Hayalin içinde yeterince kalınca gerçek olur mu? - İsviçre (3)

Amerika'da geçirdiğim 1,5 yıldan sonra, İsviçre en uzun kaldığım ikinci ülke olarak kişisel tarihime geçti - 3+4+4=11 gün.

Onu geçtim, 2018 yılında birinci dünyada (Yunanistan'ı tabii ki saymıyorum) 5 ay içinde toplam 20 gün geçirmiş oldum. 13%, fena oran değil.

Özellikle İsviçre'nin hem sık aralıklarla üst üste gelmesi, hem ülkenin hali tavrı güzelliği, hem eş durumundan daha "ev" hissettirmesiyle bir hayal aleminin içinde dolanıp durdum sanki. Özümsemeye, hissetmeye, anlamaya çalışarak. Belki gerçek olur mu diye tahayyül etmeye çalışarak.

Bu seferki gidişimde hem şahsa, hem mekana fiziksel olarak özlem duyduğumu hissettim. Hava alanına inince ne yapacağımı daha bilir, "buralar benden sorulur" edasıyla, ve hatta "sen Hauptbahnhof'a inemeyeceksen eve kendim de gelebilirim" öz güveniyle hareket ettim. Telefonum bile hava alanının ücretsiz wifi'ına otomatik bağlandı, benim ufaktan bağlanmakta olduğumu hissedercesine. Hauptbahnhof'a inince tamamen yabancı alakasız bir perona çıkmasam her şey tam süper olacaktı ama, çıkış diye takip ettiğim oklar beni main hall yerine Sihlquai çıkışına götürdüğünde karizmam hafif çizilmedi değil. Neyse ki görevli kadın main hall'u tarif etti de sevgilimle orada kavuşabildik. Hem ne kavuşma!

Munich'teki Oktoberfest benim bu ziyaretimle denk geldi, ben 20 Eylül akşamı Zürih'e indim, Oktoberfest de 22 Eylül'de başlayacaktı. Oraya da gider miyiz belki diye düşünüyoruz karar veremeden. Main hall'a bir çıktım ki Oktoberfest ayağımıza gelmiş. Her şeyin en iyisi İsviçre'de değil mi kardeşlerim, bunu da "aha bu da bizim Oktoberfest'imiz" diyerek Hauptbahnhof'a koca bir çadır kurarak halletmişler. Çadırın önünde perşembe gecesi 23:30'a göre oldukça fazla insan vardı, üstelik bir kısmı gerçekten Oktoberfest ruhuna yakışır şekilde giyinmişti: erkekler kareli gömlekler ve Lederhosen dedikleri bir tür deri görünümlü bahçıvan-şort, kadınlar da Dirndl denen etekli, genelde beyaz bluzlu elbiseler.

         
Züri Wiesn - Unser Oktoberfest!

Gece ZDC'ye gittiğimizde, havanın da ılık olmasını fırsat bilerek lounge'a inip hem birer Swizzly içtik, hem de ertesi gün İstanbul'a gezmeye gidecek bir Avusturalyalı ve yine bu proje için orada bulunan bir Amerikalı ile biraz sohbet ettik. Ertesi sabah 10:00'da Tesla'da deneme sürüşü randevumuz vardı, büyük bir heyecanla önce Pelikanstrasse'deki showroom'a yürüdük. Tesla Türkiye'de tek tük kullanılmaya başlasa da henüz yaygınlaşmadı, deneme sürüşü de yapılamıyor. Bu defa önceden randevu alıp bir Model S sürüşü ayarlayabildik. Türkiye'deki eski ehliyetle gittiğimiz için sigorta geçerli olmuyormuş, bu yüzden (canımın İsviçre'de ilk araba kullanma deneyimi de olacağı için) görevliden arabayı showroom'un bulunduğu şehir merkezinden biraz uzaklaştırdıktan sonra almak istedik. O da bu sırada aracın özelliklerini anlattı, cruise control ve otopilot'un nasıl kullanıldığını gösterdi. Cruise control'de diğer araçlar gibi gitmek istediğiniz hızda aktive ettikten sonra pedallara basmadan sadece direksiyon çevirmek yeterli, öndeki araca göre hızı gereken hallerde düşürüp müsaitliğe göre yeniden ayarlanan seviyeye çıkarıyor. Otopilot ise daha çok trafiğin dur-kalkla ilerlemediği otobanlarda tavsiye ediliyor, pedallara dokunmadan, direksiyonu ise çevirmeden, sadece temas ederek (şoförün varlığını ve tehlike anında kontrol edebileceğini anlaması için temas zorunluymuş) aracı bulunduğu şeritte düzgünce gitmesini sağlıyor - şeritteki doğal dönüşleri mükemmel şekilde alabiliyor. Şerit değiştirmek için sinyal yakmak yeterli, araç yanını ve önünü kontrol edip güvenli bir şekilde şerit değiştirip yola devam ediyor. Tesla elbette Türkiye'deki pervasız ve kuralsız trafiğe hiç uygun bir araç değil, buradaki tek faydası (eğer yaklaşık 1M TL'lik ilk fiyatını ödeyebilirseniz) benzin ve bakım masrafından tasarruf olur. Ancak kuralların gereği gibi işlediği ülkeler için kullanımda da büyük rahatlık sağladığı aşikar. Fiyatlarını sorduk, İsviçre'de Golf 30K CHF civarı iken Model S 80K CHF imiş. Türkiye'de elbette hem kur, hem üst üste binen vergilerle her iki araç da katlanarak pahalanıyor, o ayrı mesele, apayrı dert.

Günün geri kalanı için önceki ziyaretlerimizde gidemediğimiz ama turist ofisinden methini çok duyduğumuz Rigi Dağı'na seyahat planladık.

Rigi'ye gitmenin iki yolu var: Eğer bir tam gün ayırabiliyorsanız, yani sabah erkenden yola çıkıp yolculuğun kendisini de keyifle yapmak istiyorsanız önce trenle Luzern'e gidip oradan Weggis'e vapurla geçebilir, Weggis'ten teleferikle 1433m rakımlı Rigi Kaltbad'a çıkıp oradan trenle Rigi Kulm'a, yani dağın 1748m'deki zirvesine ulaşabilirsiniz. Dönüşte daha kestirmeden dönmek içinse Rigi Kulm'dan önce Arth-Goldau'ya, sonra Arth-Goldau'dan Zürih'e trenle geçebilirsiniz. Turist ofisi bu paket için kişi başı 140CHF fiyat verdi. Biz yola öğle vakti çıkabildiğimiz için bu yolculuğu biraz kısaltıp Zürih'ten doğrudan Arth-Goldau'ya, oradan Rigi Kulm'a trenle gidip dönmeyi tercih ettik. Teleferikte şahane manzaralar göreceğimizi düşünerek buna ek olarak Rigi Kulm'dan Rigi Kaltbad'a tren ve  Kaltbad'dan Weggis'e teleferik gidiş-dönüş seferlerini de dahil ettik ve kişi başı 111 CHF ödedik. Zürih'ten bindiğimiz tren bir arızadan ötürü kalkamayınca sonraki trene binmek zorunda kaldık, bu da bize biraz zaman kaybettirdi ve Arth'da 40dk kadar beklememize sebep oldu (Arth-Rigi Kulm seferleri saatte bir) ama sonuç olarak Rigi'nin güzelliğine ulaştık!


 
Arth'daki Rigi durağı tren garının çok az ilerisinde, ve Rigi'nin güzelliği hakkında küçük bir önbilgi verir gibi bir hali var. Rigi trenini beklerken yolun kıyısındaki çocuk parkındaki banklarda oturup bir şeyler atıştırdık. Hemen arkamızda ne vardı dersiniz - küçük bir Türk lokantası! 10 bin kişinin yaşadığı bu ufacık yerde bile dönerci kebapçı var!


Rigi Kulm'da rakım çok yükseldiği için trenden iner inmez aşağıdakiyle ilgisi olmayan buz gibi hava çarpıyor, o yüzden mevsim ne olursa olsun dağa çıkarken ekstra ceket almakta fayda var. Bir de bu güzel manzaraya eşlik edebilecek bir şeyler. Neyse ki bizim gibi hazırlıksızlar için hemen tren durağının yanında bir market var, buradan bira ve alkolsüz içecek alıp bu güzel manzaranın tadını çıkarabilirsiniz.

   

Rigi'ye yerel halk "dağların kraliçesi/queen of the mountains" diyormuş. Dağ yaklaşık 200 yıl önce turizme açılmış, Avrupa'nın ilk dağ treni hattı buraya kurulmuş ve Rigi Kulm oteli hizmete girmiş. Dört mevsim gidilip gezilebiliyor. Dağa araç ile ulaşım mümkün değil, Arth'tan kalkan son tren 1830 civarında ve Rigi Kulm'a 19:02'de varıyor; buradan da yine son sefer olarak 19:04'te kalkıp Arth'a gidiyor. Biz cuma akşamı Zürih'e dönerken hafta sonunu buralarda (hem Rigi Kulm hem de biraz daha aşağıda bulunan ve biraz daha şehirleşmiş Rigi Kaltbad'da) geçirmek üzere trenlerden inen pek çok insan gördük. 

Rigi'yi çok güzel markalaştırmışlar. Aşağıdaki ineğin üstünde yazan logo trenlerin üstünde de, turizm broşürlerinde de aynı şekilde kullanılıyor. Doğayı elbette çok iyi korumuşlar, zaten dağın kendisini geçtim, aşağıdaki yerleşim yerlerine bakınca da doğa mükemmel ve çok iyi korunup kollanıyor, belli. 

   Rigi ineği ve Çin'deki kardeş dağdan getirilen kaya



   

Rigi'nin masalsı manzarasına bakıp her bir seyir terasından kaç göl göründüğünü saya saya (10'a yaklaşmıştı) kısa hiking rotasını tamamladık ve kırmızı trene atlayıp Rigi Kaltbad'a indik. Bu arada hem Arth'dan Tren dediklerim sakın düz yolda gidenlerden gibi anlaşılmasın, gayet pıtır pıtır dağ tırmanıyor (biz daha düz yolda gidenini yapamıyoruz... bkz. 2018 Çorlu tren kazası). Kaltbad'den Weggis'e inen teleferik öğleden sonra her yarım saatte bir kalkıyor ve 10 dakikada Weggis'e iniyor. Weggis göl kıyısında bir yerleşim ancak teleferiğin son durağı su seviyesinden daha yukarıda. Rigi bölgesine günlük turlar da düzenlendiği için inerken oldukça kalabalık bir Uzak Doğulu grubun arasına düştük, ancak neyse ki dönerken çok daha sakindi. Teleferik o kadar dik bir yamaçtan aşağı sallanıyor ki iniş çıkışa göre çok daha heyecan verici.

   
Teleferikten Weggis manzarası ve Weggis



Weggis'e inince bir an acaba şehir merkezini turlayıp mı yukarı çıksak diye düşündük, ama neyse ki aklımıza tren saatlerini kontrol etmek geldi. Bingo - eğer 18:10 teleferiği ile Kaltbad'a çıkmazsak Rigi Kulm'dan Arth Goldau'ya giden son treni (19:04) yakalayamıyoruz ve geceyi Rigi'de geçirmek zorunda kalıyoruz! Toplu taşıma öyle iyi ayarlanmış ki en fazla 10ar dakika bekleyerek Weggis - Kaltbad - Rigi - Arth arasını tıkır tıkır alabiliyorsunuz.

18:50 gibi Rigi'de  ulaştığımızda hava daha da soğumuş, öğleden sonra geldiğimizde dağda yürüyen insanlardan eser kalmamıştı: sadece otelde çalışan ve konaklayan birkaç kişi ve biz. Mavi hattın son trenine binip Arth'a, oradan da Zürih'e doğru yola çıktık.

Ertesi sabah yine bir supersaver bilet patlatıp Cenevre'ye doğru yola düştük. Cenevre - Zürih arası 2,5 saate yakın sürüyor, biz de 10 trenine binip tam öğle saati kente ulaştık. Cenevre, Leman Gölü'nün en batı ucunda. Gölün üst ortasında Lozan, doğu ucunda da Montrö var. Buraya inmişken aradaki 1,5 saati de alıp Montrö'ye de geçer miyiz diye düşünmüştük ama Cenevre'ye indiğimizde hem şehir hoşumuza gittiği, hem de Montrö'ye varış saatimizin en az 17:00 olacağı (ve oradaki Chillon Castle'a da girersek şehri gündüz hiç görememiş olacağımız) için bütün günü burada geçirmeye karar verdik.

Cenevre CERN'e  (Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire / The European Organization for Nuclear Research) ev sahipliği yapıyor. CERN'in içinde rehber eşliğinde 2-2,5 saatlik grup turları varmış ancak maalesef çok önceden yer ayırtmak gerekiyor (biz gidemedik). CERN dışında Cenevre'nin iki simgesi ise Jet D'eau ve Flower Clock. Şehrin hızlı büyüyen nüfus ve ekonomisine enerji yetiştirebilmek için Rhone Nehri'ne kurulan hidroelektrik santralinin çalışmadığı saatlerde su basıncını düşürebilmek için suyu dışarı pompalaması için Jet D'eau 1886'da kurulmuş. O zamanlar suyu 30m yükseğe fışkırtıyor ve sadece geceleri çalışıyormuş. Daha sonra bu basınc dengeleme konusu teknik olarak çözülmüş, ancak Cenevreliler bu fıskıyeyi çok sevmişler ve onun daha kuvvetlisini 1891'de bugünkü yerine kurmuşlar. Şu anda çalışan Jet D'eau tümüyle bir turist atraksiyonu; 1951'deki değişiklikten beri suyu  200km/sa hızla 140m'ye fışkırtıyor ve aşırı rüzgarlı günler dışında sürekli çalışıyor.

 Cenevre, dünyanın en üst sınıf saat markalarından Patek Philippe'nin de evi. Saatçilik geleneğine bir atıf olarak dünyanın en büyük saati de 1955 yılında çiçekler kullanılarak yapılmış. Flower Clock, farklı dönemlerde açan çiçekler kullanılarak oluşturulduğu için her mevsim farklı görünüyormuş.

  
Jet D'eau ve Flower Clock

Cenevre'nin merkezi daha önce günlük ziyaret ettiğimiz Luzern ve Lozan'dan daha büyük. Nüfus olarak da Zürih'ten sonra İsviçre'nin en kalabalık şehri. Dil Lozan'da olduğu gibi Fransızca, ve yine Lozan'da olduğu gibi yemek kültürü tamamen İsviçreli. Buranın eski şehir bölgesi de Lozan gibi şehrin tepesine kurulmuş, biraz tırmanmak gerekiyor (Lozan kadar değil neyse ki). Eski şehre çıkarken çok güzel kafeler ve restoranlar var.

   
Cenevre'nin modern çarşısı ve eski şehre çıkan yollar 

Eski şehirdeki en önemli yapılardan biri St. Pierre Katedrali, 850 yıldır Cenevre'nin ana kilisesi olarak kullanılıyor. Burası da reformdan geçip içindeki altarlar çıkarılmış, dolayısıyla iç mekan oldukça sade. Kulelerine çıkış mümkün, ancak biz bu defa çıkmadık. 

   




Cenevre'de bolca müze bulunuyor. Biz yine zaman darlığından önceliklendirerek gezdiğimiz için  eski şehrin içindeki Maison Tavel'dan başka müzeye girmedik. Maison Tavel, 12.yy'dan kalma ve Cenevre'nin en eski evi. Giriş ücreti yok, hemen girişte Cenevre'nin tarihiyle ilgili bir video dönüyor. Evin katlarında eski kapılar, zırhlar, kişisel eşyalar sergileniyor, bazı odalar da eski evleri yansıtır şekilde dekore edilmiş. En üst katta ise kocaman bir Cenevre maketi var. En büyük eksiği sergilenenlerin bilgilendirici tabelalarının sadece Fransızca olması.

                    

                                    
Üstten doldurmalı, tasarım harikası bir çeşmeli lavabo (onca müze gezdim, ilk kez böyle bir şey                                                                 gördüm) ve kayık şeklinde beşik                                                          

          

Eski şehrin sonu, geniş Parc de Bastions'a bakıyor. Merdivenlerden aşağı süzülünce eski şehrin tam altındaki duvar Reformation Wall olarak düzenlenmiş. Cenevre Protestan reformunun önderlerinin heykellerinin arkasında belli belirsiz "Post tenebras lux / karanlıktan sonra, ışık" yazısı kazınmış.

   
Reformation Wall ve Parc de Bastions


Cenevre'de yemek için oldukça fazla seçenek var. Biz o akşam daha önce Clinton'ların Cenevre ziyaretinde yemek yediği Restaurant Les Armures'te fondü ve sosis yedik, gayet memnun kaldık.



   Cenevre'den akşam manzaraları ve eyalet bayrağı

Gece Zürih'e varınca ZDC'nin etrafında biraz turladık. Az ileride gaipten yüksek sesli müzik duyduk, normalde, özellikle geceleri ve özellikle ZDC tarafında etraf o kadar sessiz sakin ki önce bir arabadan ya da yürüyen bir münasebetsizin bluetooth hoparlöründen geliyor sandık. Meğer az ilerideki yüksek katlı blokların birinde ev partisi varmış ve insanlar gayet yüksek sesle müzik dinleyerek balkonda takılıyorlarmış. İnanılmaz ama gerçek, isteyince oluyormuş demek ki :)

Ertesi gün için Munich'e, Oktoberfest'e gitsek mi diye çok düşündük. Hava yağmurlu görünüyordu, son dakika olunca otobüs biletleri çok pahalanmıştı, çadırda bira içmek için (şehri de muhtemelen gezemeden) bir de günün 7 saatini otobüste geçirip sabah 6'da uyanmayı pek gözümüz de kesmedi; vazgeçtik. Onun yerine güneye, Lugano'ya indik. Sabah yine 10 gibi trene atladık, yaklaşık 2 saatte Lugano'ya, güneşe, sıcağa indik!

   
Yollar yine tablo gibi manzaralarla bezeliydi


Lugano tam İtalya sınırında, Lugano Gölü kıyısında, İsviçre'nin neredeyse en güneydeki şehri. Zürih ve Cenevre'den sonra üçüncü büyük finans merkezi, dil İtalyanca. Bizim de tipimizi İtalyanlara benzetiyor olsalar gerek, buradaki esnaf doğrudan İtalyanca ile başladı konuşmaya. Burası da çok dik bir sırta kurulu, dolayısıyla tren istasyonu göl kıyısından oldukça yukarıda kalıyor; merdivenler ya da füniküler ile ulaşım mümkün. Bizi ilk karşılayan San Lorenzo katedrali de tepeye kurulu ve güzel bir manzaraya karşı duruyor. Pazar günü olunca ziyarete kapalı saate denk geldik, giremedik.


Gezdiğimiz tüm şehirlerde bir turist ofisi bulup oradan şehrin görülmesi gereken başlıca yerlerini belirten bir harita bulabilmiştik. Buradaki turist ofisi, İtalyan gevşekliği midir bilinmez, kapalıydı; ortalıkta da hiç haritaya benzer bir broşür yoktu. Bu yüzden günü planlamamız, yolu bulmamız biraz zaman aldı. Lugano'ya yukarıdan bakan ve gitmeye değer iki dağ var, biri San Salvatore diğeri Bre. Biz daha önce giden arkadaşlardan da etkilenerek 912m yükseklikteki San Salvatore'ye çıktık. Önce hazır gar seviyesinde yukarıdayken trenle Paradiso durağına gittik (2,5CHF); oradan tabelaları takip ederek dağa çıkan fünikülerle tepeye ulaştık. Fünikülerin çift yön fiyatı 26CHF, biraz pahalı. Tek yön neden alasın ki diye sormayın, aşağı yürümek mümkün, sanıyorum 2 saat civarı sürüyormuş. Yukarıda bir kafe-restoran var, ama tabii ki yanınızdaki içki ve atıştırmalıklarla bir banka kurulup manzaranın ve sakinliğin tadını çıkarmak da başka bir keyif. San Salvatore'nin web sitesindeki slogan "Since 1890 we bring you from Paradiso to Paradise - and back!" ve dedikleri kadar var. Füniküler toplam 1660m yol gidiyor ve hattın eğimi değiştiği için (çıkarken ilk kısım 37%, ikinci kısım 61%) iki parçalı, kabin değiştiriliyor.

Füniküler durağı açıldığından beri (140 yıldır) aynı şekilde duruyor






Füniküler durağından biraz yürüyünce hemen göl kıyısına çıkılıyor, sahilden devam ederseniz de Lugano'nun merkezi.

   
Yürüyüş yolu oldukça keyifli ve ağaçlandırılmış

Şehirde dikey yerleşme var diye boşa demedim :)

Lugano küçük bir yerleşim, şehir merkezi hem zahmetsiz hem de hızlıca gezilebiliyor. Zamanımız olduğu için Lugano Gölü'ndeki tekne turlarından birine katılalım dedik. Yaklaşık 70dk süren turla İtalya sınırına kadar olan bazı koycuklara uğranıyor, isteyenler Gandria'da inip (inmeye değer tek yer diye okuduk) sonraki tekneyle de Lugano'ya dönebiliyor - biz sonraki tekneye kadar olan süreyi uzun bulup inmedik. Fiyat kişi başı 27,4CHF, teknede içecek satışı var. 

                                      
Bu rotanın tamamını yapmasa da çoğunu gezdirdi

Tekne kalktığında önce San Salvatore tarafına, Paradiso'ya uğradı. Hava çok güzel, sıcak, hafif esinti var, etraf yemyeşil... Sonra uğradığı yerler, tekne turunun ilk izlenimini şaşkınlığa çevirdi. Meğer teknenin yanaştığı yerler birbirleriyle karayolu bağlantısı yok denecek kadar zayıf olan küçücük yerleşimlermiş, hatta yerleşim demek  de doğru değil, çoğunda birkaç yazlık ev, pansiyon ve restoran var. Sarp dağların hemen dibine, adeta gölün içine kurulmuş bu küçük yerleşimlere Lugano ya da Paradiso'dan teknelerle ulaşılıyor.

   
San Salvatore dağı (solda) ve tepelerin arasından Lugano gölü

   

Tekneden Lugano'dan bir önceki durakta inip göl kıyısından yürüyerek şehir merkezine geldik. Şehrin en ünlü meydanı Piazza della Riforma'da balkonları kırmızı çiçeklerle süslenmiş binalar çok güzel bir görüntü oluşturuyor.

   



Lugano'da artık yeme içme işleri tamamen İtalya'ya dönüyor. Fondücü elbet bulunur, ama genellikle İtalyan restoranları ve dondurmacılar var. Biz de akışa uydun, Trattoria Pizzeria Galleria'da pizza ve risotto yiyip şarabımızı içtik. Yemekten sonra trene yürüyerek çıktık, acele etmeyince, tepede güneş de olmayınca tırmanmak beklediğimizden daha kolay oldu. Zaten şehir merkezinden yukarı çıkarken yokuştan çok merdiven tırmanışı var.

Seyahatin son gününde yine gerçek bir Zürcher gibi takılmayı tercih ettik. Bu hem tatili biraz daha sakin tamamlamayı, hem biraz daha oralı hissettirmeyi sağlıyor. Öğlene kadar ZDC'de takılıp Swizly içtik, sonra yine valizi önce HB'deki emanet dolabına bırakıp, oradaki Coop'tan sıcak yemek alıp Limmat kıyısında yemeğimizi yedik ve Zürih Gölü'nün benim daha önce gitmediğim tarafına, operanın ötesine yürüdük. Bu taraf  Luzern ya da Lugano'nun bir yanı göl, bir yanı ağaç, sonra yol ve binalar yapısı gibi, oralara daha çok benziyor ve şehre sayfiye yeri havası katıyor.

ZDC de masal diyarından gibi...

Toplamda üç kere geldiğim bu ülkeden yine "tekrar gelemezsem?" kaygısı duyarak, iç çekerek ve tekrar gelmeyi dileyerek ayrıldım. Bu kadar dramatize etmeye ne gerek var değil mi, evet aslında yok, ama "tatile" gelmek için hem kur, hem ülke çok pahalı. Gerçekten - özellikle de kur. Ancak bir ayağın, ya da belki de ikisinin de orada olması rahatlatıp nefes aldırıyor hem gerçek, hem mecazi anlamda. İsviçre güzel ülke, kendine has dili, sosyo-politik yapısı, kibarlık seviyesi ve sosyal kuralları olan, haberlerinde sanki bu evrenden değilmiş gibi sosyal haberlerin yoğunlukta olduğu, kötü haberlerin seçilerek bulunduğu, gözleyince sanki insanların tek derdinin kişisel meseleleri gibi görünen bir hayal ülkesi.

Ve hayallerde yaşamak güzeldir...

11/10/2018, İstanbul

20-24 Eylül 2018 seyahati







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)