Antiochia: Nazik ve kadim kent

Son yıllarda "gastronomi turizmi" moda oldu ya, millet haftasonu için, hatta bazen günübirlik Antep'e, Adana'ya, Hatay'a, Kayseri'ye gider oldu. Benim Hatay'a ilk ziyaretim aslında 1999'da, kuzenimin o dönemde görev yaptığı İskenderun'a olmuştu, henüz ortaokul çağındaydım ve o ziyaretten aklımda akşam İskenderun'un geniş sahilinde (kordon gibi bir yer), çimenlerde oturan insanlar, Petek Pastanesi'ndeki leziz künefe ve İskenderun'dan Söke'ye dönüş yolunda, 17 Ağustos 1999 sabahının köründe gözümüzü açınca otobüsün radyosunda dönüp duran deprem haberleri kaldı. Üstünden 18 yıl geçtikten sonra, bu defa Antakya'ya yollandık. Gitmeden çok fazla araştırmadım, yalan yok, sadece oralı bir arkadaştan gidilebilecek yerlerin bir listesini aldım, o kadar. Gerisi biraz kaderle şekillendi zaten.

2 Aralık 2017 sabah 09:15 uçağı için havalimanına gittiğimizde bizden önceki 05:50 uçağının da 3,5 saat gecikmeyle, bizimle ardışık sırada kalkacağını gördük, "iyi ki daha erken diye o uçağa bilet almamışız" diye sevinerek uçağa geçtik. Amik Ovası'nın geniş tarlalarının arasına yapılmış Hatay Havaalanı'na indiğimizde hava parçalı bulutlu, ama güney sıcaklığından bir nebze uzak karşıladı bizi. Havaş'a atlayıp merkeze doğru yola çıktık, yaklaşık 45-50 dakika içinde köprübaşı denen bölgeye vardık. Antakya şehir merkezi Asi Nehri'nin iki yakasında kurulmuş; nehre paralel uzanan Amanos Dağları ile Asi'nin arasında kalan yerde ise eski Antakya bulunuyor. Kalacağımız Savon Otel, Antakya'nın en eski caddesi Kurtuluş üstündeydi, Köprübaşı'ndan otele yürürken Kurtuluş'a çıkınca gerçekten film 30-40 yıl önceye sarılmış gibi oldu: tarihi binaların altında irili ufaklı dükkanlar, bol bol berber, terzi, künefeci, fırın, bakkal, cam atölyesi... Hepsinde zaman durmuş gibi, şatafat yok, her şey emek-yoğun ve olduğu gibi. Kurtuluş, eski adıyla Herod, dünyanın aydınlatılmış (o zamanlar zeytinyağı çıralarıyla tabii) ilk caddesiymiş. Roma ve Bizanslı zenginler, akşamları eğlenmek için buraya gelirmiş. Şimdi küçük esnafın yanısıra tarihi camilere, camilerin dibinde kilise ve havraya, otellere, restoranlara da evsahipliği yapıyor.

Otele vardığımızda genişçe bir avludan geçip binaya girdik. Girince keskin bir sabun kokusu dikkat çekiyor. Otelin adı Savon, Fransızca sabun demek. 1860'larda inşa edilen bina, 1960'a kadar zeytinyağı ve sabun fabrikası olarak kullanılıp 2001'de tadilata girmiş; belli ki sahipleri binanın geçmişini hem adında hem kokusunda yaşatmak istemiş - çok da iyi yapmış. Otelin odalarının bir kısmında avluya bakan geniş pencereler var, bizim kaldığımız taraftakilerde ise tavana açılan bir pencereden ışık alıyor. Bu pencereyi açıp-kapatmak ve perdesini çekmek ise duvardaki bir kumandayla kontrol ediliyor.

Eşyaları odaya attıktan sonra sabahın köründen beri aç olan karnımızı şenlendirmek için Uzun Çarşı'ya doğru yollandık. Uzun Çarşı'nın bir çıkışı Kurtuluş tarafında, otele 400m mesafede. Uzun çarşı, sağlı sollu dükkanların sıralandığı üstü kapalı uzun bir cadde ve bu caddeye çıkan sokakların birleşimi gibi. Antep ya da Urfa'daki çarşılar gibi yapısında bir tarihilik yok; ama dükkanlar burada da çok neşeli. Antep'te daha çok bakırcı-baharatçı ağırlıklıydı, burada baharat-yerel ürünlerin yanına bolca kasap (neredeyse tüm kasapların restoran kısmı da var), fırın ve künefeci de bulunuyor. Bizim ilk durağımız Pöç kasabı oldu. Daracık bir kasap girişinin açıldığı salon, hele ki ondan da geniş üst katı oldukça şaşırtıcıydı! Pöç'te ortaya humus söyledik, bir de 400er gramlık bir tepsi, bir de kağıt kebabı. O kadar açtık ki, hepimiz yemeklere bir anda saldırıverdik. Kebaplar güzeldi, ama tepsi kebabı bize biraz yağlı geldi (kağıt kebabı daha yağsız). Humus efsane güzeldi! Tüm yemekler, üç ayran ve bir şalgama 86TL ödedik.

                                                                                      
Kasap diye girdiğimiz yerin üstü kocaman bir lokanta

Yemekten sonra Uzun Çarşı'da biraz dolaşıp Çınaraltı'na geçtik (Ahmediye Cami'nin bulunduğu alan) ve Çınaraltı Künefecisi Yusuf Usta'da künefe yedik. Bol peynirli, lezzeti yerinde, gözünüzün önünde kömür ateşinde pişiyor. İstenirse donmuş künefe alıp eve getirmek mümkün, tavada biraz ısıtıp yanında verdikleri şerbeti kaynatıp üstüne dökmek yeterli. Cumartesi günü donmuş künefe stoğu vardı ama pazar günü gittiğimizde hepsi bitmişti (biri gelip 32 tane almış!), biz de pişmiş kuru künef aldık. Bu şekilde alındığında önceden ısıtılıp kapatılmış fırında 10dk bekletip kaynar şerbeti üstüne dökmek gerekiyor. (Bu akşam denedim, peyniri pek sünmedi ama çok fena bir performans sayılmaz.) Künefenin porsiyonu 7TL ve bence bir porsiyon iki kişiyi doyuracak büyüklükte. Çınaraltı'nda Yusuf Usta'nın dışında da tatlıcılar var. Antakya'nın kireçte kabak tatlısı da meşhur, haytalı dondurması da. Kireçte kabak yine az çok bilinen bir tatlı da, haytalı dondurma Adana'nın bici bicisine benzer, onun dondurmalısıymış. Bu sefer haytalıyı denemeden döndük, ama bunun da yenilmesi gereken yer tarihi Affan Kahvesi (İnci Pastanesi) imiş.

Antakya merkezde ne yapılır diye bakınca, yeme içmeyi bir kenara bırakalım, ilk sırada Arkeoloji Müzesi ve St Pierre Kilisesi var. Aslında bu iki mekan da Kurtuluş Caddesi'nin devamında kalıyor, ancak merkeze çok yakın değil (yine de müzeye yaklaşık 45dkda yürünebilir). Biz otelin taksisiyle sanıyorum 15TL karşılığında müzeye kadar gittik, müze-kilise arasını ~15dk'da yürüdük, yine aynı taksici abimizi arayıp bizi otele döndürmesini rica ettik. Müze girişi kış döneminde 16:00ya kadar, kilise de (her ne kadar web sitesinde 17 yazsa da) son ziyaretçiyi 16:30'da alıyor, aman kapıda kalmayın. Müze yeni yerine yeni taşınmış, binası oldukça güzel düzenlenmiş, bazı alanlar hala yapılmakta. İlk girişte çok etkileyici bir 3D sinevizyon gösterisi var yaklaşık 15 dakika sürüyor, mutlaka izlenmeli. İskenderunlu bir arkadaşımın bize yaptığı "ne yapılır, nereye gidilir" listesinde olmayan Habibi Neccar gibi alabildiğine önemli bir şahsiyetin varlığını bu film sayesinde öğrendik mesela. Ek olarak kadim Antakya medeniyetine dair etkileyici bilgiler var. Çıktığımızda orada rehber gibi çalışan bir ağabey (kim bilir kaçıncı kez izlemiş olmasına karşın) ağlıyordu, benim de gözlerim dolmuştu.

Müze bölgeler ve dönemler bazında düzenlemiş, hatta ilgili bölümlerde zamanın atmosferini anlatan düzenlemeler (mağara ambiyansı vb) yapılmış. Oldukça geniş bir mozaik alanı var. Açıklamalar detaylı ve okunaklı. Okullarda yıllar boyu okutulup en önemli bilgilerin verilmediği gerçeğini destekler şekilde Bağımsız Hatay Devleti'nin Türk bayrağının bir yaklaşığı olan bayrağını ilk kez burada gördük. Zamanımız fazla bol olmadığı için her bir alanı hakkıyla inceledik diyemem. Beni en çok etkileyen birkaç mozaiği paylaşıyorum, ancak müzenin en güzel parçası bence Hitit Kralı 2. Şuppililuma'nın 1,5m boyunda 1,5 ton ağırlığındaki aşırı sevimli heykeli. Heykel Reyhanlı tarafında, 2012 yılında bulunmuş. Gözleri özel olarak kireç taşından yapılıp oyma bazalt taş heykele monte edilmiş şekilde bulunmuş. Şuppuliluma'nın omzunda halkına üretmeyi ve savaşmayı öğütlediğinin kanıtı olarak bir başak, bir mızrak var. Dönemin çok güçlü bir kralı: Anadolu'da kıtlık başgösterdiğinde Mısır firavunu Hitit'in başkenti Hattuşaş'a 450 ton tahıl göndermek istemiş ancak korsanlar bu sevkiyatı engellemiş. Korsanlarla Hititlerin arasında çıkan savaşı Hititler kazanınca, Şuppililuma Anadolu'yu kıtlıktan kurtarmış.

Bağımsız Hatay Devleti'nin bayrağında yıldızın içi boş

Canım Shuppililuma

Mozaiklerde çok nadide eserler, güzel betimlemeler var. Bunların biri Kaicy mozaiği. Kaicy, en yalın haliyle "sana da" demek, hani eskiden bazı dükkanların duvarında asılı "Hakkımda ne düşünüyorsan Allah sana iki katını versin" yazısı vardı ya, tam da o işte. Eskiden Romalılar da bu kelimeyi nazardan korunmak için evlerin, dükkanların girişine yazarmış. Sağdaki kem gözlere şiş betimlemesine dikkat, bu sözün kaç bin yıllık olduğu da buradan belli işte.



Sarhoş Dionysos mozaiği de, elindeki kaptan yerlere şarap dökülen şarap, bağbozumu ve eğlence tanrısı Dionysos'u bir adam taşıyor. Dionysos'un yanında ise bir panter var.


Mozaik kısmında anlatılan Daphne ve Apollon efsanesi de çok ilginç. Apollon okçuluk yetenekleri ile övünen biridir ve bir gün aşk tanrısı Eros'a, onun okçuluğuyla alay eden sözler söyler. Eros da Apollon'dan öç almak için iki ok hazırlar. Okların biri altın suyuna batırılmıştır ve saplandığı kişiye sonsuz aşk verecek, diğeri ise saplandığı kişiyi aşk ve tutkudan tamamen uzaklaştıracaktır. Altın ok Apollon'un kalbine saplanır ve Apollon Daphne'ye aşık olur, gel gör ki diğer ok da Daphne'ye saplanmıştır, Daphne Apollon'dan sürekli kaçar. Bir gün Daphne Apollon'dan kaçarken yakalanacağını anlar ve toprak ana Gaia'dan yardım ister. Gaia Daphne'yi bir defne ağacına dönüştürür. Apollon da aşkının hatırası olarak ve onun aşkını unutmamak için Daphne'yi zaferleri niteleyen defne yapraklarından oluşan bir taç ile simgeleştirir. Apollon heykel ve resimlerinin başındaki tacın da hikayesi buradan gelmektedir.

Müze çıkışında Habibi Neccar Dağı'na oyularak kurulmuş St Pierre Kilisesi'ne yürüdük. Ayrımdan girdikten sonra kiliseye ulaşmak için biraz tırmanmak gerekiyor. Müzekart, müzede olduğu gibi burada da geçerli. St.Pierre, Hz. İsa'nın 12 havarisinden biri, Hıristiyanlığı yaymak için bu bölgeye gelince ilk toplantılar St Pierre Kilises'nin olduğu yerde yapılmış ve Hıristiyanlık adı ilk kez burada kullanılmış. Bu açıdan bakınca Hıristiyanlığın ilk kilisesi (ve dünyanın da ilk mağara kilisesi) olan St Pierre, 1963 yılında Papa tarafından hac mekanı ilan edilmiş. Her yıl 29 Haziran'da Katolik Kilisesi burada ayin düzenliyor, onun dışında tamamen turistlere hizmet veriyor. Kilisenin içinde, dağın diğer yüzüne uzanan ve saldırı durumunda kiliseden kaçmayı sağlayan gizli tüneller bulunuyor. Kayalardan sızan sular da küçük bir yalakta toplanarak vaftiz için kullanılmış.

                                            

St. Pierre'e kadar gelince görülmesi gereken, ama bizim görmekte epey zorlandığımız bir şey daha var: dağa oyulmuş Cehennem Kayıkçısı Kharon silueti. Kilise görevlisi "patikayı takip edin, 5 dk sonra göreceksiniz" dedi ama muhtemelen bir yanlış yöne yürüdük ve göremedik, sonra taksiyle ana yola inince bir anda sevdiceği şahin gözleriyle "işte burada, gördüm!" diye haykırdı ve taksiden inip uzaktan da olsa bir fotoğraf çekebildi. Ben buraya internetten bulduğum daha net bir görselini ekliyorum, görmek isteyenler kiliseden çıkınca patikayı yukarı yöne takip etmesinler, zira kabartma o tarafta değil, kesin bilgi. Cehennem kayıkçısı Kharon'un görevi, ölülerin ruhlarını barındıran yeraltı dünyasının tanrısı Hades'in ülkesine taşımak için canlıları ve ölüleri ayıran Styx (bazı kaynaklara göre Acheron) nehrinden geçirmek. Bunu da asla parasız yapmıyor, bu yüzden ölüler gömülürken ağızlarına ya da gözlerine sikkeler konarak gömülüyormuş. Toprağa gömülmeyen ölü ruhlarsa yüz yıl boyunca ortalıkta dolaşıp duruyormuş. Bu efsane Hristiyanlığın ilk dönemlerinde de etkili olduğu için insanları değerli eşyalarıyla gömme adeti sürmüş.

Cehennem Kayıkçısı Kharon


Akşamüstü Uzun Çarşı'da biraz daha dolanıp nar ekşisi, sürk peyniri, defne yağı ve sabunu, zahter aldık. Sürk peyniri streç filmlere sarılı topaklar halinde tanesi 2,5TL'ye satılıyor, ilk bakışta tarhana sandım ama aslında biberli, baharatlı, kuru bir peynir. Üstüne zeytinyağı gezdirilince harika bir lezzeti var. Bir de o gün akşam yemeği için gittiğimiz Avlu Restoran'da ızgara olarak yediğimiz sıkma peynirden de alıp getirdik, hellim gibi kızartılarak ya da normal yenebiliyor. Uzun Çarşı'da künefe satan dükkanlarda bir de krep hamuru, pancake gibi yuvarlak şeyler görüp adamlara ne olduğunu sordum, kadayıf dedi, içine ceviz konur pişirilir evlerde dedi. Meğersem bizim Arap kadayıfı, Arapların ise doğal olarak sadece kadayıf dediği şeyin çiğ haliymiş :)

Sürk peyniri

Akşam yemeğini Avlu Restoran'da yedik. Aslında öğle yemeğinin bize biraz yağlı gelmesinden ötürü çok açlık hissetmiyorduk ama Hatay burası, mezeler diyarı, eski Antakya sokaklarında bir papaz evinden dönüştürülmüş bu restoranda rakı-mezeye gitmeden olmayacaktı. Hava soğuk olduğu için avluda oturmadık ama, konağın her bir odasına 4-5 masa sığdırıp fona da şahane müzikler koymuşlardı, bu sakin ve sıcak ortam bize çok büyük keyif verdi. Mezeler de gayet güzeldi, oruk, ali nazik, humus, avlu meze, tahinli patlıcanlı yoğurtlu tarator, tuzlu yoğurt, zeytin salatası, zahter salatası...

               

Ertesi sabah otelin sürk, sıkma peynir, Hatay simidi, zahter, mini mini halhalı zeytin gibi yerel ürünleri de barındıran güzel kahvaltısının ardından henüz erken sayılacak bir saatte Kurtuluş Caddesi'ndeki Habibi Neccar Camii'ye gittik. Antakya, MÖ 300 yılında İskender'in komutanlarından Seeukos tarafından babası Antiochia adına kurulmuş, MÖ 64 yılında Romalıların hakimiyetine girmiş, Hıristiyanların ortaya çıkış döneminde Hz. İsa elçileri Yahya ve Yunus'u dini yaymak için Antakya'ya gönderir. Habib-i Neccar, cüzzamlı bir oğlu olduğu için dağda yaşayan bir marangozdur (Neccar marangoz demekmiş), İsa'nın elçileriyle karşılaşır, elçilerden kendilerini peygamberin gönderdiğine dair bir kanıt ister. Elçiler de, hastaları iyileştirebildiklerini söyleyerek Habib-i Neccar'ın oğluna şifa verirler. Rivayete göre, elçilere iman eden Habib-i Neccar, halkına da iman etmelerini öğütleyince kavmi tarafından şehit edilmiş. MS 686 yılında halife Hz.Ömer döneminde inşa edilen ve sonra pek çok kez onarımdan geçen caminin içinda Yahya, Yunus ve Habib-i Neccar'ın mezarları bulunuyor. Cami Anadolu'daki ilk cami, ayrıca içinde Hıristiyan mezarı bulunduran tek cami.
 


            
Habibi Neccar Camii

Habib-i Neccar caminin hemen arkasında Katolik Kilisesi yer alıyor. Kilise ibadete açık olduğu için Pazar günleri 15:00e kadar kapalıymış, ilk uğradığımıza bu yüzden içeri giremedik ama günü bitirirken otele dönmeden önce uğradığımızda neyse ki açılmıştı. Portakal ve limon ağaçlarıyla dolu muhteşem bir avlusu var, kilisenin içinde Hatay'ın tarihine ilişkin bilgilendirme panosu ve en ilginci Türkçe yazılar bulunuyor. Kilisenin avlusundan yukarı çıkan merdivenleri mutlaka tırmanın, çanın bulunduğu terasa çıkıyor ve bir Antakya klasiği olan Habib-i Neccar'ın minaresiyle çanı aynı kadrajda yakalama imkanı sunuyor. Sinagog'u çok aradık, göremedik, meğer Habibi Neccar Camii'nin karşı çaprazında, Kurtuluş Caddesi'nin üstündeymiş ama o kadar gösterişsiz bir kapalı kapı ki, görmek için ekstra dikkat etmek gerekiyor.

   

Giderayak elbette yeniden humus yemek (ve mümkünse satın almak), bir tur daha künefe yemek (ve yine satın almak) niyetiyle önce Çınaraltı Künefecisi'ne gittik; ama adamlarda donmuş künefe bitmişti, biz de yarı pişmiş + şerbet aldık. Asi kıyısında biraz turlayıp Humusçu İbrahim'i aradık, yeri Hatay Valiliği'ne yakınmış ama dükkanı kapalıydı, biz de bahaneyle muhteşem valilik binasını ve Ata Koleji'ni de görmüş olduk.

   

Humus alamayacak mıyız diye dolanırken Humusçu Nedim Usta'nın ufak dükkanını gördük. Nedim Usta da buradaki pek çok insan gibi inanılmaz kibar, sevimli biri, bizi küçük dükkanına buyur etti, humus ve bakla aldık. Adama baklayı fava gibi mi yapıyorsunuz diye sorunca "Egeli misiniz?"i yapıştırdı ama baklayı burada ezip tahinli ve limonlu servis ediyorlar, farklı bir lezzet. Tahin işi Antalya ile kapışır yani, kabak tatlısını da tahinle servis ediyorlar, mezelerin de çoğuna giriyor. Eve getirmek için aldığımız humusları porsiyonlara bölüp küçük torbalara doldurarak verdi, buzluğa atınca hiçbir şey olmazmış, yemeden yarım saat önce çıkarıp biraz çözmek yetiyormuş. Bu yazıyı tamamlayana kadar humusların birini de afiyetle yedik, buzdolabının normal rafında çözünmesi yarım saatten epey uzun (2-3 saat) sürdü ama lezzeti hala çok yerinde.

Hatay'da farklı dinler ve milletler bir arada kardeşçe yaşar sözü vardır ya, buraya gelince bunun doğruluğunu, gerçekliğini, abartılmamışlığını çok iyi anladık. Antakya'da işler durumda olan Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliseleri ve bir Sinagog bulunuyor. Bizi taşıyan taksici Adnan Abi'nin anlatımına göre komşuluk o kadar iyiymiş ki, Suriye savaşı ve mülteci akını başlamadan önce kapılar kilitlenmeden yatılırmış. Şehir merkezindeki Ortodoks kilisesini de görmek istedik, ama kapısı kapalıydı. Sonra bir adam geldi, ona sorduk, meğer orada çalışan biriymiş. Sağ olsun bizi avluya aldı ama içeride Noel kermesi olduğundan içeri giremeyeceğimizi söyledi. Kiliseden oldukça şık giyimli, bakımlı insanlar çıkıyordu, biz de onları ve bahçeyi izlemekle yetindik.

              

Uçağımız 18:05'te olduğu için, otelle havaalanı arasındaki 45dk'lık mesafeyi de hesaba katarak son yemeğimizi yemek üzere eski Antakya sokaklarındaki Konak Restoran'a gittik. Neredeyse 1 saat önce humus yendiğinden mütevellit kimsede fazla açlık yoktu ama yine de "tatmadan gitmeyelim" motivasyonuyla yine bir Ali Nazik, bir sarımsaklı, patlıcanlı, yoğurtlu mütebbel, bir de iki kişiye bir et öcce aldık. Son dakikada "saat 15:00'i geçti, acaba kiliseye uğrasak içeri alırlar mı?" gazıyla otele gitmeden önce koşarak Katolik kilisesine gittik, iyi ki de gitmişiz!

Havaalanına varırken gün henüz aydınlıktı, gereğinden fazlaca erken varmıştık. Gün batmaya yüz tutukça sis de çökmeye, bir yandan da "İstanbul'dan gelecek uçak kalkamıyormuş, bizim uçak gecikecekmiş" söylentileri yayılmaya başladı. Uçak saati gelip geçmeye başladıkça bizde gecenin bir yarısı eve varırsak sabah işe nasıl gideriz kaygısı hasıl oldu. Sonunda, kalın sis tabakası sebebiyle ne İstanbul'dan gelecek uçağın buraya inebileceği, ne de bizim uçağın kalkabileceği belli olunca bu defa da otobüsle Adana'ya transfer edilebilirsiniz, ya da bu geceyi burada geçirip yarın başka bir saatte gidebilirsiniz lafları gezinmeye başladı. Açıkçası içten içe bahaneyle bir gece daha kalsak ne iyi olur diyorduk ve genel olarak insanların gergin hallerini düşününce bizim bu sakinliğimiz muhtemelen o ortamdaki en itici tipler olmamıza sebep olmuştu... Klasik hava alanı kavgalarından, gerginliklerinden sonra (ki yer ekibinin başlarda krizi gayet sakin yönettiğini düşünüyordum ama  anonslar yeterince dakik ve yüksek sesle yapılmayınca insanlar zıvanadan çıktı ve sonunda onları da çıldırttı) o gece için bizi bir otobüse bindirip merkeze pek de yakın olmayan Anemon Otel'e yerleştirdiler. Otelde verilmesi gereken akşam yemeği yerleşmemizden 2 saate yakın sonra, sadece talep edenlere, odaya servis patates kızartması - kaşarlı çeyrek ekmeğe sandviç - kola şeklinde verildi (koskoca otelde sandviç için yeterli malzeme var mı onu kontrol etmişler o saate kadar), bunu saymazsak, biz o geceyi kağıt oynayıp ertesi günü planlayarak geçirdik :) Antakya'ya gelmişken görmeden gidilmemesi gereken Samandağ tarafına zamanımız yetmemişti, hemen Adnan Abi'yi arayıp ondan ertesi gün bizi gezdirmesini rica ettik. Sağ olsun, ertesi gün bize nereleri, ne kadara gezdirebileceğini sorunca "baş tacı, baş tacı" diye diye kişi başı 75'er TL gibi bir fiyata sabah erken saatte otelden alıp, önce Vakıflı Köyü'ne, sonra Samandağ tarafına götürüp en son hava alanına bırakabileceğini söyledi, biz de ayıla bayıla kabul ettik!

Adnan Abi bizi sabah 8 gibi otelden aldı, ilk olarak Vakıflı Köyü'ne götürdü. Hatay tam medeniyetler beşiği ya, Vakıflı Türkiye'nin son/tek Ermeni köyü. Musa Dağı'nın eteklerinde, mandalina ağaçlarıyla bezeli bu tertemiz, bakımlı, küçücük köyde çok güzel bir Ermeni Kilisesi ve burada üretilen ürünlerin satıldığı bir kafe var ancak Pazartesi sabahının erken saatinde orada olduğumuz için ikisi de açık değildi. Vakıflı'nın aşağısı Hıdırbey de bir Türk köyü, neredeyse dip dibeler ama maalesef bakım ve temizlik bakımından aralarında dağlar var... Hıdırbey Köyü'nde yaşının 2000'e yakın olduğu tahmin edilen Musa Ağacı bulunuyor. Efsaneye göre Hz. Musa, Hz. Hızır ile Samandağ'da buluştuktan sonra
Musa Dağı'na çıkarken, ağacın bulunduğu yerde susayınca bastonunu bugün ağacın bulunduğu yere koyup buradaki dereden su içer. Sonra yollarına devam ederler ama Hz. Musa bir anda asasını su içtiği yerde unuttuğunu fark eder. Geri döndüğünde asasının yeşererek bir fidan haline geldiğini görür. Musa Ağacı'nı besleyen su da bugün kutsal sayılıyor ve oraya kadar gitmişken o çeşmeden su içmeden de dönülmüyor.

  
Vakıflı Köyü kilisesi ve köyden manzara


                                                           Musa ağacı ve Hıdırbey Köyü

Sonraki durağımız Titus Tünelleri, MS 1. yy'da Roma İmparatorluğu döneminde, sel sularını yönlendirerek Seleucia Pieria kentini su baskınlarından korumak ve limanın dolmasını önlemek için yapılmaya başlanmış ve Titus tarafından bitirilmiş. Bu etkileyici, insan yapımı tünellerin yüksekliği 7m, uzunluğu 1400m ve tüm patika yürünebiliyor. Yolun sonuna doğru karanlık bir yer var, fener yardımıyla tehlikesiz bir şekilde (ve tabii arasında akan suya girmeden) yürümek mümkün. Titus tünellerine giderken yürünen yolda bir de Beşikli Mağara var ki, buraya sadece onu görmek için bile gelinir. 12 bölümden oluşan kaya mezarları oldukça ihtişamlı ve kesinlikle gezilmeye değer.

                                
Titüs tünellerinin en karanlık kısmında gökyüzünü görmek zorlaşıyor

   
Beşikli Mağara

Adnan Abi'nin taksisinde Hatay turizm rehberi vardı, bu rehberde Saint Simon manastırı diye şahane bir yer gördük, bu kadar gelmişken orayı da görelim dedik. Samandağ'dan Hatay'a dönerken bir tepeye tırmandık, yel değirmenlerinin arasından geçtik. Araçtan inince gördüğümüz kalıntılar hiç de kitaptaki gibi bütün ve etkileyici değildi maalesef. Eski Antakya sokaklarında sıkça karşılaştığımız ve oldukça canımızı sıkan duvar yazıları burada da vardı. Adnan Abi'nin dediğine göre manastır eskiden gerçekten de daha iyi durumdaymış, ancak korumayı bilmediğimizden şu anda o halinden eser kalmamış.



Hatay benim hem gönlümde, hem damağımda çok güzel bir iz bıraktı. Derin tarihi, çok kültürlü yapısı ve sebze-tahinle şenlenen mutfağı, benim gibi sadece yemek için gezmeyenler için bulunmaz bir hazine! Gaziantep'teki toplu İmam Çağdaş zehirlenmemizden sonra Antep'e yeniden gitmeye biraz mesafeli duruyorum ama, Hatay'a, hem İskenderun hem de Antakya için tekrar gitmeye kesinlikle varım! Sadece kış aylarındaki sis riskine dikkat etmek gerekiyor, eh o da bazen hayırlara vesile olabiliyor :)

17 Nisan 2018, İstanbul

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)