Kuzeye, daha kuzeye! - Nordic deneyimi

Bundan yaklaşık yedi ay önce bir dostumdan "size bomba bir haberim var" cümlesini duyduğumda, haberin ne kadar büyük çaplı olabileceğini az çok hissetmiştim. İşten istifa edip az parayla dünya turuna çıkan bu kızceğiz İsveç seyahati sırasında tanıştığı bir İsveçliye aşık olmuş ve İsveç'in bir dağında evlenmeye karar vermiş, çok mu? Bizi düğüne çağırmış ve hayatımızda muhtemelen gitmeyi hiç düşünmeyeceğimiz bir ortamda, bir daha göremeyeceğimiz bir düğün törenine tanıklık etme fırsatı sunmuş üstelik - kaçar mı?

14 Nisan 2018'deki düğüne birkaç gün önceden gidip hazır fırsat varken Stockholm'ü de görelim diye düşünerek plan yaptık, 11-15 Nisan 2018, iki gece Stockholm, iki gece Grövelsjön. Bu kez sadece canımla da değil, kardeşim, can dostlarımız ve can dostların 20 aylık oğulları Orhun ile birlikte! Aylardan Nisan olsa da konu İsveç olunca aklımızdaki en büyük soru "ne kadar soğuk olacak? Ne giymek lazım?" idi. Düğün Grövelsjön diye bir yerde, Mart sonu gibi hava durumunu kontrol edince en yüksek 0, en düşük -16 dereceleri görünce benim gözüm iyice korktu tabii. Bir yandan gelin kızımızı darlıyorum, bir yandan kafamda eşya planı yapıyorum derken Nisan ayıyla beraber hava ısınmaya, sıcaklık tahminleri de gündüz 6 gece -1'lere yükselmeye başladı.

11 Nisan sabahı tüm ekip  kalın giysiler, düğün kıyafetleri derken bol eşyalı bir şekilde havaalanında buluşup 7:30 uçağıyla Stockholm'e uçtuk. Havaalanında pasaport kontrolü, hiç uçak yoğunluğu olmamasına rağmen (sanıyorum o anda sadece bizim THY uçağı inmişti) işlemlerin yavaşlığından ötürü neredeyse 30-40 dakika sürdü. Uçakta da dikkatimi çekmişti, yolcular (bu uçuş yolcuların büyük çoğunluğu için bağlantılı bir uçuşun bacağı olmadığı halde) beklemediğim çokulusluydu - bolca Hintli, Afrikalı, Avrupalılar, Türkler... Pasaport kuyruğunda bazı insanların elinde göçmenlik bürosunun çantalarını görünce bu karmaşa biraz açıklandı. Biz de sağ salim ülkeye giriş yaptık ve otele ulaşmak için otobüse bindik. Stockholm Central Station'a yaklaşık 45dkda ulaştık, otobüsün içinde bir ekran var zaten ve hem durakları hem de tahmini varış saatini (elbette fazla hata olmadan) veriyor.kişi başı 119SEK. Otobüsün içinde kredi kartı ile ödenebildiği için havaalanındaki olası kur dezavantajından etkilenmeyelim diye Euro'ları SEK'e çevirmedik.

İsveç'in para birimi, ülke Schengen vize bölgesinde olmasına rağmen, İsveç Kronu ve SEK olarak kısaltıyorlar (günlük hayatta Kr olarak kullanılıyor). 10 Kron kabaca 1 EUR ediyor, dolayısıyla Euro karşılığı için her şeyden bir sıfır silmek gerekiyor - bu açıdan hesap kitap yapmak kolay. 11 Nisan 2018'de 1 EUR maalesef 5 TL  olduğu için TL'ye dönmek ondan da kolay, her gördüğünü böl ikiye gitsin. Oradaki harcamalarımızı genelde kredi kartından çektirdik ve banka işlemlerine bakınca gerçekten neredeyse tam ikiye bölünmüş olarak TL çekildiğini gördük. Gerçek kur nereye gelirdi net bilmiyorum ama en azından beklentimizle tutan meblağları görmek benim için rahatlatıcı oldu.

Otobüsten inince kısa bir yürüyüşle otelimiz Downtown Camper by Scandic'e ulaştık. Otel iç tasarımı ile ünlü, gerçekten de minimal, bazı açılardan çok otel gibi olmayan ama gerçekten iyi ve farklı dekore edilmişti. En üst katta Nest adında bir yetiştin cafe-barı, SPA ve fitness ile terasında sıcak havuz vardı. Nest'te yüksek sesle konuşmak ve 16 yaşından küçüklerin girmesi kibarca yasaklanmış ve şahane bir sohbet/çalışma ortamı sağlanmış.

   
Otelin restoranı (sol) ve Nest'in girişi

   
Stockholm manzaralı Nest - binalar genelde aynı yükseklikte olunca bolca çatı manzarası var


Eşyaları attıktan sonra otelden ayrıldık, acıkmaya da başlayınca bir üst caddede gördüğümüz Taco Bar'da bir şeyler atıştırdık. Daha önceden Stockholm'ün pahalı olduğunu tahmin ediyorduk, Nesrin de "öğle yemekleri için restoranlarda menüler olur, daha uygun fiyatlıdır" demişti; bu Taco Bar zaten genel olarak pek pahalı bir yere benzemediğinden menü yoktu. Bir porsiyon soft taco 109Kr -TL'ye dönersek 55TL- ödedik. Sonrasında Östermalm tarafına doğru yürümeye başladık. Otel resepsiyonunda çalışan birkaç yıl Türkiye'de kalmış, Alanya'da, Bodrum'da rehberlik yapmış ve baya Türkçe anlayan ve konuşabilen Mattias'tan aldığımız bilgi, Östermalm'in şehrin lüks ve pahalı kısmı olduğu ve mağazaların bulunduğu yönündeydi. Biraz yürüdükten ve çok umut vadetmediğine kanaat getirdikten sonra (aslında asıl güzel kısmına varamadan) bir yerden sağa döndük ve bu kez denize doğru ilerlemeye başladık.

Stockholm 14 tane adacığın 50 tane köprüyle birleşmesinden oluşan bir şehir. Şansımıza hava burada olduğumuz tüm günlerde çok güneşli ve beklediğimizden ılıktı (en azından güneş olan yerlerde - güneş batınca ya da gölgelerde rüzgar esmeye başlayınca gerçekten çok soğuyor), bu da gerçekten güzel manzaralar görmemizi sağladı. Şehri oluşturan adacıkların güneyde olanı Gamla Stan, yani eski şehir. Bir güneydeki adaya geçince de Södermalm. Ada değiştirmeyi atla deve bir şey sanmamak lazım, biz şehirde kaldığımız süre boyunca otelin yerinin de yardımıyla bir kez vapura bindik, kalan her yeri yaya gezdik.

Östermalm arayışımızı yarıda kesip yön değiştirdiğimiz yer Kungstradgarden, yani King's Garden - İsveç'in krallarının sıra sıra heykellerinin dizildiği, biraz Las Ramblas-vari bir havayla kafelerin sağlı sollu sıralandığı, konser ve aktivitelerin düzenlendiği, kışın da buz pateni yapılan bir park.

Stockholm'de bir sürü martı var ve hepsi geveze. Ayrıca kralların başını da pek seviyorlar :)

İsveç'in yaklaşık 9 milyonluk nüfusunun 1 milyona yakını burada yaşıyor, ama insan yoğunluğu (özellikle İstanbul'dan sonra) o kadar düşük ki bana cennet gibi geldi. Göçmen oranı oldukça yüksek, Stockholm nüfusunun 1/3'üne yakını İsveçli değilmiş. Bunu oradayken, muhtemelen birkaç kuşaktır orada olanlar da çokça olduğu için, çok fazla hissetmedim ama elektrik mavisi, sarışın İsveçlilerin yanında koyu renk saçlıları görünce insan "İsveççe konuşuyor da bu nasıl İsveçli?" diye geçmiyor değil :) Göçmenlerin çoğunu Finliler, Iraklılar ve İranlılar oluşturuyormuş.

Önümüze çıkan ilk köprüden karşıya geçince Gamla Stan'a, yani eski şehre geçtik. İlk günün pek günahı olmaz, içerilere girmeden kıyı boyunca devam ettik, sonra bir yerden market bulma umuduyla sağa saptık ve çok tatlı küçük bir meydanla karşılaştık.


Gamla Stan'da mola vermeyip Södermalm'e doğru yürüdük ve meşhur Götgatan caddesine ulaştık. Nesi meşhur derseniz, bizim için ismi. Başka alameti farikası var mı, en azından ben bilmiyorum. Burası sağlı sollu mağazaların, kafelerin sıralandığı dar bir cadde. Stocholm'de İskandinav tasarımlarının ününe uygun olarak çok güzel butikler, mağazalar var ama kur o kadar yüksek, İsveç de o kadar pahalı ki kolay kolay alışveriş etmek mümkün değil. Södermalm'in atmosferi biraz daha bohem, daha alternatif mekanlar var. Caddede turlayıp, gelin kızımızın tavsiye ettiği Johan & Nyström adlı kahveciyi bulup oturduk. Hep lokallerin takıldığı küçücük, iki katlı, sakin bir mekan, önce dışarıda oturalım diye yiğitlik ettik ama güneş çekilince titreyip içeri geçtik - sabahın köründe kalkıp deli gibi yürüdüğümüz için oldukça yorgun düşmüştük, içimizden cam kenarındaki divanlarda kestirenler bile oldu.

   
Stockholm'de an geçmiyor ki şahane bir vitrinle karşılaşasınız - sağda da Götgatan caddesi


Yeri gelmişken bir parantez: Stockholm'de yollarda bolca aslan heykeli var. Bunun nereye dayandığını araştırınca aslanların hem ülkenin sembolü olduğunu, hem de 1600'lerin başındaki İsveç kralı Gustav II Adolf'un namının "Lion of the North - Kuzeyin Aslanı" olduğunu öğrendim. Ayrıca, terör saldırılarını önlemek için kentin önemli araç trafiğine kapalı caddelerinden Drottninggatan'a yakın zamanda 4 ton ağırlığında ek aslan heykelleri yerleştirilmiş.

Bir parantez de vitrinde görünen Fika yazısı için. Fika, İsveççede kahve içip yanında tatlı bir şeyler (kurabiye vs) atıştırma eylemine verilen isimmiş. Burası kışın aşırı soğuk ve karanlık memleket olduğu için insanlar sokaklarda bizden çok daha az zaman geçirebiliyorlar, tasarım gücünün biraz da buradan ileri geldiğini düşünüyorum - iç mekanları olabildiğince güzelleştirme çabası.

Son olarak vitrinde önemli ağırlığa sahip bir figür için - at! Bu at konusu aslında benim dikkatimi ikinci gün Gamla Stan'da gezerken çekmişti. Hediyelik eşyacılarda ufacık, el yapımı tahta atlar 200Kr civarında, bilimum diğer hediyelik ıvır zıvırda at figürleri dolu. Bu da İsveç'in sembollerindenmiş. Dalarna bölgesinde eskiden çocuklara oyuncak olarak yapılan bu atlara İsveççe Dalahäst, İngilizce de Dalarna Horse deniyor. Aslında bana ufacık atlara 100TL bile fazla gelmişti ama, bir de orijinal el yapımı olanları varmış (üstünde etiketi oluyormuş), onlar herhalde çok daha pahalıdır.

Herkes yorgunluk basıp hava da soğuyunca yavaş yavaş otele dönmek istedik. Pek aç olmadığımız halde ön araştırma sırasında namına rastladığım Gamla Stan'daki "Medieval Viking Restaurant" Sjatte Tunnan'ı bulduk. Birkaç basamakla aşağı inilerek girilen, içeride doğru düzgün elektrikli aydınlatma sistemi olmayan (aydınlatma mumlarla sağlanıyor), Ortaçağ Viking restoranı konsepti var. İçeri girer girmez Orhun ortamın karanlığından korkup feryadı bastı, sakinleşir mi diye biraz bekledik ama ne çare. Fazla da aç olmadığımız için ortamı kokladıktan sonra biz de ayrıldık. Bu süre içinde menüye göz gezdirme imkanı oldu - fiyatlar tuzlu, ana yemekler 225 - 295Kr, tatlılar 110 - 120Kr civarında. 


Ortaçağ Vikingi dediğin ininde karanlıkta oturur!


Otele dönüş yolunda yine çok güzel manzaralar eşlik etti. Günbatımı, hava da açık olunca, bizi Stockholm'e hayran bıraktı. Bir kentte deniz varsa zaten maça 1-0 önde başlıyor, bir de mimarisi bu kadar güzel ve özenli olunca tadından yenmiyor!




   
Gamla Stan'dan Vasastan'a girerken böyle bir şehir kapısı var, sanırsın bizim Üçkapılar!

Odalara geçip bir süre dinlendik, canım zaten biraz hastaydı, daha da halsizleşip o akşam mümkünse odada bir şeyler yemek istediğini, "bu soğukta tekrar dışarı çıkamayacağını" söyledi. Biz bir gayret (gündüze göre daha kalın olmasına dikkat ederek) giyindik, otelin restoranına inip yukarı götürülebilecek hızlı bir seçenek aradık - hamburger! 215Kr'a hayatımın en pahalı hamburgerini sipariş edip, odaya çıkarma ücreti olarak istedikleri 40Kr'u ödememek için on dakika bekledim. Beş yetişkin bir bebeklik ekibimizin "kalan sağlar"ı üç kişi kendimizi yollara vurup otelin yakınlarındaki London Restaurant'a girdik. Burası tam bir İsveç lokantası, somon, fish&chips, İsveç köftesi Köttbull (kött et demek) gibi yemekler var. Bir İsveç köftesi, bir fish&chips'e 284kr ödedik; somon 185Kr, Heineken 56Kr. Burada hesap geldiğinde adisyonun altında 12%, 25% oranlarını gördük, önce herhalde bahşiş eklediler dedik, ama baktık menüde gördüğümüz tutarla hesap aynı. Sonra anladık ki bu oranlar KDV - yemek için 12%, alkol için 25%! İsveç sosyal devlet elbette, ama vergiler çok yüksek. Gelir vergisinin 40-50% olduğunu okudum. Gerçi önemli olan vergilerin gerçekten yol, su, elektrik olarak halka geri dönmesiyse o konuda herhangi bir problem olmadığından neredeyse eminim. 

Hava kararınca Stockholm sokakları çok sakin. Zaten dükkanlar (hediyelik eşyacılar dahil) 19:00 gibi kapatıyor, müzeler desen 16:00 ya da 17:00'de kapanıyor. Herkes ya evine, ya yemek yiyeceği yere çekiliyor. Gündüzse güneşli günlerde havanın soğuk olmasına aldırmadan herkes dışarıda, bisiklete binenler, koşanlar, bankta oturup gözlerini kapatıp güneş depolayanlar... Burada da Amsterdam gibi ciddi bir bisiklet trafiği var. 

Akşam yorgunluk ve soğuk havanın etkisiyle erken uyuyup sabah erken uyandık. İkinci gün şehri daha iyi bilmenin verdiği rahatlık ve adanmışlıkla kahvaltının ardından (otelin kahvaltısı dillere destandı bu arada) yola çıktık. Günün hedefi müze gezmek! İlk durağımızı Royal Palace olarak belirleyip Gamla Stan'a doğru yürümeye başladık. Yolda Stockholm'ün Town Hall'unu gördük, buranın tepesine çıkıp şehir manzarasını görmek mümkün, ancak sadece Mayıs ve sonrasındaki yaz aylarında.

Town Hall

Yürürken House of Nobility (Soylular Sarayı?) olduğunu öğrendiğimiz görkemli bir binanın önünden geçtik. Binanın önünde bir yerel rehber bir gruba İngilizce anlatım yapıyordu, biz de bir süre rehberi dinledik. Stockolm'de bu şekilde ücretsiz İngilizce turlar oluyormuş meğer. Bu arada, İsveçlilerin İngilizceleri genel olarak çok düzgün ve akıcı. Bunun sebeplerini birçok kişi merak etmiş olacak ki, Türkiye'ye döndüğümde kaderin bir cilvesi olarak Quora'dan "İsveçlilerin İngilizcesi neden bu kadar iyi?" konulu bir soru-cevap silsilesine ait bir mail aldım. Ana savları, 2. Dünya Savaşı'na kadar Avrupa'daki Almanca hakimiyetinin savaş sonrasında yerini İngilizce'ye bırakması ve İsveççe'nin İngilizce'ye yapısal ve kelimeler açısından benzerliğinin insanların İngilizce konuşmasına olumlu katkı yapması. Bu arada, İsveççe bence İngilizce'den çok Almanca'ya benziyor (tıpkı Felemenkçe gibi).


                               

Grubun cazibesine kapılıp onlarla birlikte yürümeye devam ettik. İkinci durak Stockholm'ün en eski kilisesi Gamla Stan'daki St.Nicholas Kilisesi (Sankt Nikolai Kyrka) oldu. 1279 yılında yapılmış kilisenin içinde güzel, tarihi heykeller var. Kraliyet ailesinin düğünleri de bu kilisede yapılmış. Giriş aslında ücretli ama kapıdaki görevli "çok hızlı girip bakabilirsiniz" diye bize izin verdi sağ olsun :) 

                                 

Biz kilisenin içine girince haliyle rehberli grubu kaybettik, isabet de oldu, Royal Palace'a yollandık. Royal Palace'a giriş bileti 160SEK (Kr) yani 2018 Nisan'ın kuruyla 80TL. Neyse ki bilet ertesi gün de geçerli ve Royal Apartments, Treasury ve Kronor Museum'a giriş sağlıyor. Bu müze herkesin ilgisini çekmeyince kardeşimle ikimiz girdik, Şölen ve Tuba Orhun'la dışarıda, güneşlenerek bizi bekledi. O gün Royal Apartments bir etkinlik dolayısıyla ziyarete kapalı olduğu için sadece hazine kısmını gezebildik. Burada eski kralların kullandığı değerli taşlarla bezeli taçlar, hala kraliyet ailesinin kullandığı çok eski bir vaftiz küveti gibi eşyalar sergileniyor. Tam gezmeyi tamamladık, müzede görevli bir adamın İngilizce bilgi verdiğini duyup ona takıldık. İsveç'in 1907 yılında ölen kralından sonra taç takma töreni ve geleneğinin sonlandığını, Avrupa'da hala krallıkla yönetilen ülkeler arasında sadece İngiltere'de hala taç giyildiğini, vaftiz küvetinin en son 2016 yılında şimdiki kralın torunu için kullanıldığını, eski sarayın 1629 yılında yandıktan sonra yenisinin bambaşka bir mimariyle 1700 yılında tamamlandığını, modern İsveç'in ilk kralı Gustave Vasa olduğunu (daha önce tüm kuzey ülkeler -İzlanda, Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya, Grönland- birleşikmiş) bu mini turda öğrendik. 


                                     
Royal Palace ve St.Nicholas Kilisesi

Gamla Stan'ın derinliklerine dalınca kendimizi şahane bir meydanda bulduk. İşte o magnetteki binalar!
   

Bu meydanda Nobel müzesi de varmış meğer. Müzenin içine girmedik, hem vaktimiz dardı hem de kişibaşı 120Kr'luk ücret pahalı geldi. Yeri gelmişken, Stockholm'ün ana haber bülteni akışından da söz etmek isterim. İlk haber "vallahi bir şeyler oluyor ama tam da bilemiyoruz nedir" tadındaki Suriye haberi. İkincisi, "Akademi'de cinsel taciz skandalı" adıyla işlenen Nobel Akademisi haberi. Sonrası tamamen hava durumu, kitaplarla ilgili bazı haberler vs devam ediyor. Yani ülke gündemsiz, kafaları rahat. Bu arada, bu tacizle ilgili olarak 2018 yılında Nobel edebiyat ödülü vermemeye karar verilmiş.


                                        
Nobel Müzesi


Ekibin eksiği Ozan'la buluşup Vasa Müzesi'ne gitmek üzere Gamla Stan'dan vapura bindik. Vapurlar yaklaşık 15-20dk'da bir kalkıyor ve 20dk içinde Vasa Müzesi'nin olduğu adaya ulaşıyor, sonrasında 5 dakika yürümek gerekiyor. Kişi başı ücret 44Kr. Vasa'nın girişi ise tam 130, öğrenci 110Kr. Vasa müzesinde 1628 yılında denize indikten 20 dakika sonra Stockholm limanı yakınında batan ve 333 yıl sonra 1961'de denizden çıkarılıp yeniden onarılıp birleştirilen Vasa gemisi sergileniyor. Müzenin içinde belli saatlerde yaklaşık yarım saatlik ücretsiz İngilizce tur düzenleniyor. Ayrıca 15-20 dakikalık bir de film var, zaman varsa onu izlemekte de fayda var. Burası aslında dört katlı kocaman bir müze, çok detay görmek isteyenleri doyuracak kadar içerik mevcut.

Vasa batarken içinde bulunan yaklaşık 300 kişinin 270'i bir şekilde sağ kurtulmayı başarmış. Şu anda sergilenen geminin %98'i orjinalmiş, denizin tuzsuz olması aradan geçen uzun yıllar içinde tahtaların sağlam kalmasını sağlamış. Sonrasında da gemiyi tekrar boyamak, görece kötü kısımlarını yenileriyle değiştirmek gibi şeyler yapmadan, sadece koruyucu sürerek olabildiğince doğal şekilde birleştirmişler. Geminin gerçek renklerini görmek isteyen önündeki maketini inceleyebiliyor.
                  

Vasa'nın üstünde 700'den fazla heykel ve kabartma bulunuyor. En büyüğü altın boyalı aslan heykeli, aslan malum, kralın sembolü (Lion of the North). Vasa ile benzer zamanda yapılan kardeş gemisi North'un eni Vasa'dan 1m daha genişmiş ve 30 sene kullanılmış. Vasa ise hesap hatası kurbanı olup denize indirildikten 20 dakika içinde batmış.

Vasa Müzesi'nin tam karşısında muhteşem bir bina var - Nordic Museum. Burası da kocaman bir müze ancak zamanımız kısıtlı olduğu için içeri giremedik.

              
Nordic Museum (Nordiska Museet)


Vasa müzesi meşhur Djurgarden bölgesine çok yakın. Burada İsveç'in kırsal hayatını anlatan Skansen açıkhava müzesi bulunuyor. Niyetimiz Skansen'i gezmekti ancak her yer gibi burası da saat 17-17:30'dan önce kapanıyormuş, içine giremedik. Biz de bu bölgeyi gezdik, zaten her yer ağaçlık ve çok sakin, dinlendirici bir yürüyüş oldu. Buralara henüz bahar gelmemişti tabii, o yüzden mayıs ayı ve sonrasında etraf daha yeşil olur, ama neyse ki tatil boyunca pırıl pırıl güneş tepemizden hiç ayrılmadı.

Östermalm'e geçerken köprüden donmuş deniz manzarası

Djurgarden'dan Östermalm'e geçip deniz boyunca yürüdük ve tiyatro binasının oradaki caddeden içeri girdik. İşte gerçek Östermalm buralarmış, bir anda her taraf Prada, Louis Vuitton doldu! Cadde boyunca şahane binalar arasından yürüdük, sonra da akşam yemeği için tavsiye edilen Nordic restoran Konstnärsbaren'a gittik. İçerisi masaların üstüne beyaz örtüleri görünce "burayı gerçekten uygun fiyatlı diye mi söylemişlerdi?" diye düşündürüyor ama fiyatlar Stockholm standartlarından farklı değil. İsveç köftesi ve somon ağırlığıyla yemek faslını kapattık. 

   
Tiyatro binası ve ilerisindeki meydan
          
                                  
İki boyutlu duran ama çevresinde yürüdükçe üçüncü boyutu da alan heykel

                    
İsveç köftesi (tarihi zamanında Türklerden almışlar) ve somon - şahane hardallı patatesler ile

Yemekten sonra güneş baya çekilmiş, hava soğumuş, sokaklar da bir hayli boşalmıştı. Orhuncumlar otele döndü, biz Kungstradgarden'den yürüyüp deniz kıyısındaki banklarda bir süre daha oturup şehir manzarasının tadını çıkardık.

                                                         

Otele döndüğümüzde saat neredeyse 21:30 olmuştu. Niyetimiz Nest'te bir şeyler içmekti ama adamlar içeride oturanlar olduğu halde "22:00'de kapatıyoruz, birazdan onları da dışarı alacağız" diyerek bizi içeri almadılar. Biz de otelin barında bir şeyler içip geceyi kapattık. Otelin iç tasarımı gerçekten güzel demiştim ya, birkaç fotoğrafla belgeleyeyim:

   

Ertesi gün artık daha kuzeye, düğüne geçme zamanıydı. Odaları boşaltmadan önce otelin terasından ihtişamlı kulesini görünce merak ettiğimiz Santa Clara Kyrka'yı gezdik. Sonra Ozan ve Şölen'i arabayı (araba derken, yedi kişilik koca minibüs) havaalanından teslim almaya gönderip önceki günden giriş hakkımız olan Royal House'a gittik, bu sefer Royal Apartments açıktı. Burası bizim Dolmabahçe Sarayı gibi hala önemli davetlere ev sahipliği yapıyor. Çıkışta tam Cuma öğle vaktiydi ve askerlerin nöbet değişim törenine denk geldik ama, beklediğimizden daha sönük bir törenmiş - bilsek beklemeden ayrılırdık. 

                    
Nöbet değişim töreni ve hala yemek davetlerinin verildiği salon

                             
Santa Clara Kilisesi

Grövelsjön'e doğru yola çıktığımızda saat neredeyse 15:00 olmuştu. Mora'ya vardığımızda saat 19:00 civarıydı. Burası beklediğimden çok daha küçük ve sakin bir yer çıktı. Arabayı Zornmuseet'in yanına bırakıp yemek yiyecek bir yer bakmak için yürümeye başladık - İsveç klasiği, her yer kapanmıştı. Biraz daha ilerleyince açık bir pizzacı gördük, içerisi de oldukça kalabalıktı. İçeri girince sahiplerinin Türk olduğunu fark ettik. Menüde de Side, Fethiye gibi pizza adları vardı. İki büyük pizza söyledik, sağ olsunlar içecekleri de ikram ettiler, tıka basa doyduk. Sahipleri aslen Mardinliymiş, gelip buraya yerleşmişler. Adamlar akıllı, açığı görüp geç saatte kapanan restoran açmışlar, bu saatte tüm parsayı onlar topluyordu :)


        Orhuncum'un deyişiyle "obüs"ümüz

                                       
Dönerli pizza - Türkiye'de bulamazsın :)

       
                                             
Mora

Mora'da o saatte açık olan bir de market vardı neyse ki, su ve birkaç bisküvi aldık. Küçük su 19Kr civarında, Mora birası Winter Alt'ın şişesi 13,9Kr bu arada, hani İsveç ne kadar pahalı diyenlere ışık tutsun :) Yolun kalan kısmında şoför dışında herkes kısa süreli de olsa uyudu, geceyarısı Grövelsjön'a geldiğimizde her taraf karlarla kaplıydı. Kalacağımız STF Grövelsjön Fjallstation'a ulaşınca arabayı park edecek yeri bulamadık, araç da kocaman olunca binanın girişini göremeden rampalardan inip risk almak da istemedik. Şölen ve ben inip ortalığı keşfetmeye çalışırken gecenin karanlığında bir çiftle karşılaştık. Neyse ki onlar yardımcı olup bize otelin girişini ve park edebileceğimiz yeri tarif ettiler. Arabadan otele eşyaları taşımak biraz zahmetli oldu. Gecenin yarısı olduğu için otelin resepsiyonunda görevli de yoktu, odaların anahtarlarını resepsiyona bırakmışlar, alıp odalara geçtik. Burası İsveç Turizm Birliği'ne ait bir işletme. Odalar çok enteresandı, bir ranza, bir de Stockholm'deki otelde de olduğu gibi bir tek kişilik yatak ve onun üstünde duran katlanabilir bir yatak daha. Bizim odalarımız tuvaleti banyosu odada olan türdendi, bir de daha hostel mantığında ortak tuvalet banyolular vardı. Bizimki daha "otel" gibi olan sınıftan olduğu için çarşaf ve havlu da vardı, temiz çarşaf ve nevresimleri yatakların üstüne bırakmışlar; gelince yatakları kendimiz yaptık. Odalara ayakkabıyla girilmiyor, kapıda çıkarmak gerekiyor. Otel tamamen kayakçılara çalışıyor aslında, zaten Mora bölgesi 90km'lik kayak pistiyle meşhurmuş, ve fiyatı Stockholm'deki otelin de üstündeydi - üç kişilik oda için iki gece oda-kahvaltıya 4230SEK ödedik.

Sabah kahvaltıda Nesrin ve Johan'la görüştük. Biz cuma geceyarısı geldiğimiz için cuma günkü herkesle ilk görüşme heyecanı seramonisini kaçırmışız, olsun varsın! Günün aktiviteleri için isim yazdırmanız lazım dedi Nesrin, ren geyiği çiftliğini görme ve 3 saatlik kar yürüyüşü varmış. Biz ren geyiğinin ilk seferine yazıldık. Nesrin'in ricasıyla nikah töreninde bir şarkı söyleyecektim, dedi ki Johan'ın babası Anders sana gitar çalar, tamam dedim o zaman kısa da olsa prova alalım abiyle; onunla da gezi dönüşüne sözleştik. Hava yine çok güneşli, pırıl pırıldı; biz yine de her taraf diz boyu kar olduğu için oldukça kalın giyinip bizi çiftliğe götürecek araçları beklemeye çıktık. Nesrin'in abisinin kullandığı bir minibüsle yakın bir köye ulaştık. Burada bizi gezdirecek kadın ekip toplanınca kısa bir bilgilendirme yaptı. Kuzeyin yerli, ilk halkına Sami deniyormuş, halen İsveç'in daha kuzey kesimlerinde yaşıyorlar, ve ren geyiği yetiştiriciliği yapıyorlar. Bizi gezdirecek aile de Sami'ymiş, ve 2700 geyikleri varmış. Geyikler sahipli olmalarına karşın ormanda ailenin belirlediği geniş bir arazide serbestçe yaşıyorlar. Bir süre önce annesi bir kurda yem olmuş bebek bir geyik bulduklarını, o geyiği eve alıp altı ay boyunca biberonla beslediklerini, sonra geyiklerin yanına götürünce yavru geyiğin diğer geyiklerden korktuğunu anlattılar. Ren geyiklerinin dişleri büyük değilmiş, insanlara genel olarak alışık oldukları için ısırmazlar, tekme atmazlar dediler, sadece geyiklerin yanına gidince fazla gürültü yapmamamızı, hayvanları korkutmamamızı tembihlediler. Kısa bilgilendirmenin ardından 5-10 dakika yürüyerek geyiklerin bulunduğu araziye ulaştık. Gerçekten de 10-15 tanesi oralarda dolanıyordu. Boynuzu olmayanlar buzağıya benziyor, boynuzlar uzamışsa gerçekten çizgi filmlerdeki geyikler gibiler! Çiftliğin sahibi kadın soğuk ve temiz havada ağaçlarda yetişen ve geyikler için çok besleyici olan ve sanırım ren geyiği likeni diye adlandırılan kuru yosuna benzer bir otla besleniyorlarmış. Boynuzlarını bu otları karın altından çıkarmak için de kullanırlarmış. Çiftlik sahipleri ren geyiğinin etinden, boynuzundan, derisinden faydalanarak hayatını idame ettiriyor, bir de bizi gezdirdikleri gibi turlar düzenleyip küçük bir dükkanda ren geyiği ürünleri ile ufak tefek hediyelikler satıyorlar. Bu köyde yaşamak da kolay değil, konuşurken en yakın okul ve hastane için oldukça uzun yol kat etmeleri gerektiğinden bahsetti. Ancak onlar buradaki hayatlarından oldukça memnunlar, kışların çok soğuk ve çok kısa gün ışıklı geçmesini bile sevdiğini anlattı. İsveç'te kışın güneşin sabah 10:30 - 11:00 gibi doğup 14:00 gibi battığı bir dönem var; ve kuzey kesimlerde -52 derecenin görülmüşlüğü varmış. Hatta Stockholm'deki oteldeki Mattias "ben kuzeyliyim, hava -18 olmadıkça okula gidip gelirdik ve dışarıda olurduk" demişti. Adam Türkiye'ye, hele de Alanya'ya ve Urfa'ya yazın gelince erimiş bitmiş tabii :)

   
Bize rehberlik eden çift ve köylerinden bir ev


   
Ren geyikleri


Otele dönünce ben Johan'ın babasıyla bir yarım saat prova yaptım, en sonunda "eh, olduğu kadar" diyerek ayrıldık. Sonra Mora'dan aldığımız biralar ve kahvaltıda hazırladığımız atıştırmalıklarla otelin bahçesindeki banklara oturup biraz dinlendik; sonrasında da civarda karda yürüyüş yaptık. Otelin kahvaltısında öğle yemeği için sandviç, köfte, börek, kuru meyve, kek (kaçak göçek değil, baya ayan beyan) paketlenebiliyor; zaten bu amaçla oluşturulmuş küçük bir tezgah var. Kayağa gidenler yanına kese kağıdına doldurup küçük bir çıkın yapabiliyorlar.


                                             
Şu arka fondaki dağlar var ya, Norveç sınırı!

Yürüyüş sonrası odada hızlıca hazırlanıp nikahın töreninin yapılacağı, öğleyin oturduğumuz terasımsı yerin altında kalan alana indik. Tören hava açık olduğu için dışarıdaydı ve herkesi bot giymesi konusunda uyarmışlardı. Küçük bir sahne, pek düzgün çalışmayan ses sistemi, olanca doğallığıyla Nesrin & Johan, küçük ama candan bir katılımcı grubu... Bizimkiler aslında yılın başında yine burada, bu tesiste nikahlanmışlar, tesis müdiresinin nikah kıyma yetkisi varmış. Şimdi de yine aynı kadın temsili bir nikah konuşması, yüzük değişimi falan yaptıracaktı. Öncesinde Johan'ın kuzeni, babasının gitarı eşliğinde bir şarkı söyledi, sonra ben şarkı söyledim (ve gitar provasının boşa olduğu, bir işe yaramadığı anlaşıldı :) ), sonra nikah konuşması yapıldı ve kuzen tekrar bir şarkı söyledi. Sonrasında da fotoğraf faslı. Bu tören kısmını Nesrin'in kuzeni Türkçe ve İngilizce sundu, sonrasında Nesrin'in bir Türk kız arkadaşı ve Johan'ın bir erkek kuzeni (gecenin devamında da olduğu gibi) sunumu devraldılar ve sonraki programı açıkladılar: gelinin şerefine şampanya kadehi kaldırma, odalara gidip ayakkabı değiştirmek ve kabanları bırakmak için kısa bir mola, ve saat 18:30'da herkes yemek salonuna! 


                                   
Tören böyle bir ambiyansta gerçekleşti

Yemek için otelin yemek salonu düzenlenmişti. Düğün yemeği 22:30'a kadar sürdü. Bizi ilk şaşırtan oturma düzeniydi, örneğin bizi (iki çift, bir kardeş) üçe bölüp çiftleri aynı masaya ancak birbirlerine 2 kişi çapraz mesafede oturtmuşlar. Bu İsveç düğünlerinde adetmiş, konuklar karışık oturtulurmuş ki insanlar birbiriyle konuşsun, tanışsın, kaynaşsın. Aslında fena fikir değil. Yemek için önce çorba, sonra ren geyiği eti, alışık olduğumuzdan farklı, normal balık gibi görünen bir tür somon vardı - tatlı olarak da Johan'ın annesinin hazırladığı çikolatalı parfe ile Türkiye'den gelen lokumlar. Yemeklerin tümü (ren geyiği eti dışında) açık büfe servis edildi, sadece yemek alma sırasında yoğunluk olmaması için oturma düzenine göre masalar sırayla yemek almaya kalktı. Yemeğin dört saat sürmesinin sebebi elbette tüm bunlar değil, İsveç'in düğün konuşması adeti. Bu dört saat boyunca anne, baba ve kardeşler başta olmak üzere kuzenler, arkadaşlar derken sanıyorum toplam 15 civarında konuşma yapıldı. Tüm konuşmaların iki dilde (İngilizce-Türkçe ya da İsveççe - Türkçe) yapıldığını düşünürsek dört saat gayet normal. Başta çok değişik ve duygusal bir ortam vardı (konuşmaların bir kısmında benim bile gözlerim doldu) ama ne yalan söyleyeyim, sonlara doğru gelip de konuşmacılar da görece uzak akraba/arkadaş seviyesine düştükçe ben biraz sıkıldım :) Nesrin Johan'ın bir akrabasının düğününde yaklaşık 20 kişinin, ve sadece İsveççe konuştuğunu ve hiçbir şey anlamadığı için ne kadar sıkıldığını anlatınca bizimkinde ne var gerçi, değil mi? 


                                     
Johan'ın annesi konuşuyor, Nesrin'in ablası Türkçe'ye çeviriyor

Düğün töreninden sonra alt salonda dansa geçildi. Nesrin'in uzun zamandır üstünde çalıştığı playlist'le gençler coşmaya başladı, önce Güzeller İçinden'le halayla başladı eğlence, sonra bir İngilizce bir İsveççe pop'la devam etti. Ertesi gün uçağımız Stockholm'den 18:15'te kalkacaktı, yaklaşık 6 saat yol, Mora'da yemek için (tabii ki Türk pizzacıda - gerçi pazar günü başka yer açık olur mu ki?) bir saat mola derken, sabah mümkün olduğunca erken yola çıkmamız gerekiyordu. O gece duş almak da istiyorduk bir yandan... Geceyarısı civarında Nesrin ve Johan'a veda edip odalara çekildik.

Kahvaltının ardından toparlanıp Orhun'un deyimiyle "obüs"ümüze doluştuk, Ozan'ın uzun yol şoförlüğü yeniden başladı. Grövelsjön'e gelirken uyuduğumuz ve karanlık olduğu için göremediğimiz Mora-Grovelsjön arası yol, pırıl pırıl güneş altında o kadar güzeldi ki! Yol boyunca kırmızı - yeşil evler, bol bol kar, donmuş ya da yeni çözülen nehirler, bolca ağaç eşliğinde ilerledik. Yol boyunca çok sayıda karavan da gördük, herhalde oteller çok pahalı diye millet kayağa karavanıyla geliyor... Mora'ya vardığımızda aracı bu defa başka bir yere park ettik, pizzamızı yiyip gelene kadar park cezası kesmişler bile! Otoparkta görevli yoktu, oradaki kahveciye girip tabii ki Allah'ın Mora'sındaki lokal kahvecide bile şahane İngilizce konuşan Barbie'den bozma baristadan bu ceza kesen ekiplerin arabalı olduğunu öğrendik. Beklesek uçak kaçacak, beklemesek ceza bize patlayacak... derken tabii ki "parası neyse veririz" deyip yola çıktık. Navigasyon başta Arlanda'ya 17:00'de varırsın diyordu, uluslararası uçuş için bir saat önce varmak biraz riskli, bizim uzun yol şoförü allem edip kallem edip bizi Arlanda'ya 16:15 gibi sokmayı başardı. Araçta çok iyi çalışan bir navigasyon cihazı vardı ve hayat kurtardı, ayrıca yoldaki hız kameraları için uyarı sistemi bile vardı! Biz gerçi araçla ilk yola çıktığımızda "nerden geliyor bu garip sinyal sesi yea" diye uzunca bir süre bu uyarıların farkına varmadan yol almışız, sonra kameralarla ilişkilendirince "inşallah ceza yememişizdir" diye kaygılandık gerçi :) Neyse ki ceza yememişiz, ceza kestiği zaman bir flaş yanıyormuş, beyaz ışığı gördüysen yandın yani.

   
Viraj işareti bile bayraklarının renginde. Bir dakika, bizimki de mi öyle yoksa? :P
                                         

                                       

Arlanda'ya varınca "havaalanına yakın bir benzin istasyonu" arayıp depoyu doldurduk. Benzinin litresi 15Kr, yani o günün kuruyla 7,5TL idi, arabanın da deposu tank gibiymiş, kredi kartı ekstresine göre 585 TL'ye (neredeyse bir tam depo) depoyu doldurduk. Arlanda havaalanında farklı terminaller varmış, kiralık arabaların alınıp teslim edildiği terminal de bizim uçağın kalktığından farklıymış. Ozan ve Şölen bizi ve tüm eşyaları gidiş terminaline bıraktı, biz check-in işlemlerini hallederken onlar da arabayı teslim edip terminaller arası çalışan servis aracıyla yanımıza geldiler. Onlar gelene kadar biz de kontuardaki göçmen kadınlarla sohbet ettik, Türk olduğumuzu anlayınca "Türk dizileri izliyoruz, Paramparça çok güzel" muhabbetine başladılar. Meğer kadınların biri Arapça biliyormuş ve internetten Türk dizilerini takip ediyormuş, ama İsveç'te bile televizyonda gösterilen Türk dizileri varmış. Park cezasını yüksekçe bir komisyonla havaalanındaki küçük banka şubesine ödedik (gerçi şimdi Google ettim de, İsveç'e tatile gelen 10 turistin 9'u trafik cezasını ödemiyormuş) ve uçağa binmek üzere kapıya gittik. Uçağa binmeden buraya ait Marabou markalı çikolata aldık, bir de buralara özgü iki şişe içki. Biri Linie marka bir aquavit (100cl, kampanyayla 199Kr), kuzeye özgü, patatesin damıtılmasıyla elde edilen kuzeyin geleneksel içkisi, alkol oranı 41,5%. Buraya ekşisözlük'ten bir alıntı yapacağım, 2kiss2bomb yazmış zamanında, beni de aydınlattı: "aquavit, patatesten damıtılan alkolle yapılıyor. içine tat ve renk versin diye, bir takım otlar ve baharatlar konuluyor. en baskın baharat ise bir çeşit kimyon. alkol derecesi 42 ile 45 arasında değişiyor. aquavit’in piyasaya sürülmeden önce ekvatoru iki kere geçmesi gerekiyor. ‘hayat suyu’ anlamına gelen aquavit, bir dizi rastlantıyla oluşmuş bir içki. öyküsü şöyle: 1850 yılında norveçli bir içki üreticisi, damıttığı aquavit’i avustralya’ya götürmeye karar verir. yanında çalışanlar içkiyi yanlışlıkla, içinde daha önce sherry -alkolle kuvvetlendirilmiş özel kırmızı şarap- saklanmış fıçılara doldururlar. fıçılar gymer adlı gemiye yüklenir. sallantılı ve uzun bir yolculuktan sonra gemi avustralya’ya varır. ama içkilerin sahibi karaya ayak basmadan ölür. kaptan fıçıları ne yapacağını şaşırır. tekrar gerisin geriye norveç’e götürüp, içki tüccarının yakınlarına teslim eder. fıçıların tıpası açıldığında ortaya çıkan içki herkesi şaşırtır. aquavit, uzun yolculuk sırasında sallana sallana fıçıya sinmiş olan sherryi içine çekmiş ve olgunlaşmıştır. bu bambaşka bir içkidir artık. o gün bugündür aquavitler aynı yolu izleyip, sherry fıçılarında ekvatoru iki kere geçerler. bugün bu yolculuğu wilhelm wilhemsen şirketi düzenlemektedir. şişelerin arka yüzündeki etikette, içkinin ekvatoru geçiş tarihleri ve yolculuk ettiği geminin adı yazılır." Şimdi kontrol ettim, bizimkinin de arkasından bakınca ön etiketin arkasında Lysholm (üretici firma) warrants that this Aquavit has been carried on board with Wihelmhen's M/V TYSLA around the world crossing the Linie (Equador) twice: 18.04.2017 - 12.08.2017 yazıyor. Diğeri ise Minttu (50 cl, 119Kr), Finlandiya'nın 50% alkollü nane likörü. İki içkiyi de henüz denemedik ama Aquavit'in baharatlı viski-votka arası tadı olduğu, Minttu'nun ise şekerli, naneli, ferah ama çok tehlikeli bir shot içkisi olduğunu okudum - kakaolu sütle de çok iyi gidiyormuş :)

İsveç'i özetle deseniz, huzur, kafa rahatlığı ve sakinlik derim. Kafa rahatlığını öyle beylik "kuzey medeniyeti" sözüne sığınarak değil, delillerle söylüyorum: Düğünde çok genç evlenip çocuk sahibi olan İsveçli çiftler vardı. Şehirde de aynı şekilde. Bu insanlar bizde olduğu gibi okumadıklarından falan değil, hayat kaygıları olmadığı için erken evlenip çocuk sahibi olabiliyorlar. Bizde aman üniversite bitsin, askerlik geçsin, bir iş buldun mu, geçinecek parayı kazanabildin mi, eline para geçti azıcık da gezeyim derken özellikle eğitimli kesimde "hayatımı garantiye alayım" kaygısıyla evlenip çoluk çocuğa karışma yaşı öteleniyor. Sonra da çocuğun geleceği hakkında görece az kaygı duyup da gözü kesenler çocuk yapıyor, diğerleri geleceğe dair acaba'larından kurtulmayı bekliyor. Bir kere burada, en azından düğünde tanıştığımız birkaç örnek üstünden, okurken dünyayı gezmek yaygın. Çünkü neden, ne okuduğun, okulu nasıl tamamladığın bizdekinden daha az önemli. Neden, çünkü paraları değerli. Neden, çünkü geziden dönünce iş bulabilir miyim, aman okulla işin arası açılmasın kaygısı yok. Çocuk için de eğitim, sağlık, iş bulma, güvenlik sorunları minimumda. Mesela düğünde karşımda oturan çocuk kütüphanecilik okumuş, Yunan tarihine acayip meraklı, şimdi de postacı olarak çalışmaya başlayacakmış. Bütün bunları üst üste koyunca varsın kışlar aşırı soğuk geçsin, gün ışığı az görülsün, vergiler yüksek olsun - en azından insanca yaşıyorlar, dünyanın kuzey ucunda karışanları görüşenleri yok, haber bültenlerinde en büyük gündemleri hava durumu... Mattias "Stockholm çok karışık, metroya giderken herkes hızlı yürüyor" diye anlattı Stockholm'ün keşmekeşliğini, ah dedim, sen bir de İstanbul'da yaşasan... Pahalılık konusuna hiç girmeyelim, adamların parası Euro karşısında neredeyse sabit değere sahip, 2014 yılında 1 Euro 8,7 Kron kadarken 2018'de 10 Kron civarında. TL kazanan Türkler için, aslında mevcut durumda USD ve Euro bölgeleri zaten kurdan ötürü aşırı pahalı. İsveç'in farkı (iki hafta sonra Berlin'e de gitme şansım olduğu için kıyaslayabiliyorum) yeme-içme konusunda diğer Avrupa kentlerinden %15-20 daha pahalı olması. Stockholm'de ortalama yemek minimum 18 Euro, 25 Euro'ya kadar çıkabiliyor (lüks restoranlardan bahsetmiyorum); Berlin'de 15-18 Euro'ya rahatça doymak mümkün. Bir de benzin Avrupa'dan biraz daha pahalı, bu sıralar Türkiye'de benzin 6TL'ye koşuyor, Berlin'de de 1,3EUR civarındaydı; İsveç'te yaklaşık 1,5EUR - bu da ulaşımın Berlin'den daha pahalı yapıyor. Vitrinlerden kabaca kontrol ettiğim kadarıyla giyim anlamında inanılmaz bir pahalılık yok, özellikle lokal markalar Türkiye'deki zincir markalarla benzer fiyatlarlardaydı. 

Bir de kışın görmek lazım ama, Nisan ortasındaki pırıl pırıl, gezerken yüzlerimizi yakıp içimizi ısıtan güneşinle, sakinliğin ve şahane mimarinle çok güzeldin be İsveç!


                                               
    Hayvanlara ve çocuklara dikkat edin!

13 Mayıs 2018

11 - 15 Nisan 2018 seyahati

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)