Buzun üstünde yaklaşık 1,5 saat kadar yürüdük, harika bir deneyimdi. Hava da şansımıza güneşliydi. Hazırlandığımız alana dönmeden önce rehber burada bir “ice bar” olduğunu söyledi. Ne diyor demeye kalmadan indiğimiz son düzlükteki beyaz demir kasalardan viski ve çikolata çıkardılar ve kadehlere buzuldan aldıkları buz parçalarıyla servis etmeye başladılar! Rehberlerin dediği gibi: “Burası buzun viskiden daha eski olduğu tek yer!”

   

Yürüyüşün ardından krampon ve kaskları teslim ettik ve eşyaları bıraktığımız kulübede öğle yemeği molası verdik. Hava güzel olunca dışarıdaki masalarda buzula karşı mutlak bir sessizlikte, büyük bir zevkle getirdiğimiz sandviçleri yiyip küçük içkilerimizi içerek keyif yaptık. Buzul hayatımızda gördüğümüz en acayip şey, hem çok heybetli, hem çok farklı hem biraz ürkütücü. Orada binlerce yıldır durması, bundan birkaç bin yıl önce etraftaki dağların hepsinin buzulla kaplı olması, geriye doğru sanki sonsuza gidiyormuşçasına uzanması çok etkileyici. Ara sıra buzulun dış kısımlarından bir parça buz kopup gök gürültüsüne benzer büyük bir patırtıyla suya düşüyor, o anlar da alabildiğine heyecan verici!

Yemek sonrası önce tekneyle geldiğimiz limana, sonra da otobüsle seyir teraslarına gittik. Bu teraslarda insan bütün gününü geçirebilir sanki! Burada izlenebilecek birkaç rota var, sanıyorum yürüyüş yapmayan ziyaretçileri önce botla buzula yaklaştırıp sonra da bu teraslarda daha uzun zaman geçirtiyorlar. Bizim yaklaşık 1 saatimiz burada geçti; önce 1. terastan, sonra 2. terastan uzun uzun Perito Moreno’yu izleme şansı bulduk. Düşük sezonda burada olmak, etrafta çok az ziyaretçi olması o kadar büyük şanstı ki! Kuvvetli ve soğuk Patagonia rüzgarının ve arada suya düşen buz parçalarının dışında neredeyse hiç ses yoktu...

   

   
Kapanan hava tam parkı terk ederken yağmura çevirdi, bizi parktan Carancho kuşu uğurladı

Saat 18:30 gibi otele ulaştık, fazla eşyalarımızı bırakıp otobüsle gelirken kıyıya yaklaştığını gördüğümüz flamingoları izlemeye göl kıyısına gittik. 
Göldeki flamingolar



   

Patagonia'da gördüğümüz gün batımlarını başka yerde görebilir miyiz bilmem...

Burada yemek geç yeniyor ya, biz de en azından 20:00’ye kadar şehirde dolaşalım dedik. Zaten burası da Ushuaia gibi, ertesi gün göreceğimiz üzere gündüz ortalıkta kimse yok (El Calafate’nin kendi nüfusu da daha az olunca hepten boş), ama akşam saatlerinde herkes turlardan dönünce canlılık başlıyor. Yemek için otelin önerdiği iki Patagonian Parrilla - Asado restoranından biri olan La Tablita'yı seçtik. Restoran ana caddenin üstünde değil, sonundaki köprüyü aşmak gerekiyor - o yüzden ilk etapta kolayca bulamadık ancak bulunca hem ortamı çok hoşumuza gitti hem de izole olması. Yemek için ortaya iki kişilik karışık dana ve koyun söyledik (1090 Peso), yanında yine bir Provolone peyniri (270 Peso) ve bir şişe Malbec şarabı (680 Peso) ile taçlandırdık. 
Restoran pek şıktı

                             


El Calafate’deki son günümüzdeki tur bizi 9:45 gibi aldı. Bu defa sadece ikimiz bir 4x4 jeep’le, şoför ve rehber eşliğinde El Calafate sırtlarına tırmandık. Zamanında bu bölgeye insanlar yerleştirilirken ücretsiz ya da çok az para karşılığında topraklar ailelere verilmiş ve çok geniş alanlarda çiftlikler, yani Espancia’lar kurulmuş. Dağda tırmanırken espancia’ların içine girerek ilerledik. Rehber bazılarının 50km genişliğinde olduğunu söyledi, bütün hayvanlar, atlar, inekler, koyunlar bu geniş alanda tamamen özgürce otluyor. Arazideki otlar çok sert olduğu ve koyunlar otları bulmak ve yemek için çok enerji harcadığı için etleri çok lezzetli olurmuş. Dağda ilerlerken buraya ait bir siyah güney amerika akbabası, çok büyük bir tavşan türü, baykuş da gördük. Dağda tırmandıkça hava soğudu, o meşhur sert Patagonia rüzgarı başladı, en yükseğe varınca kar başladı. Göl kıyısına tek bir yağmur damlası düşmezken dağların tepeleri kar tabakasıyla örtülüydü.
   
Calafate bitkisi (solda) ve yükseldikçe yok olan bitki örtüsü

   
Rakım arttıkça kar başgösterdi

Öğle yemeği için dağın tepesinde bir kulübeye girdik. Burada kışın kayak, kızak gibi sporlar da yapılıyor olmalı ki ekipmanlar vardı, ama bugün kulübeyi bizim rehberler açtı, ateşi yakıp içeriyi biraz olsun ısıtmaya çalıştı. Yanlarında getirdikleri etli, balkabaklı, havuçlu yeşil mercimek yemeğini ısıtırken bana Mate hazırladılar. Mate, Arjantin ve özellikle Uruguay'ın milli içeceği. Mate’yi dışarıda bir kafede içmek neredeyse imkansız, insanlar yanlarında kocaman termoslar, Mate kupaları ve mate çayıyla gezip parklarda, havaalanlarında, kafelerde, duraklarda, katıldığımız turlarda sürekli Mate yudumluyor ama kafelerde satılan bir şey değil. Burada deneyebilmek benim için çok iyi oldu, zira rehberin o anda denettiği gibi sallama Mate ile gerçek bitkiyi haşlayarak yapılanın arasında tat farkı var.

Şömine başında mate keyfi :)


Mate, kupa ağzına kadar kuru çayla doldurulup üstüne aldığı kadar 80 derece civarında su eklenerek demleniyor. Bir süre beklendikten sonra pipetle içiliyor, içindeki su bittikçe üstüne taze su eklenerek tamamlanıyor. Pipetin ucunda çayı süzmeye yarayan küçük bir süzgü var, çay içilirken pipetle karıştırılmazmış. Bazı insanlar mate’nin içine bolca şeker de koyuyor.

Mate sevgisi zaman-mekan dinlemiyor - Ushuaia tekne turunda tam teçhizatlı abimiz

Öğle yemeği ve tabii ki yarım şişe Malbec şarabının ardından şehre geri döndük. Şehir merkezinde aylak aylak dolaştıktan sonra 19:35 uçağı için havalimanına gittik. El Calafate havaalanı Ushuaia’nınkine benzer, sadece biraz daha “havaalanı” hissi veriyor ve daha büyükçe. Süper bir Lago Argentino manzarası var. Yaklaşık üç saatlik uçuşun ardından Aeroparque’a indik. Otele taksiyle gitmemiz gerekiyordu; taksi için ayrı bir çıkış kapısı var, okları takip edince taksi kiosklarının olduğu bir yere gidiliyor. Makineler İspanyolca, İngilizce ve Portekizce çalışıyor, gideceğiniz yeri, kaç kişi olduğunuzu ve kaç valiziniz olduğunu giriyorsunuz. Makine üstünde ücretin de yazılı olduğu iki fiş veriyor, biri sürücüye veriliyor, biri sizde kalıyor. Sürücülerin dil bilmediğini düşününce fena bir uygulama değil; ama bizim bindiğimiz taksi valizleri göstererek fişte yazandan 50 peso fazla aldı (oysa elimizdeki fişte valizler için zaten 23 peso ücret eklenmiş haldeki fiyat 320 peso civarıydı).

                           

Buenos Aires’teki son iki gecemiz için Ibis Congreso’da gayet uygun fiyata (2 kişi 2 gece 80 USD) yer ayırtmıştık. Otel Palazio Barolo’ya yakın, ama Congreso’ya uzanan park gece saatlerinde pek tekin hissettirmiyor (gündüz hiçbir sorun yok). Otelde hiç zaman geçirmeyeceğimiz için bizim beklentilerimizi karşıladı, güvenlik anlamında da hiç sorun yaşamadık. İlk gece saat 00:30 gibi uyuyup 06:15’teki Iguazu uçağına yetişmek üzere 04:00’te uyandık. O saatte sokaktan taksi bulamayız kaygısıyla otelden Aeroparque’a 500 peso’ya transfer ayarlamıştık; gelen normal bir taksi değil bizim korsan taksiye benzer tuhaf bir araçtı, yine sorunsuz şekilde havaalanına ulaştık. Iguazu'ya El Calafate'den direkt uçuş olmadığı için mutlaka BA'dan gitmek gerekiyor, ya aktarmalı uçuluyor ya da BA'da yatıp bizim yaptığımız gibi günübirlik gidip gelinebilir. 

Uçakta uyumaya çalışarak iki saat sonra kuzeydeki Iguazu’ya ulaştık. Bu defa manzara bambaşka, yemyeşil! Kuzeye çıkınca hava sıcaklığı da bir anda arttı tabii. Iguazu havaalanı şimdiye kadar gördüklerimizin içinde en bakımsız olanıydı. Burada yatmayacağımız için eşyasız, gayet rahat şekilde gelmiştik; akşam 20:10 uçağı ile Buenos Aires’e geri dönecektik. Buradaki turda bize eşlik edecek rehber bizi karşılayınca şelalelerdeki turun yaklaşık 16:00 gibi biteceğini, şehirde yapacak pek bir şey olmadığını, istersek makul bir ücret farkı ödeyerek biletimizi bir önceki uçağa değiştirebileceğimizi söyledi (bizi beklerken Aerolineas Argentinas ile görüşüp bilgi almış). Akşam şehre erken varıp rahatça yemek yeme fikri bize de makul geldi. Uçağı değiştirdikten sonra arabaya atlayıp 15-20 dakika içinde milli parka girdik. Rehberin söylediğine göre havaalanı milli parkla çevrilmiş durumdaymış; zaten park çıkışında biri şehir merkezi, diğeri havaalanı yönüne iki ok var. Bu milli parkın da girişi 700 peso. Rehber Arjantin'in en fazla turist alan iki milli parkının, İguazu ve Los Glaciares'in fiyatlarının diğerlerinden çok daha yüksek olduğundan ve iki parkın aynı zamanlarda zam gördüğünden (muhtemelen de hep aynı fiyatta olduğundan) söz etti.

   
Milli parkın girişi

Iguazu, Arjantin’in Buenos Aires’ten sonraki en fazla turist alan yeri, yılda 1,5 milyon kişi şelaleleri ziyaret ediyormuş. Atlantik Ormanı’nın içinde bulunan şelaleler 100 milyon yıl önce büyük bir volkanik hareketin sonucunda olmuş ve1934’ten beri milli park olarak korunuyor. Ormanın bugün kalan kısmı hala çok büyük olmasına rağmen rehber 94%’ünün tahrip edildiğini söyledi. Doğanın bozulma riskine karşı ziyaret saatleri yaz kış 08:00 - 18:00 olarak tutuluyormuş, ayda 5 gece (dolunay zamanları) ay ışığı altında gece turları açılıyormuş. Şelaleler tam Brezilya - Arjantin - Paraguay sınırında. Parkın bir kısmı Brezilya’ya ait; tur programında Iguzau’da bir gece kalış planlayanlar ikinci günü Brezilya tarafından şelaleleri gezmeye ayırıyor. Dünyanın en büyük şelale takımı, toplam 300’e yakın şelaleden oluşuyor. Dünyanın en yüksek şelalesi Afrika’daki Victoria şelalesi 900m’den akıyor; ikinci yüksek ise Niagara şelalesi.

Normalde rehberlerin diğer ülkede çalışma izni olmadığı halde Iguazu Milli Parkı özelinde Arjantinli rehberlerin Brezilya’da; Brezilyalıların ise Arjantin tarafında ziyaretçi gezdirmesi centilmen anlaşması ile serbestmiş. İki ülke arasındaki sınır sadece bir nehir olduğu halde parktan çıkıp ülke sınırlarını aşıp diğer ülkenin parkına girmek 3 saati buluyormuş.

Parkın su rezervinin 80%’i Arjantin tarafında. Şelalelerden saniyede 1500 m3 su akıyor. Kelime anlamı olarak Iguazu, yerli dilinde büyük su anlamına geliyor. Parkın girişinde bir tren istasyonu var, bu istasyonla merkez ve Devil’s Throat’a (Garganta del Diablo) gidiliyor, trene binmek istemeyenler aynı rotayı yürüyerek de alabiliyor. Tren istasyonunda parkla ilgili ilk ayrıntı bangır bangır göze çarpıyor: buraya özgü bir rakun türü! Rehber insanlara zarar vermeyen ama yiyeceklerin kokusuna gelen, hatta açıkta yiyecek görürse insanların elinden/çantasından alan bu hayvanları beklemememiz ve dokunmamamız konusunda bizi uyardı. Gerçekten de elinde plastik torba olan insanların torbalarını uzun uzun kokluyorlar. Eğer elinde yiyecek olan birinin yiyeceğini almaya çalışırlarsa ve izin verilmezse o hengamede yemeği alabilmek için insanları yaralama ihtimalleri varmış.

   
Rakun istilası :)

Devil’s Throat parkın en büyük ve en önemli şelalesi, 82m’den akıyor. Trenden indikten sonra eni 3km olan çok geniş bir nehrin üstündeki köprüden yaklaşık 20dk yürüyerek Devil’s Throat’a ulaştık. Çıkardığı korkunç sesten ötürü şeytanın burada yaşadığına ve gürültüyü şeytanın çıkardığına inanılırmış. Su seviyesi yükselip sel olduğunda ise şeytanın acıktığı düşünülürmüş. Şeytanı kızdırmamak, o yılı iyi geçirmek için her yıl bir bakire şeytan boğazından atılarak kurban edilirmiş. Parkın içinde suyun en güçlü ve yoğun aktığı yer bu nokta olduğu için eğer yaklaşık iki saat süren bot turlarından şelalenin dibine girmeyecekseniz, ıslanacağınız tek yer burası. Yanınızda yağmurluk ve fotoğraf makinenizi korumak için kılıf varsa kullanmanın tam yeri. Ben DSLR makinemi otelden aldığım duş bonesiyle sarıp kullandım, çok rahat ettim.

   
Şeytan Boğazı'na ulaşmak için trenden sonra güzel manzaralar içinden ve geniş bir nehri geçerek yürünüyor

   



Devil’s Throat’ta suya dikkatli bakınca bazı kuşların suyun içine içine uçtuğunu görebilirsiniz. Bu kuşlar, parkın logosunda da bulunan ve şelalenin arkasındaki yarıklara yuva yapan Great Dusky Swift (bir tür kara ebabil kuşu) buraya özgü endemik bir kuş türü ve İguazu Şelaleleri'nin logosunda bu kuş kullanılıyor.


Image result for parque nacional iguazu



Tekrar trene binip ana istasyonda inince parkı üst ve alt parkurlardan dolaşmak ve farklı şelaleleri farklı açılardan seyredebilmek mümkün. Biz önce üst parkuru yürüdük. Parkın ikinci en büyük şelalesi San Martin’i ve diğer şelaleleri oldukça iyi açılardan, genel olarak çok büyük kalabalık gruplara rastlamadan huşu içinde seyrettik. Park genel olarak tekerlekli sandalye ve bebek arabasıyla gelmeye çok müsait, özellikle Devil’s Throat ve üst parkurda hiç merdiven yok; alt parkurda ise merdivenleri atlayarak girilebilen rampalar var.

Üst parkuru tamamladıktan sonra öğle yemeği için 45 dakika mola verdik. Yemek için üç ana restoran seçeneği var, dışarıda yemek isteyenler rakunlara dikkat etmek zorunda :)

   



Yemek sonrasında alt parkuru gezdik. Şelalelere en yakın durulabilen nokta alt parkurunu en sonundaki balkon, ama burası hem daha kuytu olduğu hem de suyun yoğunluğu Devil’s Throat kadar fazla olmadığı için insanı ıslatmıyor.

   

   

   
Iguazu'da her yer şelale, her yer kuş, kelebek, rakun... Doğanın tam içi!

Dönüşte trene binmeyip ormanın içinden çıkışa kadar yürüdük. Yolda rehberle ülkedeki sistem, genel problemler ve Güney Amerika üzerine konuştuk. Türkiye’dekine benzer şekilde Arjantin’de de ekonomik sorunlar var, hatta onlar bizden daha kötü durumda. Politikacılarla ilgili durumlar da benzer, yolsuzluk, rüşvet iddiaları, adam kayırma vs orada da var. Kültürel benzerliklerden, kuralların çiğnenebilir olduğundan, bizim ülkelerde Avrupa’daki gibi işleyen kural tabanlı bir sistem oluşturmanın zorluğundan, insanların rahatlığından, emeksiz kazanımları sevdiğinden bahsettik. Rehbere Güney Amerika’da neden sadece Brezilya’nın Portekizce konuştuğunu sordum. Kolonyal dönemde Portekiz önce kıyıları almış, sonra topraklarını kendisine yakın tarafta birleştirebilmek için İspanyollarla toprak takası yaparak bugünkü Brezilya’yı oluşturmuş. Uruguay’daki Colonia şehri de bu şekilde İspanyollarla takas edilen kentlerin biriymiş mesela, takas edilmese onlar da bugün Portekizce konuşacak diye varsayabiliriz. Güney Amerika’da konuşulan İspanyolca’nın İspanya’da konuşulandan farklı olduğundan, buradaki yerli dillerinin İspanyolca’ya ve Portekizce’ye etki ettiğinden, Güney Amerika’daki ülkeler arasında bile İspanyolca’nın farklılaştığından bahsetti. Ama genel olarak birbirlerini anlayabiliyorlar. Afrika’dan köle ticareti Brezilya’da Arjantin’den çok daha önce başladığı için bugün orada hala Afro nüfus bulunduğunu, Arjantin’de ise Afro’ların giderek beyaz ırka karışarak günümüzde görünmez olduğunu anlattı. 

Iguazu’dan Buenos Aires’e 17:40 uçağıyla gittik; Aeroparque’tan direkt yemeğe geçtik. Bu akşam parrilla değil, Arjantin’deki yoğun İtalyan nüfusunun bir tezahürü olan ve genelde 1932 yılında açılmış olan ünlü pizzacılardan birine, Corrientes’teki Pizzeria Güerrin’e gittik. Dışarıdan bakıldığında bizim Bambi - Kızılkayalar gibi duruyor; içi alabildiğine kalabalık: masalarda oturanlar, sıra bekleyenler, bar masalarında atıştıranlar... Biz şansımıza hızlıca bir masa bulup sipariş verdik. İngilizce menüleri olmadığı için bazı kelimelere bakmaya çalışarak pizzaları seçtik; benim siparişimde bir kelimeye bakmamıştım ama Extra Güerrin’in üstüne haşlanmış yumurta serpeceklerini nereden bilebilirdim? :) Yine de pizzalar gayet lezzetliydi. Porsiyonlar çok büyük, insanlar genelde ya iki kişi bir büyük pizza paylaşıyor ya da dilim alıyor. Biz çok aç olduğumuz için iki küçük söyledik, iki sürahi de bira aldık (ikincisi bitmedi tabii). Küçük pizzaların Extra Güerrin olanı 520, Provolone'lı olanı 490 Peso; sürahi biranın da tanesi 230 Peso idi. Hesabı öderken yan masada oturan Arjantinli anne-kız “çok para verdiniz, fişi kontrol edebilir miyiz?” dedi - oysa hesapta sorun yoktu, sadece biz normal insanlara göre çok yedik :) Onlar da bizim konuştuğumuz dili merak etmişler ve bizim Rus olduğumuzu düşünmüşler; biraz sohbet edip mekandan ayrıldık. 

Güerrin çok kalabalık, yer bulmak zor

                          
Pizzalarımız ve restoranın dış cephesi. Corrientes'in havasına uygun tasarlanmış, müzikal girişi gibi

Corrientes üstünde bolca tiyatro, müzikal vs sergilenen salon bulunuyor; o yüzden sokaklarda çok insan vardı ama yine de bir süre sonra hem bizim çok uykumuz geldi hem de Obelisco’nun diğer tarafına geçince ortalık biraz huzursuzluk vermeye başladı; markete uğrayıp otele geçtik. Arjantin'de marketlerde içki satışı 23:00'ten sonra yasak-mış. Amacımız hazır uğramışken alacaklarımızı alıp otelde valize yerleştirmekti, şarap seçerken bir adam bize el kol yaptı, ben de "burası sabaha kadar açık değil mi ya, neden kapanıyor gibi bir şeyler söylüyor?" diye düşünüp umursamadım. 23:15 gibi kasaya gidince anladık ki şarapları alamıyormuşuz :( Marketlerin kredi kartı uygulaması da biraz tuhaf, yabancı kartla ödemeye kalkışınca pasaport sorup sisteme pasaport numarasını falan giriyorlar. Marketlerde kredi kartı kullanırken ve döviz bozdururken pasaportunuz yanınızda bulunsun - restoranlarda vs kredi kartı kullanımında sorun yok. Arjantin'den şarap almak isterseniz marketlerdekilerden alabilirsiniz, Buenos Aires free shop'u ucuz değil. Alfajores için de en havalı ve meşhuru Havanna olsa da marketlerdeki kutuda satılan Cachafaz'lar da hediyelik için iyi seçenek - hem daha uygun fiyatlı, hem çok lezzetli. Alfajores dediklerinin tanesi 60gr civarında, oldukça büyük. Küçük çikolata ya da bisküviden çok bizim Halley'lere benziyor. 6 ya da 12'lik kutularda satılıyor. Genelde siyah çikolata kaplı, bazıları siyah-beyaz çikolata kaplaması karışık ama ikisinin aslında çok tat farkı yok. Marketlerden alınabilecek farklı şeylerden biri de Dulce de Leche dolgulu çikolata ya da bisküviler. 



Şehirdeki son günümüz 20 Mayıs pazartesiydi. Dönüş uçağımız gece 22:55'te olduğu için bugün BA'da takılabilir, yakındaki Tigre kasabasına ya da Uruguay'ın Colonia del Sacramento şehrine günlük tur yapabilirdik. Tigre, fotoğraflarından bana Kumarakom'u, Kerala Backwaters turunu anımsattı - yapılacak en temel şey nehir üstünde sandalla gezmek. Açıkçası bize çok cazip gelmedi. Uruguay'a geçmek aslında feribot ile oldukça kısa, Montevideo'ya gitmek 2,5 saat kadar sürerken Colonia 1 saatlik yolculuk, ama biz yine de BA'da kalıp aklımızda kalan yerleri görmek ve şehri yaşamak istedik.

Sabahtan market alışverişini halledip kahvaltı için 1858’de açılmış şehrin en eski kafesi Cafe Tortoni’ye gittik. Orada bir şeyler atıştırdıktan sonra Congreso’daki İngilizce tura katıldık. İngilizce tur alan sadece ikimizdik, dolayısıyla bu da bizim için özel tur gibi oldu :) Congreso gezisi sistem hakkında bilgi almak açısından çok faydalı, hem de o Dışı süper ihtişamlı binanın içini de görme imkanı veriyor. Tur gün ve saatlerine internetten bakmakta fayda var ama yine de oraya gitmeden emin olamıyorsunuz; benim ilk denememde cenaze dolayısıyla tur yoktu, bu gidişimizde ise internette 12:30 olan turun 13:00te başladığını söylediler.

Congreso binası 1906 yılında tamamlanmış. Teatro Colon’u yapan ve 44 yaşında bir aşk cinayetine kurban giden 2. İtalyan mimar buranın da mimarıymış; ama binayı Teatro Colon’u da bitiren Belçikalı mimar bitirmiş. Binaya İtalyan mimarisi hakim, iç dekorasyonda kullanılan tavan vitraylar Colon’da olduğu gibi Fransa’dan getirilmiş. Bakır kaplı kubbesi yerden 80m yükseklikte ve 30 ton ağırlığında.

Arjantin’inin yönetim biçimi bize yeni getirilenden biraz farklı. Biri meclis biri senato olmak üzere halkın oylarıyla seçilen iki farklı meclis var. Yasa yapılırken her iki Meclis’in de onay vermesi gerekiyor, sonrasında final onay ya da veto için başkana çıkıyor. Milletvekilleri 4 yıl, senatörler ise 6 yıl için seçiliyor ama her iki yılda bir halk bu Meclis’ler için tekrar oy kullanıyor. Yani her iki yılda bir meclisin yarısı, senatonun ise 1/3’ü değişiyor. Milletvekili olmak için minimum yaş sınırı 25, senator olmak için ise 30. Burada da kişilere değil partilere oy veriliyor. Meclis’te ülkedeki 23 eyaletin nüfusuyla orantılı dağılan 254 vekil var. Meclisteki koltuklar ağırlık sensörlü, yoklama ağırlık kontrolüyle alınıyor. Oylama ise parmak izi kontrolü ve Si/No butonlarıyla yapılıyor (bizde de böyle olsa gerek, yoksa kalkan elleri göz kararı sayarak “kabul edenler, etmeyenler - kabul edilmiştir” diyor olamazlar herhalde). Meclisteki birinci balkon vekillerin konukları ve gazetecilere; ikinci ve üçüncü ise belli halka açık oturumlarda vatandaşlara ayrılmış. Orada da meclis birleşmeleri televizyon ve internetten canlı yayınlanıyormuş. Meclis’in çalışma dönemi mevsimler ters olduğu için Mart - Kasım arası. Rehber ülkenin tamamen laik olduğunu, diniş konuların tamamen kişisel olduğunu ve dinin politikaya hiçbir şekilde alet edilmediğini anlattı.



                Congreso dış cephe

                                    
Salonlarda genelde tavan vitrayları var

Meclis salonunun hemen dışındaki kırmızı oda bekleme salonu olarak kullanılsa da ara sıra konser, konferans vs etkinlikler de düzenleniyor. Buradaki tavan vitrayları tarım, fen, adalet, sanat, sanayi ve ticareti tasvir ediyor.

   

Senato salonu Meclis’ten daha küçük. Congreso’nun yakınındaki senato binasında ofisler ve toplantı odaları bulunuyormuş ama asıl genel toplantılar Congreso’daki salonda yapılıyor.

Binanın içinde gezilebilen son salon 1948’te Eva Peron önderliğinde kadınlara seçme seçilme hakkı tanınmasının ardından 1951’de ilk kez Meclis’e giren kadınların şerefine hazırlanmış pembe oda. Odada Evita’nın bir büstü de bulunuyor. Rehber, Arjantinlilerin 70%’inin Evita’yı sevdiğini, eşi Domingo Peron için ise bu oranın 50-50% olduğunu söyledi.



Pembe Oda

Congreso turunun ardından Avenidad Florida’ya yürüdük, buradan alınacak listesini tamamlayıp taksiyle parklarda dolaşmak için Palermo’ya gittik. Pazartesi günleri MALBA dışındaki tüm müzeler kapalı; hatta anladık ki tüm parklar da kapalı. Palermo’daki Eko Park ve Botanik Bahçesi’ne gittik, ikisinin de kapısı kilitliydi. İçeri giremeyince biz de Santa Fe üstünden buradan Recoleta’ya kadar yürüdük. Recoleta’nın kapıları 17:30’da kapanıyormuş, biz 17:25’te oradaydık, hızlı bir tur için içeri girdik. Kapanış, ana kapının üstündeki büyük çan çalınarak duyuruluyor. Çan çaldıkça mezarlığın dar sokaklarından ziyaretçiler çıkıp ana meydanda toplandı. Çıkınca Hard Rock Cafe’nin de olduğu yerdeki barda bir şey içmek istedik, orası da kapalıyız dedi; biz de el mahkum otele yakın tarafa yürümeye ve oralarda yemek yemeye karar verdik. Son dakika yağmur bastırdı, Obelisco’ya yürüyene kadar baya ıslandık ama neyse ki hava soğumadı.

   



Son gün Recoleta'ya tekrar girme şansımız oldu :)




Son yemek için bir önceki akşam Corrientes’in başında gözümüze çarpan Revire’ye oturduk. Bu defa akıllanmış şekilde birer kadeh şarapla bir provolone peyniri, bir 400 gramlık et söyleyip paylaştık. Porsiyonlar gayet yeterli, yemek gayet lezzetliydi. Restoranlarda genel olarak porsiyonlar büyük, özellikle et yemek için bir de başlangıç aldıysanız 400gr’lık porsiyonlar iki kişi için yeterince büyük geliyor. Genel olarak restoranlarda kişi başı 50 - 80 peso arasında değişen servis ücreti ekleniyor (veya yemek/atıştırmalık fiyatları 5-10 peso artıyor). Buradaki paylaşımlı biftek, provolone ve şaraba 1075 peso ödedik. Yemeğin ardından otele yürüdük, taksiye atlayıp havaalanına yollandık.

Bu seyahati yapmadan önce özellikle Buenos Aires için güvenlik anlamında kafamı hafif karıştıran notlar okumuştum. Genel intiba olarak La Boca dahil gündüz vakti kesinlikle tekinsizlik hissetmedim. Elbette özellikle yalnız olduğum zamanlar sırt çantasını önüme takarak gezdim, ama onun dışında buradaki evsizler (ki gayet çok evsiz var, köşelerde kendilerine iptidai evler yarattıklarına şahit olduk) dahil kimse kimseye bulaşmıyor gibi bir hal var. Ancak akşamları (özellikle 22:00’den sonra) özellikle Obelisco - Congreso bölgesinde dolaşırken çok rahat hissedemediğimi de söylemeliyim. Buna karşılık şehrin zengin ve daha yeni bölgeleri olan Puerto Madero, Recoleta ve Palermo bölgeleri çok daha güvenli. Ushuaia ve El Calafate’de ise kesinlikle sükunet ve güven hakim.

Buenos Aires’te ulaşım ağı oldukça gelişmiş. İstanbul’dan çok daha küçük bir şehir ama Subte dedikleri metro ağı en az İstanbul kadar kuvvetli. Otobüsleri oldukça eski ve enteresan (haftasonları ve hafta içi iş giriş-çıkışı olmayan saatlerde oldukça tenhaydılar); bir de Metrobüs var - hem de üç ayrı hatta! Şehirdeki cadde ve durak adları genelde Güney Amerika’daki diğer ülkelerin ve şehirlerin adlarında, kendi politikacılarının adlarıyla da sıkça karşılaştık. Taksi de (en azından 2019 yılı için) fena bir seçenek değil. Biz önce daha güvenilir olacağını düşünerek Über kullandık ama 3. Seferden sonra Über’de araç bizi almadığı halde bir şekilde almış gibi göstererek yolculuğun ücretinin de bir kısmını çekince vazgeçtik, belli ki Über’in bir açığından faydalanmaya çalışan insanlar türemiş. Yoldan çevirdiğimiz sarı-siyah taksilerde hiç sorun yaşamadık. Taksinin açılışı 38,5 peso. 1 USD 44-45 Arjantin pesosu ve 6TL iken (Peso-TL dönüşümünü kabaca 1/8 olarak düşündük hep) taksiye ödediğimiz en yüksek para Hotel Madero’dan Aeroparque havaalanına otoban dahil 340 peso idi - İstanbul’dan hiç farklı değil. Başka bir örnek; Plaza del Mayo’dan Recoleta’ya yaklaşık 130 peso kadar; Palermo’dan Hotel Madero’ya 320 peso ödedik. Ezeiza havaalanı şehre gerçekten uzak, trafik olmadığı halde Congeso’daki otelden 50 dakikada ulaştık. Taksici binerken 800 peso dedi, üstüne otoban ücretini (gidiş-dönüş) ekleyince toplam 1010 peso ödedik. Otelin ayarlayabileceğini söylediği Ezeiza transferi 1270 peso idi. Taksiler genel olarak oldukça güvenli, 1-2 kere adamlar birazcık dolaştırıyor gibi hissettim ama yolların çoğu tek yön olduğu için emin de olamadım. Ayrıca gerçekten dolaştırıyor bile olsa hiçbiri İngilizce bilmiyor ve üstüne eklenebilecek ücret en azından 2019 Mayıs ayı için o çabaya girmeye değecek kadar olamaz.
          
Taksiler

Dil konusuna gelmişken, Güney Amerika’da İspanyolca bilmeden zor diyorlardı hep, evet haklılar. Otel resepsiyonları, havaalanındaki kontuar çalışanları, turistlerin gittiği restoranlardaki garsonlar ve rehberler İngilizce biliyor elbet, ama taksi şoförleri, genel olarak esnaf ve genel olarak bir şey sormak için yoldan çevireceğiniz insanların en az yarısı İngilizce bilmiyor. O yüzden en azından asgari seviyede de olsa selamlaşma, teşekkür, nerede, birkaç sayı vs gibi kelimeleri bilmekte fayda var. “Agua sin gas, por favor. Gracias!” diyebiliyor olmak önemli mesela :) İspanyolca genel olarak yazıldığı gibi okunuyor ama bazı harfleri bizden farklı okuyorlar. Dikkatimi çekenler: b’ler b-v arası, g’lerin g-h arası okunuyor. Üstünde dalga olan n görünce ny, iki tane l birlikte olunca yy demek gerekiyor. Baştaki h’ler asla okunmuyor, bütün j’ler de h okunuyor. Bir de - ünlüyle devam eden y’leri ş okuyorlar. Plaza Del Mayo mesela, Plaza Del Maşo okunuyor. Bizim soyadımız da bir anda Soşa oldu tabii - Pasajero Soşa! İspanyolca’da iki ana article varmış; la ve el. La’nın çoğulu las, el’inki los oluyor. Del gördüğünüzde “de el”in kısaltması ve “of the” anlamına geliyor. İnsanlar selamlaşırken genelde “Hola, que tal?” ya da “Como estas?” diye hatır soruyor; “Muy bien, gracias!” diye karşılık verilebilir. “Muy bien” = “very well”; konuşma arasında sıkça duyacağınız “bueno” = “Good”; “donde” = “nerede”; “abbierto” = “açık”; “horario” = “saatler”; “nombre” = “isim”; “firma” = “imza” demek. “Buenos dias” ve “buenas noches” de “iyi günler/günaydın” ve “iyi geceler/akşamlar”. Ha bir de, belki dünyanın en güzel "pazar" günü İspanyolca söyleniyor: Domingo!

Buenos Aires çok düzgün planlanmış bir kent. Yukarıdan görünümü tıpkı Manhattan gibi kutu kutu, birbirini dik kesen çok düzgün caddelerden oluşuyor. Binalar genelde bitişik nizam, bu da ABD’deki gibi “blok” kavramını beraberinde getiriyor. Caddeler inanılmaz geniş. Dünyanın en geniş bulvarı 9 Julio, ortasındaki metrobüs hattıyla beraber 14 şeride kadar çıkıyor; caddede karşıdan karşıya geçmek için 4-5 ışık geçmek gerekiyor; bu da yavaş yürürken 3, normal hızla yürürken 2 kere yeşil ışık denk getirmeyi beklemek demek. Bu caddenin dışında da 8-10 şeritli olanlar var. Bazı caddelerin birbirine kavuştuğu köşeler bende çok Kuzey Amerika hissi uyandırdı.

En azından metrobüse binmek için sıraya giriyorlar

Arjantin’de enflasyon had safhada, peso dolar karşısında TL’den daha fazla eriyor. O yüzden bu yazıda verdiğim fiyatlar bir yıl içinde bambaşka bir yere gidebilir; tabii bizim ekonomimizin görece durumu da önemli. 2010’ların başındaki gidenlerin anlattıklarına bakarsanız burası süper ucuz bir ülkeymiş, geçen sene Şölen gittiğinde “hiç de ucuz değil vallahi” diyerek dönmüştü, şimdi ise bize İstanbul’a benzer ya da biraz daha ucuz gibi geldi. Yine de iki kırılgan ekonomi arasında buraya yapılacak seyahat öncesinde genel olarak ihtiyatlı olmakta fayda var. Bu yazıdaki tüm fiyatlar seyahat ettiğimiz Mayıs 2019 tarihine ait, buradaki tüm peso fiyatları kabaca 45'e bölüp USD karşılığını düşünmek, peso karşılığını hesaba katmaktan daha gerçekçi olur.

   

Enflasyon çok fena durumda. En azından halkın protesto hakkı var... 

Ülkede Buenos Aires Aeroparque, Ushuaia, El Calafate, Iguazu ve Buenos Aires Ezeiza olmak üzere toplam beş havaalanı gördük. Ezeiza hariç hepsi şehir merkezlerinin dibinde ve muhteşem manzaraları var. Ezeiza dışındaki havaalanlarındaki fiyatlar şehirle aynı sayılır, hatta Ushuaia ve El Calafate’de şehir merkezinde bulamadığımız kadar güzel anahtarlık ve tişörtler bulup satın aldık. Aeroparque benim favori havaalanım: hem çok kompakt, hem alışveriş-restoran anlamında oldukça zengin. Hard Rock Cafe’sinden Banana Republic’ine kadar her şey var; üstelik iç hatlar kısmında da duty free vardı. Havaalanları konusundaki en önemli ders, Arjantin alışverişinin kesinlikle Ezeiza’ya bırakılmaması gerektiği. Şehirdeki dükkanlarda ve marketlerde 30-45 peso olan su havaalanında 60 peso’ya, 150 - 190 peso’ya alabileceğiniz dulce de leche’ler burada 400 peso’lara çıkıyor; alfajores’ler de aynı şekilde. Markette en pahalısı 300 peso olan Malbec şaraplarının en ucuzu havaalanında 750 peso civarında. Ezeiza’da daha uygun fiyatlı olan tek şey magnet ve anahtarlıklar; Buenos Aires’te Obelisco ve Florida caddesi yakınlarındaki hediyelik eşyacılarda 6 al 5 öde kampanyasıyla 150 peso’ya gelen magnetlerin bence biraz daha çirkinleri havaalanında 110 pesoydu. Kısacası, her ne almak istiyorsanız kesinlikle şehir merkezinden alın, tercihen marketlerden satın alın. Dulce de Leche için en güzel alışveriş, farklı marka ve aromaları tadabileceğiniz La Casa Del Dulce De Leche gibi özel dükkanlar, buralarda çoklu alımlara nakit kampanyaları da yapıyorlar. Alfajores için en ünlü ve havalı marka Havanna olsa da marketlerde de paketleri gayet havalı olan iyi markalar satılıyor ve fiyatları Havanna’lardan çok daha uygun. Şarap için de marketler bence çok yeterli, daha özellikli şarap arayanlar da yine şehirdeki şarap/likör dükkanlarına bakabilir. Sadece gece 23:00’ten sonra alkol satışı olmadığını ve marketlerde yabancı kredi kartı verince pasaport soruluyor.

Arjantin’deki prizler ne Avrupa ne Amerika ne Hindistan - hiçbirine benzemiyor. Kaldığımız tüm otellerdeki tüm prizler Avrupa uçlarını da kabul ediyordu ve sorun yaşamadık. Sadece Buenos Aires’te son iki gün kaldığımız Ibis Congreso’da odadaki yalnızca tek priz Avrupa’ya da uyumluydu, bu bizi biraz zorladı, yanımızdaki bilgisayarı dağıtıcı olarak kullanıp telefonları ona bağlayarak şarj etmek zorunda kaldık. Çok gerekirse 200 peso’ya dönüştürülürler satılıyor, bizim sadece iki gece sıkıntımız olduğu için ihtiyaç duymadık.

Şimdi Buenos Aires - Sao Paolo - İstanbul uçağında eve dönüş yolunda blog yazısının en azından büyük kısmını toparlamaya çalışıyorum. İlk defa bir blog yazısını seyahatin neredeyse içinde, neredeyse günü gününe yazmış oldum. Arjantin benim gözümde yolla birlikte 12, yolsuz 10 günlük bir “tatil” değil, deneyimlerle dolu bir “seyahat” oldu. Kültürel ve görünüm olarak çok uzak olmadığımız aşikar olan bir ülkede, doğayla iç içe geçirdiğimiz 10 gün, bende en çok iz bırakan Perito Moreno buzuluyla, gücüne hayran kaldığım Iguazu şelaleleriyle, mağaradaki ilkel yemek deneyimiyle, dünyanın dibini gördüğümüz Ushuaia’nın hissettirdikleriyle muhtemelen hayatımızda gidip gidebileceğimiz en önemli ve en unutulmaz ilk 10 seyahatin içinde olacak - şimdiden Hindistan ve Maldivler ile ilk 3’e girdi bile. Güney Amerika doğası ve ekosistemiyle gerçekten kendine has bir kıtaymış, anlamış olduk. Bundan sonrası için listemize Peru ve Bolivya’yı aldık bile. Muhtemelen oralardaki hissiyatımız Arjantin kadar tanıdık olmayacak, bildiğimiz kadarıyla diğer Güney Amerika ülkeleriyle karşılaştırınca Arjantin bize en yaşanabilir, en temiz, en bize (ya da İspanya’ya benzer) ülke gibi geliyor.

Hayat bu, aklımızda “belki bir gün?” ışığı yakan Antartika seyahatine kalkışırsak bir kez daha Buenos Aires’e merhaba deyip, Ushuaia’da o çok sevdiğimiz Maria Lola Resto’da bir akşam yemeği daha yiyebiliriz, kim bilir? Hem o zaman mevsim kesin yaz olur, günler uzun, hava daha sıcak olur; biz kuzey yarım küreden gidince ilk bahardan son bahara değil doğrudan kara kıştan sıcak yaza gideriz ve ne kadar “farklı ve uzak” bir yerde olduğumuzu bir kez daha ve daha iyi anlarız.
         
Arjantin, bize o kadar iyi davrandın ve o kadar çok şey kattın ki! Muchas gracias por todo!




Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)