Size baba diyebilir miyim amca? - İsviçre (2)

2018 yazı kadar karışık ve az tanıdık bir yaz daha geçirmedim.

2017 Kasım'ında hayatımızı değiştirebilecek bir karar evresinde olduğumuz için bütün yaz uçak bileti kampanyalarını pas geçmiştik. Yani, 8 yıldır yaptığım "6 ay önceden yaz planları" bu sene olmadı, olamadı. O ucuza alınan biletler, yazın tam giderayak "vay be, bileti x TL'ye almıştım, şimdi bilmemkaçx TL olmuş" sevinçleri hayal oldu.

Sonra, pek sevgili hükümetimiz erken seçim diye tutturdu, yazın gözüne erken seçimi yapıştırdı.

Bizim bahar seyahatlerimiz araya girdi.

Şeker bayramında tatil 3,5 gün olup sevgilimin hemen öncesine İsviçre'de toplantısı çıkınca oradaki 9 güne bağlama planı da otomatik olarak buharlaştı, ben onunla birlikte gidip oraları bir göreyim dedim.

Aralarda eve gitmek için 3 yere bilet aldık sadece, cuma-pazar. Ağustosun ikinci yarısında 4,5 gün izin alıp 2 hafta tatile çıkma imkanı vardı, geçen sene belki uzaklara, Amerika'ya gidilir dediğimiz ama yükselen (hele ki 2018'in Mayıs ayından sonra fezaya çıkan) kurlarla bu seçenek imkansızlaştı. Sonra dedi ki bana, "olsun biz de Avrupa'ya gideriz, Amalfi kıyılarını gezeriz, boşver kuru!" - o zaman Euro 5TL civarıydı, bu tatili yapacak olsaydık orada bulunacağımız dönemde 7 - 7,5TL arasında gezdi. Neyse ki planlamamışız - benim gönlümden Türkiye geçiyordu, onu yaparız diye düşünüyorduk.

Biz bu planları yaptık, sevgilime 2,5 aylık bir Zürih projesi çıktı. Son zamanlarda aldığım en kutlu, beni en çok sevindiren, gururlandıran, umutlandıran haber. Kötü yanı, o iki haftayı da kapsıyor, Ağustos başında gidiliyor, Ekim ortası dönülüyor. Haziran'da zaten Zürih var, seçim var, bayramda evimizdeyiz (neredeyse 2 aydır eve giremeyenler var aramızda), benim ailemle bir Selanik planım var. Temmuz'da belki ikinci tur seçim var, bir haftasonu için İzmir'e biletimiz var, sonra yakın bir dostumuzun 21 Temmuz'da düğünü var, ve sonra gidiyor gönlümün efendisi!

İşte böyle karmakarışık bir yazdı, eve ilk kez (Amerika'da olduğum dönem dahil) bu kadar geç gidebildim (17 Ağustos'ta); denize ilk kez bu kadar geç doyabildim. Sevgilimle ilk kez bu kadar uzun ayrı kaldık. Neyse ki planlamayı düzgün yaptık ve proje dönemine benim için iki Zürih seyahati koyabildik.


29 Ağustos gecesi lirik bir kavuşma ile Zürih Hauptbahnhof'ta buluşup ZDC'ye geçtik. Bu defa geçen seferkine nazaran daha küçük ve daha yerleşilmiş bir oda. Ertesi gün iş günü olduğu için erken bir kahvaltının ardından tek başıma şehre yürüdüm. Zürih'te bedava olan iki şey var, su ve free walking tours, ikisi de çok çok kaliteli. Her gün saat 11:00'de downtown, 15:00'te de Zurich West turları düzenleniyor. Downtown turları İspanyolca, Almanca ve İngilizce yapılıyor, 1,5 saatte geneli eski şehir kısmında olmak üzere önemli noktaları gezdirip bilgi veriyor, tur bitiminde isteyenler gönüllülük usulü çalışan rehbere bahşiş bırakıyor. Turun buluşma noktası Parade Platz, sonra rehberin kafasındaki rotaya göre (ama hep aynı noktaları gezmek kaydıyla) Fraumünster, Grossmünster, Lindenhof, St. Peter kilisesi, Niederdorf tarafı geziliyor, ancak kiliselerin içine girmek için zaman vermiyor. Zürih'te hala gazla aydınlatılan tek sokağı ve Lenin'in devrim için Rusya'ya geçmeden önce bir yıl boyunca kaldığı evi de bu tur sayesinde öğrendim. Rehberin verdiği güzel bilgilerden birkaçını buraya da ekleyeceğim.

Ülkede hiç buradaki gibi bir döner kavşak yok


            
İsviçre'de kullanılan Almanca ile bildiğimiz Almanya-Avusturya Almancası birbirinden farklıymış. İsviçre nüfusunun 60% civarı Almanca konuşuyormuş, Fransızca konuşulan yerlerde 2. dil olarak Almanca, Almanca konuşulan yerlerde de Fransızca öğretiliyormuş. Okulda Almanca öğrenen İsviçrelilerin ülkenin Almanca konuşulan şehirlerine gelince çok bocaladığını anlattı rehber. İsviçre Almancası yazılı dilde pek farklılaşmasa da konuşmada normal Almancadan oldukça farklıymış ve "zamanla" alışılırmış.

Zürih'in en meşhur alışveriş caddesi Bahnhofstrasse'de kiraların aşırı pahalı olduğundan bahsetti rehber. Yıllık 9000CHF/m2 imiş, McDonalds kirayı çıkaramayıp dükkanı boşaltmış vs. Üstünde Zukunfthaus yazan binayı anlattı, bu binalar ortaçağda meslek birliklerinin toplanma yerleriymiş ve sonradan politik güce sahip olmuşlar. Zürih'te yıl boyu çeşitli festivaller yapılıyor, bunların ilginçlerinden biri Sechselaeuten. Nisan ayında Opera binasının önündeki Sechselaeutenplatz'da yapılan bu festivalde insanlar ortaçağ  kostümleri giyip, kışı sembolize eden otlardan Bööög adını verdikleri bir kardan adam yapıp alttan tutuşturuyormuş. Ateş kardan adamın tamamen havai fişeklerle dolu kafasına ne kadar uzun sürede ulaşıp kafayı patlatırsa, yazın da o kadar iyi, uzun geçeceğine inanılırmış. Şimdiye kadarki rekor süre 2003 yılında 5:42 imiş. Rehber şehrin (aslında ülkenin) her yerinde bulunan çeşmelerin yanısıra Zürih'te olası bir acil durum/genel enerji kesintisi halinde şehre temiz su sağlamak için kurulmuş 80 civarı acil durum su sistemi bulunduğunu da anlattı.

Daha önce gezdiğimiz Avrupa'nın en büyük saatini taşıyan St.Peter kilisesinin kulesinin tepesinde dört yöne bakan küçük pencereler var - daha önce dikkatimi çekmemişti. Eskiden şehirde bir yangın olduğunda kiliseden yangın alarmı çalınır ve bir görevli bu küçük pencerelere çıkıp yangının olduğu yönü belirtecek şekilde bayrak sallarmış. Grossmünster'in bulunduğu yere Romalılar zamanında Turikum denirmiş, Zürih adı da bu kelimeden türemiş.

Lindenhof'a çıktığımızda tam karşıda University of Zurich (yeşil kubbeli) ve ETH (siyah kubbeli) kalıyor. ETH zamanında İsviçre'ye demir yollarının kurulması için mühendis yetiştirmek amacıyla kurulmuş, şimdi Avrupa'nın en iyi teknik üniversitelerinden biri. Albert Einstein da burada okumuş, sonrasında da hocalık yapmış. Lindenhof'taki çeşmenin tepesinde zırh giymiş bir kadın heykeli var. Bunun da hikayesi ilginç: 1292 yılında Almanya ordularıyla süren savaşta bölgenin tüm erkekleri savaşta iken düşman Zürih'e yeni bir ordu gönderir. Kadınlar da zırhlı giysileri giyip toplanarak meydana çıkarlar. Düşman şehre destek kuvveti gönderildiğini düşünerek kuşatmayı kaldırır, kahraman kadınlar tek damla kan dökmeden şehri kurtarmış olur. Heykel 1912 yılında işte bu kahraman kadınların anısına yapılmış.
            
Lindenhof'tan Zürih manzarası

Rehber İsviçre'nin dünya savaşlarına girmemesi üzerine konuşurken bir soru üzerine askerlik konusu açıldı. İsviçre'de de zorunlu askerlik varmış, 18-30 yaş arasında toplam en az 260 gün süren zorunlu askerlik uygulaması varmış. İster tek seferde, ister ilk eğitim 18 hafta olmak üzere yıllık 3 haftalık dönemlerle tamamlanabiliyormuş. Askere gitmek istemeyenler isterlerse sivil toplum örgütleri, belediyeler gibi kurumlarda sosyal hizmet verip yine askerde alacağı ödemeyi alarak da bu görevi yapmış sayılıyormuş, ancak bu kurumlardaki 1,5 gün askerliğin 1 gününe denk geliyormuş.

Turu tamamladıktan sonra biraz dolaştım, mağazalara baktım. Planım o günü rahatça gezerek geçirmek, HB'daki turist ofisine gidip Bern - Lozan biletleri hakkında bilgi almak ve müze gezmekti. Cebimde bir tane 200 CHF'lik banknot ve kredi kartımla dolaşırken tuvalete girmem gerekti, bozuk param olmadığı için aklıma ETH'a gidip hem okulu gezmek hem de tuvalete girmek geldi :) Yukarı çıkmışken University of Zurich'in de ana binasına girip çıktım. Binalar eski, bakımlı ama hiç cafcaflı değil.
ETH'nın ana giriş kapısı


  
ETH'ın ana binasının Limmathof'a bakan tarafı ve manzarası

ETH binasının içi - blokların içine girdikçe mimari sadeleşiyor


   
Zürih Üniversitesi'nin ana binasının ön cephesi ve içi

Geçen gelişimde 45 dakikalık Luzern tren biletlerine kişi başı çift yön 50EUR ödemiştik. Bu sefer goEuro sayfasında Bern için daha uygun biletler görünce HB'deki turist ofisine neden fark vardır, neden goEuro daha ucuz gösteriyor diye sormak istedik. Adamın yanıtı "ben goEuro falan bilmem ama buradaki kiosklardan alınca saat seçmediğiniz için daha pahalı olur, isterseniz SBB'nin sayfasından supersaver biletleri alabilirisniz, o zaman da saatinde binmeniz gerekir" oldu. Ayrıca Rigi Dağı'na bir tam gün ayırmak gerektiğini anlattı. Biz bu sefer akıllanmış şekilde Zurich - Bern / Bern - Lozan / Lozan-Zurich biletlerini supersaver aldık ve baya rahat ettik :) Turist ofis bu üç trene kişi başı 122 CHF ödersiniz demişti ama biz toplam kişi başı ~75CHF'ye hallettik. Burada daha uzun süre kalanlar için de 3 günlük 255CHF'ye Swisspass var, onunla tüm trenlere, tramvaylara vs binişler ücretsiz. Sanıyorum daha uzun süreli geçerli olanları da var. Uzun kalıp ülkeyi deliler gibi gezmek için iyi bir opsiyon gibi görünüyor.

Günün kalanında önce Landesmuseum yani National Museum'a gittim. Müze güzel düzenlenmiş, İsviçre tarihinden ürettiği ürünlere, kültürüne kadar pek çok bölüm var. Gezmek 1,5-2 saat arası sürüyor. Giriş tam 10, öğrenci/çocuk 8CHF, pazartesileri kapalı. Müzede İsviçre'deki yemek kültürüne dair bir süreli sergiye denk geldim.

   
Landesmuseum'un binası da güzel ve yan bahçesinde cool bir bar var

                           
Maximilian Bircher-Benner'in müsli yapmak için icat ettiği çift taraflı rende ve Toblerone kalıbı

Müzenin içinde İsviçre'yi simgeleyen dağ, saat, Wilhelm Tell'in elmaya saplanan oku, peynir gibi şeylerin yerleştirildiği bir düzenek kurulmuş. İsviçre'nin ihraç ettiği ürünler için ayrı bir sergi alanı da mevcut.

                

İsviçre neredeyse doğrudan demokrasinin uygulandığı bir ülke ve halkı çok uzun yıllardır yılda 3-4 kere sandığa gidiyor. İşçi hakları 1877'den bu yana korunuyor, iyileştiriliyor. Buna rağmen kadınlara seçme seçilme hakkını ancak 1971 yılında vermişler. O dönemde kadınlara bu hakkın verilmesini de oylamışlar elbet, aşağıdakiler o kampanyalara ait görseller.

"Kadınlar için, erkek gibi bir EVET" (sağda)

Elbette saatlere özel bir alan ayrılmış. Sağdaki saatin "Türk rakamları" olduğunu yazmışlar ancak neyi kastettiklerini pek anlamadım.

                         

Frank banknotların rakamsal büyüklükleri yüzyıllardır aynı. Eskiden farklı bankaların para basma yetkisi varmış, sonradan paranın değerini korumak için yetki sadece İsviçre Ulusal Bankası'na verilmiş. Frank aynı zamanda Liechtenstein'ın da para birimi.



Buradan çıkınca Kunsthaus'a yöneldim. Grossmünster'in arka tarafında kocaman bir sanat galerisi, içeride daha çok klasik eserler sergileniyor ve belli bir döneme ya da sanatçıya odaklı değil. Normalde 6'da, Salı-Perşembe 8'de kapanıyor, giriş tam 23, öğrenci 11 CHF, pazartesileri kapalı. Eğer bir pazar günü Zürih'teyseniz ve canınız doğaya dair bir aktivite çekmediyse bu iki müze gününüzü oldukça keyiflendirecektir.

                           
Bizim Pierre Loti'nin portresi ve Rene Magritte'in "16 Eylül" tablosu

   
Adolf Dietrich'in tabloları resimden ziyade nakış gibi görünüyor

Norveçli Nordik Ekspresyonizminin babası Edward Munch'un fırça darbeleri tekrar görünce hatırlanacak türden

  
Resim mi, fotoğraf mı anlaşılması güç detayda eserler


Tamamen zarlardan yapılmış bir heykel


Cuma günü şehrin daha önce görmediğim batı kısmına gittik. İstanbul'da Karaköy'ü ne yapmaya çalışıyorlarsa iyi yapılmışı burada var: Viadukt. Sıra sıra dizayn butikler ve orjinal mobilyacılar dizilmiş. Bir de Markthalle adlı kocaman bir organik ürünler dükkanı / restoran var. Zürih'in eski zamanlardaki Red Light'ı Langstrasse de yakınlarda üstelik - oranın gecesini görmedim ama oldukça hareketliymiş.

   

   


Konteynerlardan mağaza, kullanılmış brandaların geri dönüşümünden her birinden bir tane olan çanta yapılır mı? Yapılmışı burada var: Freitag. Mağazanın içi de oldukça enteresan, sergilemede çantalar kutuların içinde sergileniyor, içinden alıp bir de kutunun yüzündeki ürün kodunu alıp kasaya öyle gidiliyor. Fiyatlar (hele ki kur 6,5 iken) yüksek, çantalar 100 CHF'den başlıyor, 400CHF'ye kadar çıkıyor. Konteynerların tepesine tırmanmayı gözünüz keserse ilginç bir endüstriyel Zurich manzarası ve urban surf klübünü görebilirsiniz. Freitag'ın hemen yanında çok tatlı bir cafe/bar var, Frau Gerolds Garten ama hava yağmurlu olduğu için maalesef kapalıydı. Pazar günü yine gitmeyi denedik, internet sayfasında açık olduğu yazdığı halde yine kapalıydı :(

Konteynerlardan yapılmış Freitag kulesi


   

   

Urban Surf - bu kadar profesyonel görünmeselerdi gerçekten denemek isterdim

Cuma akşamı dünyanın ilk vejeteryan restoranı Hiltl'a gittik. Burası akşam 22:00'den sonra perdelerini kapatıp güzel bir cluba dönüşüyor ve 90lar, 2000ler vs çalıyor. Ortam da, kokteyller de hoşumuza gitti; yemek denemedik.

Cumartesi günü erkence kalkıp supersaver biletimizle bir aktarmayla yaklaşık bir saatte Bern'e gittik. Bu şekilde kısa zamanda şehir turu atmak istediğimizde ilk iş turist ofisine uğrayıp gezilecek yerlerin işaretlendiği bir harita alıyoruz, bu daha önce Luzern'de çok işimize yaramıştı. Bern ülkenin başkenti, hoş, İsviçre'de kantonlar o kadar güçlü ki ne kadar "başkent"tir bilmiyorum. Örneğin İsviçre vatandaşı olmak için yaşadığınız yerin belediyesine başvuruyormuşsunuz, belediye onay verdikten sonra kanton ve federasyon onayı neredeyse tamamen formaliteymiş - işler o kadar mikro seviyede yönetiliyor. İsviçre'nin muhtemelen tüm şehirlerinde olduğu gibi burası da nehir/göl kıyısına kurulmuş, Aare nehri şehri üç yanından kuşatıp büyük bir yarımadaya dönüştürüyor. Aare hava kapalı olsa da turkuaz suyuyla muhteşem görünüyordu.

Haritadaki rota biri doğrudan UNESCO koruması altındaki eski şehir bölgesine yönlendirdi. Spitalgasse'yi takip ederken önce Heiliggeistkirche'yi gördük. 18.yy'dan kalma bu protestan kilisenin içine ne yazık ki kapalı olduğu için giremedik. Cadde üstünde çok düzenli bir mimari, bolca mağaza ve kafe, yolun ortasında ise farklı ve genelde rengarenk heykellerle süslenmiş çeşmeler var.





Bern'e kuleler şehri demek yanlış olmaz. Aşağıdaki örneğin, Kaefigturm, yani hapishane kulesi Bern'in ikinci kulesi. Aslında 1256 yılında inşa edilmiş, 1640'ta hasar gördükten hemen sonra yeniden yapılmış. Bu kule vaktiyle Bern surlarının üstünde kalıyormuş ve yaklaşık 400 yıl boyunca hapishane olarak hizmet vermiş.



Bern'in asıl simge yapısı 13.yy'dan kalan Zytglogge (normal Almancada Zeitglocke - zaman çanı), saat kulesi. Güvenlik kulesi, hapishane ve saat kulesi olarak kullanılmış. Üstündeki astronomik saat oldukça ilginç.



Yürümeye devam ederken karşımıza bir anda 1848 yılında Bern'in başkent ilan edilmesinden sonra inşa edilen İsviçre Konfederasyonu Parlamento Binası çıktı. Bina yeşile dönmüş bakır kubbesiyle (ilk yapıldığında kendi rengindeymiş) Bern'in eski şehir mimarisinden ayrışıyor, daha çok Berlin'de gibi hissedebilirsiniz. Asla şatafatlı bir hali yok, içindeki resepsiyona kadar girmek serbest - hatta binanın hemen önündeki meydanda pazar kurulmuştu. Parlamenti binasının içine cumartesi günleri İngilizce rehberli turlar varmış meğer (Berlin'deki Bundestag turları gibi), ama o gün hava da yağmurlu olunca tüm turlar dolmuş. Tur dışında girebiliyor muyuz diye resepsiyondaki kızla konuşurken turun ücretsiz olduğunu ve yaklaşık bir saat sürdüğünü de öğrendik, ancak yer olmadığı için içeriyi gezemedik.

İsviçre Parlamento Binası

   
Parlamento binasının karşıdan görünümü ve binanın önünden Aare'li manzara


Bern de Zürich gibi yokuşlu bir şehir, eski şehir Aare'nin dibinde aslında ama oldukça da yüksekte kalıyor. Eski şehrin binaları oldukça iyi korunmuş ve hepsi birbiriyle uyum içinde, sarı-gri renkli, bitişik nizam taş binalar. Bir de yer altına açılan kapılar var. Aslında kiler/depo olarak kullanılan yeraltı odalara açılan bu kapıların bir kısmı dükkan olarak kullanılıyor.

           


Eski şehrin mevcuttaki en görkemli (ve 100m yüksekliğiyle İsviçre'nin en yüksek) kulesi Bern Münster'e, katedrale ait. Bina tam gotik tarzda yapılmış, yapımına 15.yy'da başlanmış ve 19.yyda tamamlanmış. Burası da reformist bir kilise, dolayısıyla içi oldukça sade ancak hem kulesi, hem de kapı üstündeki heykelleri çok detaylı ve güzel. Merdiven çıkmayı gözünüz kesiyorsa kulenin tepesine çıkıp Bern'in güzelliğini bir de yukarıdan görebilirsiniz.




                              


Bern eski şehirdeki binaların mimarisi birbiriyle uyum içinde. Bu evlerde yaşayan insanlar çatılarda kendilerine sevimli teraslar yapmış. Zaten İsviçre'de balkon kültürü olduğunu söyleyebilirim, Zürih'te de evlerin en azından bir kısmının balkonu var ve insanlar balkonlarda oturuyorlar.

   

Bern eyalet bayrağının üstünden bir ayı, şehir haritasında da işaretli bir Ayı Parkı var. İnsan haliyle ayının önemini merak ediyor tabii. Aslında şehrin adı da bir rivayete göre Bern'in kurucusu dükün şehirde avladığı ilk hayvan olan ayıdan (Baer) geliyor. Bu olaydan sonra şehirde ayıların tutulması geleneği başlamış. Napolyon Bern'i ele geçirdiğinde ayılar Paris'e götürülmüş, ancak Bern geri alındığında ayıları da aynen şehre taşımışlar ve 1857'den beri bugünkü ayı parkının hemen üstündeki ayı çukurunda tutmaya başlamışlar. Şimdi o çukurda bilgilendirme tabelaları bulunuyor. Finn, Björk ve Ursina adındaki üç ayı da Aare kıyısındaki alanlarında mutlu mesut yaşıyorlar.

   

Ayı figürlü Bern eyalet bayrağı


Ayı parkının üst tarafında Albert Einstein'ın heykeli var. Bern, E=mc^2 formülünü burada bulduğu için Einstein'ı çok sahipleniyor. Bu heykelin dışında şehrin üç farklı yerinde daha Einstein'ın heykeli bulunuyor.



Saatli supersaver Lozan trenimizi yakalamak için istasyondaki Coop'tan öğle yemeği kapıp hınca hınç dolu trene atladık. Yaklaşık 45 dakikalık yolculukla (ve yine Supersaver bilet sayesinde Lozan'a ulaştık, Lozan'a yaklaştıkça bolca asma bahçeleri var ve üstlerinde bolca üzüm vardı. Yolun sonuna gelince yine turist ofisinden haritamızı aldık. Bu sefer, trenle ulaştığımız diğer tüm Avrupa şehirlerinden farklı olarak istasyon şehrin en merkezinde değil, çünkü Lozan düzayak bir şehir değil. İstasyonu orta kat gibi düşünürsek Leman gölü aşağıda, eski şehir ise yukarıda kalıyor. Gün batmadan önce göle inelim dedik, ama buradaki göl daha ziyade deniz havasında, kocaman. Karşı kıyı ise Fransa, Fransız bayraklı vapurlar sefer yapıyor. Haliyle dil de değişti, Fransızca'ya döndü. Onca Almanca ortamdan sonra açıkçası oldukça yabancıladım. Belçika'da da daha çok İngilizce-Almanca'ya benzeyen Felemekçe konuşulan Brugge'den Fransızca konuşulan Brüksel'e geçtiğimizde yadırgamıştım. Sanırım Fransızca'ya çok uzak olduğumdan, Almancavari dilleri anlama oyunum bozuluverdiğinden bu ani değişikliklerden pek hoşlanmıyorum.

İstasyondan aşağı sallanınca kendimizi Ouchy bölgesindeki limanda bulduk. Bu kadar afili yazıldığına bakmayın, bildiğimiz Uşi, hani şu 1912'de Trablusgarp savaşını bitiren anlaşmanın imzalandığı yer!

Hava kapalıyken ortalık biraz kasvetliydi



Göl kıyısından eski şehre çıkmak için sağlam bir yokuş tırmanmak gerekiyor. Biz zamanımız da dar olduğu için yukarı çıkan metro hattını kullanarak çıktık. Çıktığımız yerde büyük bir kütüphane/müze bizi karşıladı, yanındaki merdivenleri tırmanınca da şehrin en önemli tarihi yapısı olan Notre Dame veya Lozan Katedrali. 12. yüzyıldan kalma kocaman, gotik yapısıyla şehrin en tepesine kurulmuş. Katedralde bir etkinlik vardı ve içeriden yoğun bir kalabalık çıkıyordu, boşaldıktan sonra içeri girip dolaşabildik. Sonrasında da bahçesinde etkinlik için kurulan peynir-şarap ikramından sebeplendik :)

                                 
Kütüphane/müze binası

                           
Katedral oldukça geniş, kadrajlara sığdıramadım


                                               

Lozan'ın eski şehri Bern gibi Lego-kent hissi vermiyor, yapılar biraz daha renkli, biraz daha düzensiz sanki. Ama yine de güzel binalar var tabii, çoğu otel olarak hizmet veriyor. Lozan anlaşmasının imzalandığı Beau-Rivage oteli Leman gölü kıyısında faaliyette.

Plaud meydanındaki Hotel de Ville (solda) ve Adalet Çeşmesi, şehrin sembollerinden. Adalet Çeşmesi'nde bir elinde kılıç, bir elinde terazi taşıyan bir gözleri bağlı kadın figürü var. Bacaklarına ise, internetten edindiğim bilgiye göre, bir papaz, bir hükümdar, bir hakim ve bir "Grand Turk" sarılBu heykelin aslı 1500'lü yıllarda yapılmış, şu anda orjinali 

                       


Şehrin bir de "yeni" kısmı var, biz hem zaman darlığından, hem de pek gitmeye değer gibi görmediğimizden o taraflara inmedik. Lozan dik bir yamaca kurulduğu için katlı tasarlanmış bir şehir, en üst kat eski şehir; bu yeni taraf dolayısıyla gerçekten bir kat aşağıda kalıyor.

                                                                                                                                                                                                         


                                    
Bu fotoğrafı ben çekmedim Lozan şehrinin turizm sayfasından aldım ama şehri çok iyi anlatıyor


Eski şehrin dar sokaklarından aşağı doğru salınınca  geniş bir cadde üstünde Kanton Bankası, Posta Oteli binaları görkemli şekilde arz-ı endam ediyor.

   

   
                                        

Akşam yemeği için Lozan'daki seçenekler daha çok İsviçre mutfağı üstüne. Biz de Le Grütli adlı meşhur fondücüye gittik. Hava soğuk olduğundan içeride oturduk, küçük dükkanda neredeyse her masada fondü yendiği için içeride biraz ağır bir peynir kokusu vardı ama neyse ki fondünün kendisi gelince hiç koku yoktu, gayet lezzetliydi. Fiyatlar Zürih'e benzer, bir porsiyonu 27CHF. Yemeğin ardından kendimizi yokuş aşağı tren istasyonuna doğru bıraktık ve Bern aktarmalı Zürih'e doğru yola çıktık. İsviçre'de SBB biletlerinde supersaver seçeneği gerçekten çok işe yarıyor, 2 saat 15dk'lık bu güzergahı sadece 29,6CHF'ye satın aldık :) 

Dönüş günüm pazara denk geldi, uçak 19:30'da idi. Zürih'te HB'den havaalanına gitmek trenle sadece 10-15 dakika sürüyor ve 6,8CHF - havaalanı ulaşımı fiyat-fayda olarak bakınca Türkiye'den çok daha avantajlı. Bu yüzden eşyaları HB'ye emanet kasasına bırakıp gerçek bir Zürcher gibi sakin bir gün geçirmek istedik. Emanet kasaları tamamen otomatize, dolaba eşyaları koyup kredi kartı (veya demir para) ile ödeme yaptıktan sonra kapısı otomatik olarak kilitleniyor; çıkan QR kodlu fişi alıyorsunuz, dolabı açmak için cihaza tekrar okutmak gerekiyor. Orta boy kasaların 6 saati 7CHF - dolabı açınca zaman henüz dolmadıysa yeniden kilitlenebiliyor mu bilmiyorum, denemedim. 

İsviçre'de pazar günleri çalışılmıyor ya, insanlar hobilerine, ailelerine zaman ayırıyor. Burada doğa da fevkalade olduğu için kışın kayağa, yazın göle/nehre yüzmeye, baharda trekking'e çıkılıyordur diye tahmin ediyorum. Biz de HB içindekini saymazsak şehir merkezinde açık olan tek Coop'tan tekilalı biramızı ve çerezimizi alıp göl kıyısında sohbet ettik birkaç saat. Kuğulara yarım fındık fıstık attık (bütün atınca yutamıyor yavrucaklar), kanatlarını kabartan kuğuların sinirli olduğunu bir İsviçreli teyzeden öğrendik. Sonra da, önceki ziyaretimde deneyemediğim Zürih'e özgü Kalbgeschnetzeltzes yemek için Zeughauskeller'a gittik. Soslu dana etinden yapılan yemek oldukça lezzetli, İsviçre'ye özgü rendelenip az yağda kızartılmış patatesi rösti ile servis ediliyor.


                                       

Zürih havaalanı çok büyük, çok kalabalık, daha önce de tecrübe edip THY'nin check-in kontuarlarını bulana kadar oldukça ter dökmüştüm. Bu defa akıllandım, internetten check-in terminalini kontrol ettim - 2 imiş. Bu defa daha kolay hallettim işlerimi ve saat duty free'sine de göz atma imkanım oldu. Fiyatlar İsviçre web sitelerinde gördüklerimden aşırı farklı değil, 10% civarı daha ucuz diye aklımda kalmış. Onun dışında bolca çikolata tabii, bir de Spirit of Switzerland diye sattıkları Appenzeller Rahmlikör (süt kaymağı likörü imiş) ve Etter (kiraz brandy'si imiş) markalı içkiler var.

Bir de 5CHF'ye çıkılabilen, piste 2-3 kat kadar yukarıdan bakılabilen bir gözlem terası.

Bir de havaalanında bile yeşillik - yine, bolca.

Güzelsin İsviçre!


27/09/2018, İstanbul

29 Ağustos - 2 Eylül 2018 seyahati
   
                                          








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)