Almanya tatlı vatan

Berlin, hayalimde olmayan ama ofiste uzak ya da görece yakın olduklarım tarafından övüle övüle bitirilemeyen kafama sokulan bir kent. Hakkında fazla bilmediğim, gri, betonlu bir başkent hayal ettiğim ama yine de övgülere kulak tıkayamadığım için buraya 1 Mayıs tatilini de fırsat bilerek bir seyahat ayarladık. Bu defa en sevdiğim şekilde, sadece canımla.

Bu ara seyahatler arka arkaya dizildi, önce İsveç, sonra 23 Nisan’ın üç gününde canım iş için Kıbrıs ben Antalya, sonra Berlin denk geldi ardışık haftasonlarında. Berlin’de çok şey var dedikleri için buraya baya çalıştım, notlar çıkardım, listeler yaptım. Gerçekten dedikleri kadar varmış, hem müze, hem doğal güzellikleriyle, üstüne bir de mekanlarıyla gezmeye görmeye değer bir yermiş. Benim için şehri asıl değerli ve farklı kılan şeyse daha düne uzanan çok sert ve çarpıcı bir tarihi var. Kentin her yeri bu tarihi anlatan ve anan müzeler ve anıtlarla dolu.

Berlin’de nerede kalacağız diye bakarken metroya yakın olsun yeter demişlerdi ama ben yine de ana merkezlerden birinde, Mitte’de, Museuminsel’in dibinde Radisson Blu’da (güzel bir fırsat da yakalayarak) yer ayırttım. 28 Nisan sabahı Tegel Havaalanı’na indikten sonra otobüsle yaklaşık 40dk’da, hem de normal otobüs/metro biletiyle (ayrı bir tarifeye tabi olmadan) 2,8 EUR’a otele ulaştık. Bir gün geçerli biletler de 7EUR (öğrenci 4,7), biz fazla kullanmayız diye düşünerek günlük ya da daha uzun süreli bilet almadık. Odanın hazır olmadığını söyleyip aşırı sevimli olmayan ama işbilir bir tutumla valizleri emanete bırakıp öğleden sonra odayı teslim alabileceğimizi söyledi. İşbilir dediğim, Türkçe’de Alman disiplini addettiğimiz şey aslında. Otelden örneklemek gerekirse, valizleri emanete verdiğimizde bize verilen kuponu kaybettik ve akşam valizleri alıp odaya çıkmak istediğimizde kupon olmadığı için çantaları tanıma amacıyla valizlerin olduğu odaya girmemize
izin verilmedi, valizleri tarif ettirdiler ve kendileri bulup getirdiler.


Otelin içinde çok meşhur, kocaman, silindirin ortası boş olan bir akvaryum var, içinde de tropik balıklar yüzüyor. 



Otelden ayrılıp otelin hemen altında bulunan DDR Müzesi’ne gittik. Kapıdaki kuyruğa hiç ilişmemek için online bilet alıp ekran görüntüsünü kapıdaki tarayıcıya göstermek yeterli - biletler tam 8,5, öğrenci 6,5 EUR. DDR, Demokratische Deutschland Republik’in kısaltması, eski Demokratik Doğu Almanya Cumhuriyeti. 2. Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’nın (Berlin’in) Doğusunda Sovyetler, batısında ABD, İngiltere ve Fransa hakim oluyor, batıdaki kuvvetler yönetimde hemfikir olunca 1949 yılının Mayıs'ında Federal Almanya Cumhuriyeti, doğuda ise Sovyetler etkisi ile Sosyalist rejimle yönetilen Demokratik Almanya Cumhuriyeti kuruluyor. Bu ayrım 1961’de Doğu’dan Batı’ya kaçışları engellemek için bir gecede örülen Berlin Duvarı ile perçinleniyor ve 1989’da duvar yıkılana kadar en sert haliyle devam ediyor. DDR müzesi, Doğu Almanya’nın günlük hayatını, yapısını, işleyişini anlatan bir müze ve en güzel tarafı, içindeki her şeye dokunabiliyorsunuz.


Müze kısımlara ayrılmış, ulaşım, çalışma hayatı, alışveriş, tatiller ve boş zaman, seçimler, askeriye, medya, seyahat, çocuk bakımı, eğitim, ekonomi - ve bir de ev! Evin tüm odaları (yatak odası, çocuk odası, oturma odası, mutfak ve banyo) tamamen o dönemdeki gibi döşeli; dolaplar çekmeceler o
zamana ait eşyalarla dolu. Üniversitelerde Marksizmi-Leninizm derslerinin zorunlu olduğunu, kreşlerde çocukların sosyalist prensiplere uygun olarak kollektif ve paylaşımcı şekilde yetiştirildiklerini, radyo, pul, disko gibi yerlerde çalan şarkıların 60%’sının kardeş sosyalist ülkelerin, kalan 40%’ın da DDR’da yasal olarak yayınlanmış yabancı şarkılardan oluşmak zorunda olduğunu, Doğu Almanya’da yıllık alkol tüketim miktarı kişi başı 17lt iken Batı’da 2lt olduğunu (ve Doğu’nun tüketiminin yıllar içinde yükseldiğini) DDR’ın farklı bölümlerinde öğrenebiliyorsunuz. Tatil kısmında da ilginç bir bilgi var: DDR’da bir dönem denize çıplak girme furyası varmış. Furya derken, 5 kişiden 4’ü gibi bir oran veriliyor, neredeyse herkes yani. Komünistler çıplaklığın bir sınıfsızlık ifadesi olduğunu düşündükleri için böyle bir akım başlamış.

   
DDR'da duvar ustasıyla (sol) mühendis maaşı arasında aylık 200 Mark kadar fark var


                       
Çıplak tatil furyasından görseller

      
"Sosyalistçe çalışmak, sosyalistçe öğrenmek, sosyalistçe yaşamak". DDR'ın kurulmasından dağılmasına geçen sürede dine inanmayanların oranı 8%'den 63,5%a yükselmiş

DDR’ın ürettiği Trabant marka arabanın bir örneği var içeride, binip o zamanın görüntülerinden hazırlanmış simülasyonda arabayı kullanabiliyorsunuz. Trabant, herkesin andığı adıyla Trabi, Çelikten tasarruf edilmesi ve hafif olması amacıyla durabant diye plastiğe benzer bir maddeden yapılmış. Araba almak isteyenler sıraya girip ancak 16 yıl sonra arabalarına kavuşuyorlarmış. Berlin duvarı yıkıldığında Batı’daki insanlar yollarsa Trabi’leri görünce duvarın yıkıldığını anlamışlar. Trabi
şu anda da Berlin’in en önemli simgelerinden.
                
Trabi

   
DDR'ın içindeki oturma odası ve camdan görünen DDR manzarası - tüm detaylar şahane!

   
Trabi şehrin her yerinde


DDR’da benim anlamakta en zorlandığım (belki de anlatımı biraz böldükleri için) ekonomik sistem oldu. İnsanların maaşları birbirine yakın, insanlar çok da kazanıyorlar ancak üretim sınırlı ve bu yüzden arz düşük. Normal şartlarda kapitalist sistemlerde bu fiyatların artmasına yol açar, ancak
burada devlet fiyatları da arttırmıyor. Trabi üretim maliyetlerinden bir örnek vardı, maliyetler (muhtemelen ithal hammaddenin pahalanmasından ötürü) artıyor ancak satış fiyatı değişmeyince araçlar zararına satılmaya başlıyor. Bu durum öyle tuhaf bir hal almış ki, DDR Başkanı Honecker bir
fabrika ziyaretinde “ithal ürünlerin ne kadarı iade ediliyor?” Sorusuna “20%” yanıtını alınca “içeride yine yeterince mal olmayacak” yanıtı veriyor. Buradan DDR’ın üretiminin çoğunu ithal ettiği (tabii ticaret yapabildiği kısıtlı sayıda ülkeye), kalanları içeride tüketime sunduğu anlaşılıyor. Halkta para olup ürün kısıtlı olunca bu defa da yine ilişkili olunan ülkelerin ithal ürünleri DDR’da “lüks market” gibi satışa sunulmaya başlıyor.


   

DDR bize Berlin’e giriş mahiyetinde çok güzel bir kapı açtı. Duvarın arkasındaki hayatın penceresini araladı. Burayı gezmek bizim yaklaşık üç saatimizi aldı, elbette daha detaylı da bakılabilir daha üstünkörü de, ancak Berlin’de kaçırılmaması gereken müzelerden biri.

DDR’ın ardından biraz dinlenmek için yine otelin altındaki kafede bir kahve ile sonrasında Berlin’in ünlü curry wurst’undan aldık. Curry wurst dedikleri köri soslu sosis, yanında patates kızarması ile de alınabiliyor. Zaten Berlin’de yemek kültürü sosis ve patates üstüne kurulu, bu da kültürün Almanlar tarafından sokağa yansıması. Sokakta başka ne yenir derseniz, pek çekici görünmeyen Bretzel’ler, ve neredeyse her 3-4 köşebaşında bir bulunan (Türklerin yoğun yaşadığı Kreuzberg, Wedding gibi alanları saymadan bu ortalamayı veriyorum hem de) döner kebapçılar var. Döner işi o kadar yayılmış ki Almanlar’ın da gece eğlence öncesi ya da ara atıştırmalık olarak döner dürüm yediklerini çok kere gördük.

DDR’ın hemen karşısında, Spree nehrinin diğer kıyısında Berliner Dom (Berlin Katedrali) bulunuyor. Dom’un tepesine çıkılıp Berlin yukarıdan izlenebiliyor, biz ilk günün akşamına Bundestag’da cam kubbeye çıkış turu için rezervasyon yaptırdığımız için Dom’a çıkmayız, sadece içini gezeriz niyetiyle yapıya girdik. Her normal kilise gibi buranın girişin ücretsiz olduğunu, yukarı çıkışın da internette yazdığı üzere 7EUR (öğrenci 5EUR) olduğunu düşünüyorduk ki, girince içini gezme ve yukarı çıkma için ücret ödenmesi gerektiğini öğrendik. Berliner Dom aslında eski bir katedral ancak 2. Dünya Savaşı’nın sonunda tüm Berlin bombalandığı ve şehrin tamamen yıkıldığı dönemde ağır hasar görmüş. Katedralin yeni binası 1993 yılında tamamlanmış aslında ama dışarıdan bakınca sanki orijinaliymiş gibi tarihi bir görüntüsü var. İçeri girince çok büyük, çok ihtişamlı bir yapıyla karşılaştık, bizi
çok etkileyen kiliselerden biri oldu. Duvarlarındaki Almanca yazılar benim için değerli, tıpkı Hatay’daki kilisede Türkçe yazılara hayran kaldığım gibi, kilisenin sahibi olan halkın anadilinde mesajlar yazılmış olması çok hoşuma gitti. Yukarı tırmanmak oldukça meşakkatli, yaklaşık 300 basamak tırmanmak gerekiyor. Terastaki Berlin manzarası güzel, ama genel olarak Berlin tepeden bakmanın şart olduğu bir kent değil.
Berliner Dom


                   
Katedralin içi oldukça etkileyici

   
Katedralin kubbesinden Lustgarten (Museuminsel) ve Alexanderplatz (Fernsehturm ve Town Hall) manzaraları

İlk günün yorgunluğuyla Dom’dan çıkınca biz de oradaki birçok insan gibi kendimizi Lustgarten’ın çimlerine atıp pırıl pırıl güneşte hem ısındık, hem dinlendik. Tam üniversite ortamı, kitap okuyanlar, sohbet edenler, bira içenler, uyuyanlar... Hava güzel, günlerden de cumartesi olunca herkesin keyfi pek yerindeydi.

Yorgun olduğumuz için otelin çevresinden çok da uzaklaşmadan hemen yakındaki Nikolaiviertel’e yürüdük. Burası Berlin’in ilk kurulduğu bölgeymiş. Burada Rot Rathaus (Berlin Townhall)’un içine girip izin verildiği kadar görüp çıktık, 13.yy'dan yılından kalma Nikolai Kirsche’yi ve eski Berlin sokaklarını gezdik. Kilise 2. Dünya Savaşı'nı bitiren Berlin bombardımanında hasarlanmış, 1989  yılında ise restore edilmiş. Hemen ilerisi zaten Alexanderplatz, şehrin modern meydanı. Buradaki simge yapı da, şehrin neredeyse her yerinden, Tegel havaalanından bile görünen televizyon kulesi Fernsehtrum. Duvar varken şehrin bu kısmı doğu Almanya’ymış ve DDR Fernsehtrum’u bir gövde
gösterisi olarak inşa etmiş. Bunun da tepesine çıkılabiliyor ancak dediğim gibi, Berlin’i üstten görmek şart değil, görülecekse bile bir yerden yapmak yeterli.

                                 
Nikolaiviertel'e giderken Marx ve Engels heykeli & sağda Nikolai Kirsche

Saat 20:30’daki Bundestag turuna kadar otelde biraz dinlenelim diyerek odaya çıktık ve tesadüfen Bundestag’dan “turunuzu yoğunluktan ötürü iptal ediyoruz” maili almış olduğumuzu fark ettik. Bundestag’daki ücretsiz turlar günler öncesinden internet sitelerinden rezerve ediliyor. İki tip tur var,
sadece kubbeye çıkabildiğiniz tur görece daha müsait oluyor ancak yine de en az bir hafta önceden rezerve etmek gerekiyor. Rehberli turlar için neredeyse bir ay önceden rezervasyon yapılmazsa yer bulmak oldukça zor. İnternet seçeceğinin yanısıra sabah erken saatlerde Bundestag’ın karşısındaki kulübeden de o gün ya da ertesi gün için bazı saatlere sınırlı sayıda yer bulunabiliyormuş ancak biz bu bilgiyi çok geç öğrendiğimiz için Bundestag’ın içine giremedik ve aradaki zamanı biraz uyuyarak
değerlendirdik.

Otele yine oldukça yakın olan Hallescher Markt bölgesi kafeleri ve restoranlarıyla ünlü, ilk akşam yemeği için biraz spontan bir şekilde buraya yürüdük ve Barist adlı bir İtalyan restoranında pizza ve makarna yiyip Weissbier içtik. Restoranda gitar-vokal müzik yapan iki kişilik çok güzel bir grup vardı, hava güneş batınca gündüze nazaran oldukça serinlemesine rağmen güzeldi. Yemeğin ardından Berlin’in meşhur gece hayatını denemek için S-Bahn ile Kitkat Club’a gittik. Kitkat, Berlin’deki en çılgın kulüplerden biri, gitmeden önce kıyafet konusunda olabildiğince iddialı olmak gerektiğini, içeri girerken bazı “fazlalıkları” çıkarmak gerekebileceğini okumuştum. Bunu göze alarak sıraya girdik, beklediğimin aksine sırada çılgın kostümlü tiplerin yanısıra, hatta onlardan çok daha fazla sayıda normal insanlar vardı. Bu işe çok anlam veremeden beklemeye başladık, sıradakiler bekleme sırasında bira içiyor, telefondan müzik açıp dans ediyor, birbirleriyle arkadaş oluyor ama sıra bitmek tükenmek bilmiyor! 1,5 saatten fazla bekledikten sonra kapıya gelebildik, önümüzdeki grup gibi bizi de “kıyafetiniz fazla normal” diyerek içeri almadılar :( Meğer sırayı da kapıdaki girerim-giremezsin pazarlığı uzatıyormuş ve kapıdakilerle kıyafet pazarlığı yapmanın önünde de bir ilk kabul adımı varmış, anlamış olduk.

Ertesi günün programı tamamen 2. Dünya Savaşı üzerineydi. Otelden çıkıp Unter den Linden caddesinden yürümeye başladık. Bu cadde ilk kurulduğunda cadde boyunca iki bin ıhlamur ve fındık ağacı dikilmiş, şimdi de bolca ağaçlı bir yol. Bradenburg Tor’a giderken yolun sağ tarafında Mercedes Benz Gallery, sol tarafında da  DRIVE Volkswagen Group Forum var, hem en son modelleri hem de en klasik Mercedes ve Porche’leri görmek mümkün. Unter den Linden, Berlin’in
şehir kapısı olan, 18yy'da Prusya Kralı'nın talimatıyla inşa edilmiş Bradenburg Tor’a çıkıyor. Duvar varken tam da bu kapının önünden geçiyormuş, kapının şu anda atların baktığı yönü doğu imiş. Bradenburg Tor’un bir yanı Parisier Platz, Amerikan ve Fransa büyükelçilikleri karşılıklı ve her ikisinin de ne duvarı var, ne de sıkı polis koruması. Zaten Berlin’de havaalanına ilk indiğimizde ve 1 Mayıs günü haricinde neredeyse hiç polis görmedik. Berlin genel olarak çok güvenli hissettiren bir şehir, ıssız yollarda yürürken de, kalabalık yerlerinde de herhangi bir huzursuzluk hissetmedim.


Unter den Linden


Mercedes Gallery'den en gıcırından ve en klasiğinden iki model


                                

Berlin'in simgelerinden biri de Ampelmann. Doğu Almanya'da trafik ışıklarında kullanılan Ampelmann birleşmeden sonra şehri temsil etmeye devam etmiş, hatta bir süre önce Ampelmann tasarımlı ürünler satan hediyelik mağazaları açılmış. Figür o kadar sevimli ve kullanışlı ki pek çok ürün üretilebiliyor - makarna dahil!


   
Bradenburg Kapısı

1947 yılında, 2. Dünya Savaşı yıkıntıları arasında Bradenburg Kapısı

                                       Image result for brandenburger tor berlin wall
Bradenburg Kapısı ve Berlin duvarı

Bradenburg Tor’un sağından ilerleyince Bundestag’a ulaşılıyor. Buralarda yerlerde Berlin Duvarı’na ait izler görmeye başladık. Duvarın geçtiği hat, ya metal bir bantla ya da iki sıra küçük karolarla işaretlenmiş, yürürken dikkat kesilmekte ve detayları kaçırmamakta fayda var - oldukça fazla işaretçi ve bilgi levhası var. Görülecek yerleri de köşe başlarındaki küçük mavi levhalarla kolayca takip etmek mümkün. Bradenburg Tor ile Bundestag arasındaki yeşil alan kentin en büyük parkı Tiergarten, eskiden Almanların avlanmak için kullandığı alanmış. Berlin genel olarak yeşil bir kent. Duvar yıkılınca, duvar dediğimiz aslında iki duvar ve arasında güvenlik şeridi, gözetleme kuleleri vs, iki duvar arasında kalan ve yerleşim olmayan yerleri genelde park yapmışlar, bu da şehri daha da yeşillendirmiş.

   
Berlin duvarının geçtiği yeri gösteren iz ve Alman meclisi Bundestag

Bundestag binasının hem kubbesi, hem de ön cephesi "şeffaf çalıştığını" müjdeler şekilde camla örülü. Binanın önünde bir cam duvarın üstünde de Alman anayasasıın özellikle eşitlik ve özgürlüğe vurgu yapan ilk birkaç maddesi yazıyor. Genel olarak Berlin'de Yahudi soykırımının özrü mümkün olan her mecrada, hem fiili hem gösterim olarak dileniyor, günahla fazlasıyla yüzleşiliyor.

Bradenburg Tor’dan biraz ilerleyince, Avrupa’da öldürülen altı milyon Yahudi anısına 1999 yılındaki meclis kararı ile Amerikalı bir tasarımcıya yaptırılmış ve 2005 yılında halka açılmış Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı var. Anıt farklı yüksekliklerden 2711 kaideden oluşuyor ve sütunların arasında yürümek insana tam da amaçlandığı gibi tekinsiz, belirsiz bir his veriyor. 

   
Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı

Bradenburg Tor'un 1km ötesinde şehrin önemli meydanlarından Postdamer Platz’a ulaşılıyor. Burada Berlin Duvarı’nın kalıntısı ve hikayesi mevcut, ancak duvarın üstü sakızlarla kaplanmış - bir tür protesto ise bile anlaşılır yanı yok.

                            
Postdamer Platz'daki duvar kalıntıları

Postdamer Platz’ın simge binası Sony Center. Bir üçgen gibi tasarlanmış cam bina kompleksi, bana Atlanta’mızdaki CNN Center’ı anımsattı, çok Amerikan işi. Üçgenin ortasında güzel bir kafe var, bir şeyler içilebilir. Burada eski Berlin evlerinin iç duvarlarını bir camla koruma altına aldıkları ve
mevcut modern binayı onun etrafına inşa ettikleri küçük bir alan var, bize ilginç geldi. Postdamer Platz'da duvar dışında görülecek pek bir şey yok bence, kocaman binaları ve geniş caddesiyle bana Amerika'daymışım gibi hissettirdi.



   
Berlin'deki Amariga Sony Center


Postdamer Platz’dan sonra yine yürüyerek Topography of Terror müzesine gittik. Burası da bir kısmı açık alanda ve ücretsiz bir müze, yine Berlin duvarının geçtiği bir yerde, eski Nazi karargahlarının ve binalarının olduğu yere kurulu. Dışarıda Hitler’in 1933 - 1936 arasındaki güçlenişini ve ülke içindeki “icraatlerini” fotoğraf ve yazılarla anlatan bir kısım var. İçeride tüm hikaye baştan alınıp 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar getiriliyor, yine oldukça detaylı ve okurken hiç sıkılmadan devam edilebilen bir müze. Burada da üç saate yakın zaman harcadık, çok yorulmuş olmasak daha uzun da kalırdık. Kişisel olarak benim zayıf olduğum 2. Dünya Savaşı tarihine çok güçlü bir ışık oldu. Hitler’in ülke içinde ekonomiyi toparlayarak güçlenmesi, tüm güçleri (zamanında komünistlere yıkılan ancak
bugün Hitler’in teşvik etmiş olabileceği de düşünülen Bundestag yangınının ardından gelen olağanüstü hal ilanlarını da kullanarak) bir punduna getirip elinde toplaması, yine ekonomi üstünden ilerleyerek Yahudi zenginliğine karşı “anti kapitalist” duruşu ve Yahudileri ve diğer muhalifleri
sistematik bir şekilde toplumdan soyutlaması (önce devlet memurluğundan çıkarma, halkı bu insanlardan ürün ve servis almamaları için boykota teşvik etme, kimlik/taraf ifşa etme, suçları halkı daha da kutuplaştıracak şekilde yorumlama veya yaratma ve suçluları boyunlarında suçlarının yazılı olduğu bir pankart ile ibret-i alem olsun diye sokaklarda dolaştırma vs) bugüne analojiler kurdurdu maalesef. Büyük Almanya İmparatorluğu hayaliyle yola çıkıp neredeyse bütün doğu ve kuzey Avrupa’ya saldırmış, çok güçlü savunma sistemleri inşa etmiş ancak haddinden fazla cephe açmanın zafiyetiyle büyük bir hüsrana uğramış Hitler. Sadece Yahudiler değil, komünistler/muhalifler,
çingeneler (Siti ve Roma halkları), eşcinseller, tedavi edilemez durumdaki hastalar (“çalışmayan yemek de yemesin” mantığının akılalmaz uç ve sert yorumu) toplumdan soyutlanmış ve kamplarda ölüme gönderilmiş. Savaşın bilançosu 55 milyon ölü, sonrasında Almanya doğu ve batı olarak ikiye ayrılıyor ve savaş yaralarını sarmaya başlıyor. 1989’daki birleşmeden sonra bu kez Berlin toparlanmaya çalışılıyor. 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgilerini de sayarsak bu kadar badireden sonra Almanya’nın süper hızlı toparlanması, ekonomisinin ve sanayisinin bu kadar kuvvetli olması herhalde sadece halkının azmi, çalışkanlığı ve disipliniyle açıklanır.

Topography of Terror açıkhava bölümü

                            
Sağdaki metin iç acıtarak diyor ki, "halkın çoğunluğu demokrasi istemediğinde demokrasi ne yapmalıdır?"

Checkpoint Charlie de yine Topography of Terror’le aynı bölgede. Burası duvar varken Amerikalıların kontrol ettiği, yabancıların ve bürokratların kullandığı bir geçiş noktasıymış. Kontrol kulübesi ve Amerikan askeri üniformalı birkaç genç, Checkpoint Charlie’yi hala canlı tutuyor. Askerlerle fotoğraf çektirmek tek kişi 3EUR, iki kişi 5EUR. Bana çok orjinal gelmedi, fazla mizansenli ve "turist kapanı" buldum.
   
Askerlerin arasına girip kafada şapkayla poz vermek için 3EUR mu? - Hadi ama!

İkinci günün son gezi durağı Yahudi Müzesi - Judischer Museum. Berlin'deki ilk Yahudi Müzesi aslında Oranienburger Strasse'deki Neues Synagogue'un yanında, Nazi'ler yönetime gelmeden 6 gün önce açılmış. Giriş tam 8, öğrenci 3EUR. Berlin’de Yahudilere ve aslında tüm insanlığa karşı işlenen suçlarla ve sonrasında gelişen olaylarla (şehrin yıkımı, Almanya’nın ikiye bölünmesi) her yerde yüzleşiliyor, tarih her yerde dipdiri tutuluyor. Yahudi Müzesi de yine soykırımı anmak için düzenlenmiş. Müzenin bir kısmında süreli sergiler var, bizim ziyaretimiz Kudüs sergisine rast geldi. Zamanımız dar olduğundan ve günün yorgunluğundan mütevellit burayı aşırı detaylı gezmedik, aslında sergide kendisi de 24 saat süren ve Kudüs’te yaşayan farklı din ve mesleklerden insanların 24 saatini anlatan bir belgesel vardı, vakit olsa onu olabildiğince izlemek isterdim. Süreli serginin ardından ünlü Polonya-Amerikalı mimar  Daniel Libeskind tarafından zigzag şeklinde tasarlanan binayı ziyaret ettik. Binanın tasarımı kimileri tarafından kırılmış, bozulmuş David yıldızı, kimilerince yıldırım şekli olarak yorumlanıyor; gezince hissettirdiği ise rahatsızlık ve sıkışmışlık. Dışarıdan bakılınca çok dar, kesik gibi pencereleri olan çelik bir bina; içi de köşeli, birbirini açılı şekilde kesen koridorlardan oluşuyor. İçerik olarak fazla detay yok aslında, göçmek zorunda kalan Yahudilerin yanlarında götürdükleri eşyalar sergileniyor, duvarlarda da göçmek zorunda kaldıkları şehirler yazıyor - Küba, Rio de Jenario gibi uzaklara gidenler de var, Türkiye’nin o zamanki kucaklayıcı ve aydınlara değer veren iklimini fırsat bilip Ankara ve İstanbul’a gelenler de. Bu kısımda ilk vurucu alan Holocaust Tower - Soykırım kulesi. Ağır bir kapının ardında, ısıtma/soğutma sistemi olmayan, ışıklandırılmayan, sadece tavandaki daracık pencereden sızan ışıkla olabildiğince aydınlanan kapkaranlık, üçgen şeklinde çok yüksek tavanlı bir oda. "Voided Void" - "boş boşluk" olarak tanımlanıyor. İnsana hedeflediği sıkışmışlık, korku ve kaygı hissini veriyor. Müzede kesinlikle atlanmaması gereken ikinci kısım da Garden of Excile. Ziyaret sırasında hava nasıl olursa olsun mutlaka o kapıyı açıp 7x7 kare şeklinde yerleştirilmiş 49 eşit boyda sütunla yaratılan o bahçeye çıkın, sütunların arasında yürüyün. Taban öyle bir tasarlanmış ki hiçbir yeri düz değil, insan yürürken hem yer ayağının altından kayıyor, hem de sütunlarla tıpkı Soykırım Anıtı’nda olduğu gibi tekin olmayan bir labirentteki garip korkuyu duyuyor. Bahçeden tekrar binanın içine girince bile çok sallayan bir tekneden inmişçesine hafif denge bozukluğu hissediliyor. Müzenin üçüncü çok etkileyici kısmı da Memory Void - Anı boşluğu kısmındaki Menashe Kadishman'ın Fallen Leaves (Düşen yapraklar) enstalasyonu. Ağır demir plakalardan kesilen 10 bini aşkın yüz zeminde saçılı halde duruyor ve her birindeki yüz ifadesi birbirinden farklı. İsterseniz audio guide'ın da söylediği gibi plakaların arasında yürüyebiliyorsunuz. Bana soykırımda katledilmiş insanlarla yüzleşmişim gibi hissettirdi ve çok rahatsız etti. 

              
Libeskind binası dış cephesi ve Memory Void



İkinci günün akşam yemeğini önceden araştırıp gördüğüm meşhur hamburgerci The Bird’de yedik. The Bird o kadar ünlü ki gitmeden önce web sitesinden rezervasyon yapmak gerekiyor. Berlin’in muhteşem ulaşım ağı sağ olsun, Yahudi Müzesi’nden biraz yürüyüp U Bahn’a atladık ve The Bird’e ulaştık. Burası hamburger ve steak’leriyle ünlü, biz de birer hamburger ve bira söyledik. Masalar uzunca ve masayı tamamen dolduramayan küçük gruplar masaları paylaşıyor. Servis pek hızlı sayılmaz, menüde “hamburger dediğin elle yenir, çatal bıçak isteyip raconu bozmayın” ve “hamburgerinizi çok iyi pişmiş isteyip şefin asabını bozmayın” minvalinde uyarılar var. Burgerler
gerçekten lezzetli, küçük bir ekmeğin arasında 250gr köfte ve yanında bol patatesle; kirlenen elleri silmek için de bir rulo kağıt havlu ile servis ediliyor :)


Burger at the Bird


Berlin’de her tarafta bir anı, tarihi bir iz var. The Bird’ün bulunduğu bölgede de Bernauer Strasse üstünde Berlin Duvarı anıtı bulunuyor. Bu bölgeye gelmişken gece karanlığında da olsa burayı görmek istedik, yarım saate yakın yürüyüşün ardından önce ne olduğunu anlayamadığımız yüksek
demir çubuklar gördük, sonra da yine metal bir duvar. Yerdeki duvar izlerini ve vurulan insanların anısına yapılmış metal daireleri görmemizle aradığımıza ulaştığımızı anladık. Burası doğu - batı sınırının en yakın olduğu yerlerden biriymiş. Duvarın geçtiği yerde bazı binaların batı Almanya tarafına bakan kapı ve pencerelerinden insanlar batı tarafına kaçmaya çalışınca bu kapı-pencereler tuğlalarla ördürülmüş. Duvarı geçmeye çalışırken vurulan insanların düştüğü yerlere de anılar yapılmış. Duvar yıkıldıktan sonra bir parçası (karşılıklı iki duvar ve ikisinin arasındaki güvenlik bölgesindeki bir gözetleme kulesi) tutulmuş ve çelik bir duvarla çevrelenmiş. Çelik duvarın yanından Berlin Duvarı kalıntısına ulaşılabiliyor, iki duvarın arasına (en azından gece vakti) giremedik ama
üç parça beton bloktan oluşan duvarın bloklarının arasından karşı duvarı, ve onun da ardından Berlin’in öte tarafını görmek çok etkileyici.

                
Duvarın geçtiği hat yerde işaretlenmiş, bir bölgede de duvar, metal çubuklarla belirtilmiş

   
Korunan duvar ve kontrol kulesi & duvardaki aralıktan "karşı taraf"

Üçüncü güne daha önce hiç sinagoga gir(e)mediğim için büyük bir heyecan duyduğum Neues Synagog’la başladık. Burası, Yahudilere büyük saldırıların ilk başladığı Kristallnacht’ta yakılmış. Kristallnacht, bizim 6-7 Eylül olaylarının daha geniş çaplı ve acımasızca yapılmışı, Yahudilerin işyerleri ve evleri tahrip edilmiş ve canlarına kastedilmiş. O gece kırılan camların ışıltısı ve gecenin soğuğuyla birleştirip o geceye Kristal Gece adını vermişler. Maalesef yine içeri giremedik, sinagog bir süreliğine kapatılmış, öğrendiğimize göre önünde her zaman bekleyen polislerin de sayısı artırılmış, muhtemelen güvenlik sebebiyle alınmış bir kapatma önlemi. Sonuç olarak binanın güzel dış cephesini izlemekle yetindik.

                         
"Bu 100 yıllık Sinagog 9 Kasım 1938'de Kristal Gece'de Naziler tarafından ateşe verildi. 1939-1945 arasındaki 2. Dünya Savaşı'nda 1943 yılında bombalandı. Bu ibadethanenin ön cephesi, tüm zamanlar için bir uyarı ve hatırlatıcı olarak kalmalıdır. Asla unutma!"


Sinagogun biraz ilerisinde Kunsthaus Tacheles var, burası 2012 yılına kadar 9000m2'lik bir sanat evi olarak kullanılmış. Hala duvarlarında grafitiler var, eskiden heykeller, resimlerle daha güzel ve ihtişamlıymış. Şu anda en dikkat çekici yanı, yan duvarındaki kocaman ve insanın kafasında yankılanan "how long is now?" sorusu. 



Günün ikinci planı, meşhur Türk mahallesi Kreuzberg’e gitmekti. Googlemaps’e Kreuzberg yazdık, anlattığı şekilde U Bahn ile anlattığı durağa gittik. İnince gerçekten Türkçe isimli birkaç lokanta da vardı. Ama insanların “burası Berlin’in alternatif mekanı oldu, Cihangirleşti” anlatımına uyacak bir ortam bulamadık. Bir umut biraz dolandıktan sonra Kreuzberg için not aldığım birkaç mekanı Googlemaps’ten arayınca aslında aradığımız bölgenin buradan biraz uzak olduğunu fark ettik - Kreuzberg bir bölge, gerçek Kreuzberg deneyimi için U ile Hallishes Tor durağına gitmek
ya da maps’e “Hasır Ocakbaşı” yazmak gerekiyormuş :) Biz de otobüse atlayıp iki durak sonra inince işin rengi değişti, sağlı sollu Türk dükkanları olan, her yerde Türkçe tabelalar bulunan ve kulağımıza neredeyse %80 oranda Türkçe çalınan bir caddeye çıktık. Lokanta, baklavacı, kuruyemişçi, kuaför,
fırın - ne ararsan! “Küçük İstanbul” namına yakışır şekilde sokaklar şimdiye kadar gezdiklerimiz içinde en kirlisiydi, bunu da belirtmek gerek. Türkiye'de olsa "x partisi buralara hizmet vermiyor" muhabbeti yapılırdı, buraya da "Berlin Büyükşehir buraya bakmir" dense yeridir. 

                
Kreuzberg'deki Ayşe Erkmen enstalasyonu olan miş'li geçmiş zaman apartmanı ve cami

               
Berlin'de her tür Türk dükkanı var, perdecisinden gelin çiçekçisine, Trabzon burması satan kuyumcusuna kadar. Kreuzberg'de neredeyse tamamı Türklerden oluşan apartmanlar bile var.

Kreuzberg’de enteresanlık bol ya, bir de Osman Kalın’ın evi var. Bu evin hikayesi çok ilginç, öyle ki bize bir dönem haberlere bile konu olmuş: https://www.dailymotion.com/video/xjz3d5
Ev "treehouse" olarak anılıyor, Google maps'e de bu şekilde işaretlenmiş. 1983 yılında Osman Kalın adlı Yozgatlı abimiz, Berlin Duvarı'nın yanında, fiziksel olarak Batı Almanya'da olduğu halde yönetsel olarak Doğu Almanya'nın olan boş bir araziye küçük bir bostan ve derme çatma bir kulübe kurmuş. Polisler birkaç kez Osman Kalın'ın evini ziyaret etse de net bir şekilde bu faaliyetini durdurması istenmemiş, o da evi büyütmüş, oradan geçen bir ağacı da evin içinden geçirmiş. Berlin birleştikten sonra polisler evi tekrar ziyaret ettiğinde havaya ateş açmışlar, o da küreğini polislere sallayarak onları kovalamış :)




Osman Kalın’ın evini bulacağız derken neredeyse Spree’ye gelmiştik, bu kadar yürümüşken nehrin karşı kıyısındaki East Side Gallery’e geçtik. East Side Gallery, Berlin Duvarı’nın şehirdeki en uzun parçası. Duvarın Doğu’ya bakan kısmını 1996’da sanatçılara boyatmışlar, birbirinden renkli resimlere ev sahipliği yapıyor. Normalde duvarın Doğu’ya bakan yüzü kaçan insanların daha kolay fark edilebilmesi için beyaz bırakılırmış, Batı daha serbest ya, o tarafında grafitiler, resimler varmış. İronik bir şekilde East Side Gallery’de Doğu yüzü boyanmış. Aşağıda birkaç örnek bırakıyorum. Bazılarının önünde fotoğraf çekilmek için insanlar yığılmış bekliyorlardı, o kadar ünlü ve güzelleri var! 
   
   

   

Alt sağdaki öpüşme resmi sanıyorum duvarın en kült boyaması, "My God, Help Me to Survive This Deadly Love" adıyla anılan ve Sovyet politikacı Leonid Brezhnev ile Doğu Almanya politikacısı Erich Honecker'in gerçekten dudak dudağa öpüştüğü bir fotoğraf karesinin resmi. Asıl fotoğraf aşağıdaki gibi, "socialist fraternal kiss / sosyalist biraderlik öpücüğü" diye biliniyor.

                                             Image result for fraternal kiss

East Side Gallery tarafında Berlin'in ünlüüü underground gece kulübü Berghain var aslında ama biz orayı pas geçtik. Bunu neden gündüz programında olabilecekmiş gibi yazıyorsun derseniz, Berghain'da partiler cuma gecesi başlayıp pazartesi sabaha uzuyor diyorlar da ondan!

Almanya'da bira çok meşhur elbette. Berlin'de yeşillikler içinde bira içmek için Tiergarten Park'ta çok güzel bir seçenek var: Cafe am Neuen See. East Side Gallery ile Tiergarten baya uzak kaldığı için metroyla Tiergarten'e geçtik, sonra parkın içinde güzel bir yürüyüşle kafeye ulaştık. Etraf cennet. Kafede brezel, pizza gibi atıştırmalık seçenekleri ve çok çeşitli olmayan biralar var, ortam (hele hava da güzelse) şahane. Gölde isterseniz kano da kiralayabiliyorsunuz.

   

Üçüncü akşamı master döneminden dostum ve eşiyle Spree kıyısında yemeğe ayırdık. Hem onlardan Berliner olmanın inceliklerini dinledik, hem özlem giderdik. Almanya'nın sosyal devlet kavramının hakkını verdiğinden, buranın zengin olmaya değil, iyi yaşamaya gelinmesi gereken bir yer olduğundan bahsettiler. Burada vergiler yüksek, gelir vergisi Türkiye'den bile fazla; ancak en azından vergilerin dönüşü de net şekilde görülebiliyor. Sosyal devlet kavramı dibine kadar yaşanıyor.

                 
Berliner Republik'te tam Alman yiyecekleri var. Mesela sosis, en çok sosis

Yemekten sonra Bradenburg Tor tarafına yürüdük. Aslında Berlin'de her yer birbirine yakın, gezerken insan yorulduğu ya da zaman kaybetmek istemediği için metroya veya otobüse atlamaya daha meyilli oluyor ama restorandan Tor'a gitmek gerçekten çok kısa sürünce yakın olduğunu anladık. Bundestag'a yakın bir noktada Reichtumsuhr (servet sayacı) diye bir gösterge var. En üstte Almanya nüfusunun net varlıkları, ikinci sırada kamu bütçesinin borçları ve en altta da halkın en zengin 0,1%'inin varlığı gösteriliyor.




Akşam vakti bize bir de meşhur Mustafa's Gemüse Döner yedirmek istediler. Aslında hiç aç olmadığımız halde, eh hadi paylaşırız diye arabaya doluşup Mustafa'nın sebzeli dönerini yapıp sattığı yere gittik, beklendiği üzere pazartesi gecesi olmasına rağmen upuzun bir kuyruk vardı. Ertesi gün 1 Mayıs tatil ya, o gece de Berlinliler partilermiş, parti giriş çıkışlarının favori yiyeceği de döner tabii. Hal böyle olunca arabayla Kreuzberg'e gidip oradaki ünlü Hasır Döner'de tattık Almanya dönerini. Tadı Türkiye'dekinden biraz daha farklı, içine salata da koyarak servis ediyorlar.

Ertesi gün için birkaç plan vardı, Postdamplatz'a gitmek (uzak), Berlin yakınlarındaki bir toplama kampına gitmek (uzak+Ausschwitz'e gitmeyi daha çok istiyoruz), Underground Berlin turları (2. Dünya Savaşı'nı asıl merak ettiğimiz kısmını gezdirenin günü değil, diğer turlar aşırı ilgimizi çekmedi), Kurfürstendamm tarafı. Otelde kahvaltıdan ve odayı toparladıktan sonra Ku'damm'a yollandık. Metrodan inince azıcık yürüdük ve meşhur Keiser Willhem Gedaechtniskirsche'ye rastladık. Bu kilise 1895 yılında büyük bir törenle açılmış, 1943'te Berlin bombardımanında yaralanmış ve unutulmasın diye restore edilmeden tutulmuş, yanına da ultra modern, çok ilginç bir kilise binası eklenmiş. Eski kilisenin içinde asıl binanın tarihçesi ve fotoğrafları sergileniyor.

                             
Kilisenin mevcut durumu ve eski hali

                             
Yeni kilisenin içi

                              
Eski kilisenin içi


Ünlü lüks çokmarkalı mağaza KaDeWe - Batı'nın alışveriş evi 1907'de kurulmuş

1 Mayıs resmi tatil olunca Kudamm'daki tüm mağazalar kapalıydı. Berlin'deki tüm mağazaların caddelerde olması çok güzel, şehir zaten çok canlı. Ama tüm Avrupa'da, hatta AVM'ler dışında Amerika'da da başgösteren pazar günleri her yerin kapalı olması sorunu burada da dibine kadar mevcut. Turistler de olmasa sanki yerel halk pazarları buhar olup uçmuş gibi, tüm dükkanlar, marketlerin bir kısmı da dahil kapalı...

Bu bölgede yine Türklerin yaşadığı bir işçi bloğundan bahsetmişti Berlin'i bilen arkadaşlardan biri - Pallasseum. 12 katlı, 4800 kişinin yaşadığı bu bina 1977 yılında yapılmış ve çoğunlukla işçi göçüyle Almanya'ya giden Türklerin yaşadığı bir yer. Burada yaşayanların Türk kanallarını izlemek için yerleştirdiği çanak antenler Berlinli bir sanatçıya ilham olmuş ve antenlerin üstleri ailelerin istediği bir görselle süslenmiş. Dikkatli bakınca, takım amblemi yaptıran da olmuş, ailesinin fotoğrafını bastıran da...

   

1 Mayıs için Bradenburg Tor'da festival alanı kurulur demişti arkadaşlarımız, biz de gitmeden oraya uğramak istiyorduk. Bu bölgeyi terk edip metroyla merkeze geçtik. Öncesinde daha önce uğramadığımız Gendarmenmarkt'ı gördük. Konzerthaus Berlin konser salonu, Deutscher Dom ve tam simetriğindeki Fransözischer Dom kiliseleri buranın önemli yapılarından.

   
Alman ve Fransız Katedralleri

"Hadi içine girebiliyorsak bakıverelim" diye Konzerthaus'un merdivenlerini tırmandık, iyi ki de tırmanmışız. Salonu çok ahım şahım olduğundan değil, duvarında asılı duran tarihçesinden... Bina zaten 200 yıllık, birçok operanın dünya prömiyeri burada sahnelenmiş.

                               

Gendarmenmarkt, Berlin'de "gezip gördüğümüz" son yer oldu. Sonrasında yol üstünde denk geldiğimiz Drive - Volkswagen Group Forum'daki showroom'a kısaca göz atıp Bradenburg Tor'daki1 Mayıs festival alanına geçtik. Ortam oldukça iyiydi, bolca bira ve sosis, burger, taco vs satışı vardı. Kurulan sahnede çeşitli gruplar dans edip müzik yapıyorlardı. Afişlerde doğruluk, çeşitlilik ve dayanışma vurguları vardı.

   

Sovyet savaş anıtı


Bu alanda biraz Berliner gibi takıldıktan sonra otele dönüp eşyalarımızı aldık ve kapının önünden geçen havaalanı otobüsüne atlayıp yaklaşık yarım saatte Tegel'e ulaştık. Yolda gördüğüm bir görseli paylaşmak isterim. U5 metro hattının inşaatı (ya da bakımı?) için kapatılan yere çekilen brandada farklı kesimlerin "bağlanma"sına vurgu yapılmış. 



Almanya'ya daha önce kısa süreliğine, iş için gelip yoğunluktan ne Köln'ü ne de Düsseldorf'u adamakıllı görmeden dönmüştüm. Berlin, beni bıraksanız kafamda gri ve sevimsiz bir kentti, sonra ofiste pek tanımadığım insanların "aaa canım Berlin'im geldi, ben her sene giderim"leriyle merakımı cezbetti. Gidince gördük ki burası yaşanacak bir yer. Gidince gördük ki burası yakın tarihte çok önemli bir yer. Burası, muhtemelen Almanya'nın kalanı da böyle ama özellikle burası, farklılıklara kucak açan, geçmişiyle (belki biraz da şova kaçarak) yüzleşen bir yer. İnsanların dilediğince yaşadığı ama hiçbir noktasında korku salmayan, ne insanından ne polisinden tedirgin olunan bir yer. Almanya acı vatan derdi ya eski Türk filmleri, pek öyle görünmüyor. Bülbülü altın kafese koymuşlar yine vatanım demiş geyiğini bir kenara koyarsanız, Avrupa yaşanacak, standartları kıskanılacak yer. Berlin de kozmopolitliği, çok ulusluluğu, renkli sosyal ve kültürel yaşamıyla yaşanacak yerler arasında... Yaşamak imkanı olmasa da, o kadar Berlin'im gelir mi bilmiyorum ama, hayatta en az bir kez gidilip anlamaya çalışılması gereken bir yer. Bir Amsterdam, bir Stockholm gibi "güzel" değil belki ama gururlu, insan seven, değer veren bir yer...

24 Haziran 2018

28 Nisan - 1 Mayıs 2018 seyahati


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)