Yaz Tatili Paranın Katili

Bu yaz, sevgilimle uzun zamandır yapamadığımızı yapıp iki başımıza bir yerlere kaçtık. Hem de 11 gün! Bütün yıl beklediğimiz tatili bir güzel yiyip bitirdikten sonra kalanları karalayayım hızlıca. Bu arada, yazının başlığında aldatmış olmayayım; elbette her tatil paranın biraz katili ama biz o kadar açılmadık tabii, sadece tam tatil öncesi bu şarkıyı andığım birkaç diyaloğa girdiğim için aklımda kaldı. Bir de ne olursa olsun değişmeyen bir gerçek var ki, iyi bir tatil deneyiminin üstünden biraz zaman geçince insan ödediği hiçbir parayı hatırlamıyor ama anılar dipdiri duruyor, o yüzden çok da şaapmamak lazım :)

Dalaman'a uçup, bir araba kiralayıp Fethiye'ye gittik önce, 3 gece Ölüdeniz'de Paradise Garden Otel'de kaldık. Burası fiyat/performans olarak iyi bir otel, kahvaltısı ve kahvaltı alanının manzarası çok güzel (özellikle karpuzları, of!), otelin bahçesi gerçekten cennetten bir köşe ancak odalarla ilgili beklentileri yükseltmemek gerek, temizlikle ilgili bir sıkıntı yok. Kahvaltısında her gün haşlanmış ya da fırın patates vardı, bu da tam tatil arefesinde mide üşütmesine tutulan sevgili için tam bir şifa kaynağıydı :) Otelden Ölüdeniz'e yürünebilir, ancak yukarı tırmanmak biraz sıkıntılı. Zaten otelin ana kapısından odaların olduğu binaya ulaşmak bile başlı başına zorlu bir tırmanma egzersizi iken, ana kapıdan geçen dolmuşları kullanmak daha mantıklı. Arabasız bahçe kapısı - odalar erişimi yaşlı ve bebekliler için zorlu, tekrar belirteyim.

İlk sabah uyanıp Ölüdeniz'e indik. Ölüdeniz, otelin önündeki yokuşun vardığı yer; önce görünen açık plaj Belcekız (ya da Belceğiz); sağa dönüp milli parka girince Kumburnu bölgesi oluyor ve denizin asıl ölü (dalgasız) olduğu yer de orası. Milli parka arabayla giriş 25TL; arabayı girişin yanındaki otoparka koyup (15TL) yaya giriş kişi başı 7TL; biz doğrudan araçla girdik. Size verilen kuponla gün içinde aracınızı otoparktan almaya gerek kalmadan gir-çık yapabiliyorsunuz, sorun etmiyorlar. İçeride tuvalet, kabin, duş vb bulunuyor, ücretsiz ve temiz. Sahil boyunca tesisler, restoranlar var; biz en uca yürüyüp Blue Lagoon yazan tesisin oraya gittik, sabah görece erken gittiğimiz için (erken dediğim yine 11e doğru) ağaç altlarında çimlerde hala yer vardı; tüm günü burada geçirmeyiz diye düşünerek eşyaları bir gölgeye attık. Şezlong-şemsiye almak istenirse parça başı 15TL; belki şezlonga milli parkta şenzlong dedikleri için bu kadar pahalıdır, bilmiyorum. Deniz tam anlamıyla mükemmel, Kumburnu'nun tam dönen ucunda girecek olursanız su daha ılık ve oldukça sığ, dolayısıyla çocuklu aileler genelde burada konuşlanmıştı. Belcekız tarafı dalgasız, yavaşça derinleşiyor, çok güzel bir kumsal var ve tertemiz; tam yüzüp keyif çatmalık. Her yerin denizine laf ettiğim halde öldüm bittim buranın denizine ve sahiline. Bir de bu güzellik yetmezmiş gibi tepenizden yamaç paraşütleri yağıyor rengarenk, tam görsel şölen! Öğle yemeği için yine Blue Lagoon'da iki kaşarlı pide (peynirli var mı diye sorunca daha önce kimsenin böyle bir talepte bulunmadığını söyleyerek biz uzaylıymışız gibi baktılar) ve iki ayran aldık; 54TL ödedik (pide 20TL, ayran 7TL). Bunlarda o kadar sorun yok da, milli parkın girişindeki bakkalvari yerler yarım litrelik suya 3TL çakıyor ve Algida dondurmalar dışarıdan daha pahalı; mutlaka çantaya su atıp gelmek lazım.

Öğleden sonra arabayı otoparkta bırakıp tekne turlarını soruşturmaya çıktık. Her yer aynı turu yaptığı halde farklı fiyatlar duyduk, hangisi iyidir diye kafamız iyice karışmışken plaja dik gelen yolun sağ tarafında bir kooperatif ofisine uğradık (aslında tam onun önünde telefonlara sarılmış iyi tur hangisi anlamaya çalışırken içerideki çocuklar "abi belki biz yardımcı olabiliriz?" diye laf atınca onlara danışmayı akıl ettik). Buradaki ana konu şu; Ölüdeniz'den kalkıp Ölüdeniz çevresindeki koyları gezdiren bir tur var ve Kelebekler Vadisi'ne, Gemiler Adası'na, Soğuksu koyuna vb uğruyor; bir de Fethiye'den kalkıp Göcek tarafına doğru çıkan 12 Adalar turu var ki bu turun da gürültülü (eğlenceli?) ve sessiz yelkenli turu var. Kelebekler Vadisi'ni ben çok merak ediyordum, herkesin pek övdüğü bir yer malum, görevliye sorunca "yani çok olayı yok, Ankara'dan Konya'dan gelip çok beğeniyorlar, anlamıyorum" dedi. Kabak Koyu'nu sorduk, ki oraya zaten tekne turu ya da ulaşımı yok sanırım, "orası biraz şey, hippiler uçuklar var, hiç aileye uygun değil" dedi. Kelebekler'e ise belli saatlerde Belcekız sahilinden dolmuş tipi tekneler çalışıyormuş. Biz de sonuç olarak 55TL'ye Fethiye'den kalkan 12 adalar turuna karar verdik ertesi gün için. Bu tur Fethiye merkezden alınınca 45-50TL civarında; fiyat farkının ana sebebi servislerin Ölüdeniz'deki otelden alıp Fethiye merkeze taşıması. Çıkmışken yamaç paraşütü (paragliding) fiyatlarını da sorduk. Bu işi yapan belli firmalar var, sanıyorum en büyükleri Gravity ve Infinity. Ben Gravity'e uğradım, 8-10-13 gibi belli saatlerde günde 5 kere uçtuklarını, yaklaşık 40dklık bir minibüs yolculuğuyla Babadağ'a çıkıldığını, herhangi bir yaş ya da tecrübe istemediklerini, uçuşun 300TL, fotoğraf ya da videonun 100er TL olduğunu öğrendim. Uçuşlar 30dk civarında sürüyormuş, tümü tandem yani bir profesyonel pilot eşliğinde iki kiş atlanıyor, özel ekipman gerekmiyor sadece ayakkabı giymiş olmak yeterli. Bu tatilde programda buna yer yoktu, ben de nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş oldum, bir dahaki Ölüdeniz ziyaretinde yapmak aklımda. Önceden rezervasyon şart. En güzel ve güvenli zaman olan rüzgarın daha durgun olduğu sabah saatlerinde tabii...

Öğleden sonra tası tarağı toplayıp Fethiye merkezdeki Çalış Plajı'na yollandık. Burası koy olmadığı için rüzgar da akşamüstü dönmüş olacak ki deniz dalgalıydı. Buranın böyle olduğunu bilsem hayatta Ölüdeniz'den ayrılıp da buraya gelelim demezdim açıkçası, ama gelmiş görmüş olduk. Sabah saatlerinde dalgasız ve güzelmiş bu arada, hakkını da verelim. Çalış'ın asıl güzelliği deniz işlerini bitirip (sahil boyunca sıralanan duş ve soyunma kabinleri ücretsiz bu arada, şezlong alma zorunluluğu olan bir plaj da değil) sahil boyunca uzanan güzel kafelerin birine bir şeyler içmek için oturunca ortaya çıktı: muhteşem gün batımı manzarası. Bu bölgede cafe-barlar ve oteller sıralanıyor, ancak biz zaman darlığından akşamı burada değil Fethiye'nin merkezinde, marina civarında geçirmek için gün battıktan sonra buradan ayrıldık.

Fethiye'nin nüfusu Muğla merkezden daha fazla, 150bin civarında. Bodrum 160bin, merkez 110bin. Şehir çok büyük ve gelişmiş, her yer düzenli ve tertemiz. Fethiye Kalesi var ancak Bodrum ya da Marmaris'inki gibi çok sağlam ve gezilesi bir hali yok, dağ yamacında. Paspatur çarşısı diye eski evlerin bulunduğu bir bölge var, şimdilerde restoranlar ve turistik mağazalar bulunuyor ancak birkaç cumbalı ev dışında çok özel bir yanını göremedik. Marina tarafında sahilde Geniş adlı restoranda yemek yedik, çarşıyı turladık. Fethiye'deki mekanlarda bir yayılmacılık politikası var sanırım, mesela sahildeki mekanlarda aynı isimde cafe, restoran, nargileci vs derken 2-3 mekan yan yana sıralanıyor. Öyle aman aman bir kalabalık yoktu, bu bölgede ağırlığı İngiliz var malum, bolca İngiliz grup vardı. Bundan ileri geldiğini düşündüğü bir Hint lokantası bolluğu da var, hem Fethiye merkezde, hem Çalış'ta, hem Ölüdeniz'de, hem de Hisarönü'nde birer Hint restoranı bulunuyor.

İkinci gün sabah 9'da servis bizi 12 adalar turu için otelden aldı, tam da bir önceki akşam yemek yediğimiz yere bıraktı. Tekne tam beklediğimiz gibi çıktı, müzik yayını yok, nadiren açtıklarında çok düşük seste ve lounge tarzında, insan sayısı az, yemekler güzel (seçmeli ızgara tavuk ya da alabalık, sınırsız salata, turşu, patates salatası ve  makarna; içecekler ücretli), koylar güzel, suyun rengi muhteşem... En çok beğendiklerimiz Tersane ve Akvaryum adaları durakları oldu; görece en kötüsü ise en son durulan Tavşan adası idi. Kötü demem, suda yosunlar otlar olduğundan; en çok da kolumda bir yanma ve acı hissedip kendimi tekneye zor attığımdan (ilk anda geçer sandım ama hem kırmızı, V şeklinde bir kamçı izi vardı, hem de yanması uzun süre geçmedi. Akşam bir eczaneye sorunca zehirli yosun değmiş olabileceğini söylediler, iki günün sonunda acısı ve izi ancak tam olarak geçti.). Yoksa adada gezinen yabani keçiler falan çok tatlıydı, hele ki yavru olanı!

Tekne gezisinin ardından akşamı Ölüdeniz'de geçirdik. Akşam Belcekız plajına dik çıkan yollar ve sahil boyunca uzanan cadde çok kalabalık, kalabalığın belki yarısından fazlası da (özellikle İngiliz) turistler. Ölüdeniz'de büfe ve tekli marketlerin fiyatları yüksek demiştim ya, yeme içmede de konu benzer. Tam sahil kenarında "Şey" diye bir restoran var mesela, sanıyorum orada 90TL'ye antrikot gördük, dekorasyonu, ortamı süper ama. Biz akşam yemeği için Toscana Ristorante Italiano'da pizza yedik, fiyatlar gayet makul, yiyecekler de lezzetli. Zaten eder-değer performansının yüksek olduğu mekanın doluluğundan da anlaşılıyor :) Ölüdeniz'in çarşısı da güzel, özellikle el işlerinin satıldığı tezgahlara bayıldım. Bir garipliği, bu bölgede garip "çakma" mağazaların olması. Tatil beldelerinde "çakma" ürünler olduğunu elbette biliyoruz ancak burada bazı mağazaların adları, logoları da çakma; aklıma kalanlardan birkaçı "Foot Lokcer", "TkMaxx", "Harrools" - bunların tümü karşıdan gerçekten Foot Locker, TjMaxx ve Harrods gibi okunuyor! Barlara gelirsek, ezici çoğunluğu İngilizleri eğlendirmeyi amaçlayan karaoke barlardan oluşuyor, hepsinde birkaç zavallı Türk animatör barın üstünde dans ediyor (çocuklara gerçekten üzüldüm çünkü vermeye çalıştıkları gazı alan pek kimse yok genel olarak). Belcekız sahilinden geçerken kafanızı yukarı kaldırın çünkü yıldızlarla dolu ışıl ışıl bir gökyüzüyle karşılaşacaksınız, biz anın büyüsüne kapılıp yemek ve gezintinin ardından sahildeki çay bahçesinde armut koltuklara oturup yıldızları izleyip biraz da kestirdik (bir yandan da ertesi günün planı için "Kelebekler Vadisi'ne gitmeye değer mi?" araştırması yaptım telefondan, kabul). Saat biraz ilerleyince sahildeki barlarda biraz hareketlilik, dans edenler falan oldu tabii, ama biz bir de buraların gece hayatı asıl meşhur mekanı Hisarönü'nü görelim diye yola koyulduk. Hisarönü'nde de aslında Ölüdeniz'e benzer İngiliz hakimiyeti var, bar ve clublar da ona göre, ancak buranın en afili mekanı Revolution Club. Biz yorgun olduğumuz ve ertesi sabah erken kalkmamız gerektiği için içeri girmedik ama bu da sonraki zamana bir to-do olarak listelenebilir.

Ertesi sabah, bu seyahatin beni en heyecanlandıran aktivitelerinden birini, kısmi Likya yolu yürüyüşünü de ifa etmek üzere arabayı Ölüdeniz'de bırakıp buradan dolmuşla Hisarönü'ne gittik. Hisarönü'nden de Kayaköy dolmuşuna geçtik (dolmuşların her biri kişi başı 3,5TL). Kayaköy, 1923 yılında burada Türklerle yüzyıllardır iç içe yaşayan 12 bin Rum'un mübadele kapsamında Yunanistan'a zorla göç ettirilmesinden sonra buraya yine mübadeleyle Selanik'ten getirilen 2500 kadar Müslüman çiftçinin tarım yapılmayan, dağlık arazide kurulu bu köyde yaşamak istememesinden sonra bomboş ve yapayalnız kalmış bir yerleşim, eski adı Levissi. Rumların buradan giderken bu gidişin kalıcı olduğuna inanmadıkları, eşyalarını evlerinde, komşularına emanet ederek sadece bavullarıyla Fethiye limanına kadar yürüyerek gittiklerini okudum bir kaynakta. Gittikleri yerde de Nea-Levissi yerleşimini kurmuşlar, yani yeni Kayaköy'ü. Kalan eşyalar aradan zaman geçince yağmalanmış, 1957'de 7,3 şiddetindeki depremde evler yıkılmış ve kapı-pencereleri de bu dönemde yağmalanmış. Şimdi Kayaköy olanca hüznü ve ağırlığıyla koruma altında ve turizme açılmış durumda. Bir yamaca kurulmuş 350-400 kadar çoğu ikişer katlı evler, iki kilise bulunuyor. Ayrıca buradan Ölüdeniz'e 6km'lik bir yürüyüş yolu var, Likya Yolu'na uzantı gibi rotalara dahil edilmiş. Biz de köy ziyaretinden sonra bu yolu yürüyerek geri döneriz diye tasarlamıştık, ancak yürürken (sanıyorum en baştan beri) yanlış rotaya saptık (yolda Likya yolu işaretleriyle beraber bir de kırmızı oklar var, aman dikkat) ve kırmızı okları takip etmeye başladık - aslında Likya Yolu işaretlerini başlangıç noktası hariç hiç görmedik. Bu kırmızı oklar bizi Ölüdeniz tarafına değil koyun daha sağına attı; yaklaşık bir saat yürüdük, denize de yaklaştık, ancak sonra hem yorulduğumuz hem de yolun devamını çok kestiremediğimiz için aynı yolu gerisingeri yürüyüp köye geri döndük. Hava tam öğlen sıcağı olduğu için tekrar Ölüdeniz rotasını kovalayacak takatimiz kalmamıştı ama bu iy bi trekking deneyimi oldu. Parkur zor değil, ancak mutlaka su bulundurmak gerekiyor zira bizim gittiğimiz tarafta, ki denize insek Soğuksu Koyu'na inmiş olacakmışız (ve o koya sadece yürüyerek ya da denizden ulaşılabiliyormuş, yani geri nasıl dönerdik bilmiyorum), arazi ağaçlık ve gölge değildi. Ölüdeniz patikasının ormanlık olduğunu biliyorum, yürüyüşte sıcak daha az rahatsız edebilir. Köye döndükten sonra köyün girişindeki küçük büfede oturup bolca su içtik, sonra dolmuşla yine Hisarönü üstünen Ölüdeniz'e geçtik.

Günün kalan kısmı için tekneyle Kelebekler Vadisi'ne geçip akşamüstü Marmaris'e doğru yola çıkmak vardı. Ölüdeniz deniz kenarında Oyster Restaurant'da öğle yemeği yedik, burası da fiyat-performans olarak başarılı, ortamı da yemekleri de gayet güzel bir mekan. 14:00 teknesine binelim diye sahilde tekne bileti satan kulübeye gittiğimizde (13:55 gibi oradaydık) görevli teknenin dolduğunu, sonrakiyle gidebileceğimizi söyledi. Elinizde önceden alınmış bilet bile olsa mutlaka 15dk önce bu noktada bulunmak gerekiyormuş, tekne dolabiliyormuş vs. Biz de bu boşluğu Belcekız'da denize girerek değerlendirdik, bence hiç de fena olmadı :) O sırada deniz acayip dalgalıydı, bize açık renk incecik kumları, turkuaz denizi ve dalgasıyla Kaputaş'ı anımsattı. 15:00 teknesiyle Kelebekler'e geçerken bu dalga bizi biraz zorladı; zira tekne yolcuları bir iskeleden değil kıyıya yanaşarak alıyor ve tekneye geçerken dalgalardan ıslanma ihtimali yüksek, bu yüzden mutlaka terlikle, mümkünse ıslanmaya müsait kıyafetle binmekte fayda var. Neyse ki eşyalar ve çocuklar konusunda herkes çok yardımcı oluyor. Yol yaklaşık 20-30dk sürüyor, denizin rengi muhteşem, dalgalar biraz sallasa da gayet zevkli bir yolculuk geçirdik (dönüşte dalga daha sertti ve bir kız kustu sanırım - ama kaptan tedbirli, poşet dağıtmıştı midesi bulananlara). Vadiye inerken de aynı şekilde biraz ıslanma riski var. Biz iniş-binişleri minimum hasarla atlattık gerçi. Bu arada, tekne fiyatı gidiş-dönüş kişi başı 20TL, bileti göstererek Kelebekler Vadisi'ne adını veren kelebekleri görebileceğiniz şelaleye giriş ücreti dahil (normalde 6TL alıyorlar). Biz ilk iş kamping alanının içinden yürüyerek şelaleye gittik. Girişinde "kuraklıktan ötürü şelaledeki su ve kelebek sayısı azalmıştır" uyarısı var, ancak biz yine de buraya özgü leopar desenli kelebeklerden 4-5 tane görebildik. Şelaleye yürüme yolunda sorun yok, terlikle bile yürünebilir ancak spor ayakkabı tabii ki daha garanti. Şelaleden sonra biraz daha gidebilenlerden üstte daha büyük bir şelale ve çok fazla kelebek olduğunu okumuştum ancak ben yürümedim. Dönüş teknesi 17:30'da idi, bizim şelaleye yürüyüp dönmemiz yaklaşık 50dk kadar sürdü; sahile geri dönünce hızlıca mayoları giyip kendimizi denize attık. Buranın denizi (en azından o anda) Belcekız ile aynı; yani sadece denize girmeye gelecekler farklı bir şey beklemesinler. Ha kamp ortamını, kelebekleri, derin vadiyi görmeye gelinir mi, bence evet. Bir de ilgilenirseniz, vadinin koyunun bir tarafında dalış yapılıyormuş.

Dönünce arabaya atlayıp Marmaris'e yollandık. Yol üstünde Göcek'e girip yarım saat kadar dolaştık, burası marinasıyla, yatların durağı olmasıyla meşhur olduğu için merkezde denize girilmiyor diye anladık ancak şehir çok nezih ve güzel. Marmaris merkeze vardığımızda saat 21:00 sularıydı, Uzunyalı plajı boyundaki Yunus Otel'i bulup yakınındaki otoparka park ettik. Otelin altında gerçekten çok şık, her akşam canlı müzik yapılan bir cafe-restoran varmış meğer! Otelin odaları da gayet hoştu, yeri de merkezi, sitesinde barlar sokağına 10dk yazıyor ama sanırım araçla, zira yürüyerek 30-40dkyı buluyor :) Biz de biraz toparlanıp Uzunyalı boyunca uzanan çok güze mekanların birine, Cafe De Marmaris'te geç akşam atıştırması yaptık. Bu civarda benzer kalibredeki mekanların fiyat skalası aşağı yukarı aynıydı, bonfile 55TL civarında. Sonrasında marina ve barlar sokağına doğru yürüdük. Marmaris'te İngiliz etkisi Fethiye tarafının onda-yirmide biri falan, bu yüzden çok daha eğlenceli bir yer. Barlar sokağında caddeye gürültü salmamayı başarabilmiş sıra sıra bar-discolar uzanıyor ve her tarz mekan var. İlk gece bir yere girmeyip sokağa taşan müziklerle eğlendik ancak ikinci gece bar-crawl yaptık biraz, en havalısı ve güzeli Areena Club. Hiçbir mekan girişte ücret almıyor.

Sabah kahvaltıdan sonra arabaya atlayıp Marmaris merkeze 90km uzaklıktaki Palamutbükü'ne 11:00 gibi ulaştık. Burayı o kadar çok duymuştum ki gerçekten merak ediyordum; hakikaten hem sakinliği hem deniziyle anlatıldığı kadar varmış; 1-2 gece kalınmayı hak eden de bir yermiş. Sahili çakıllı, yani ince kum beklemeyin, denizi tertemiz. Sanıyorum birkaç yıl önce daha bakirmiş, şimdi küçük pansiyonların yanına Mavi Beyaz diye bir butik otel de gelmiş, sahilde işletmeler çoğalmış; ancak hala sapa kaldığı için kalabalık yok. Biz Bonito'da oturduk ve yemek yedik, fiyatları uygun güzel bir işletme, pizzaları 27TL civarındaydı. Burası o kadar hoşumuza gitti ki günün büyük kısmını burada geçirdik, akşamüstü "sonra ne yaparız" diye düşündük; bir seçenek Datça'daki antik kent Knidos'a gitmekti, sanıyorum hem çok o kafada olmadığımızdan, hem de plaj terlikleriyle çok rahat gezemeyeceğimizi düşündüğümüzden vazgeçip dönüş yolundaki birkaç koya daha uğrayarak dönmeye karar verdik. Ayrılmadan önce 100% doğal, 100% keçi sütünden yapılma ve ek şeker içermeyen (meyveliler tamamen meyvedenmiş) Tekin Usta'nın dondurmasından aldık. Dondurmaların topu 4TL, gayet İstanbul tarifesi, ama aldığımız her çeşidinin tadı gerçekten muazzamdı. Datça'nın bademi, Marmaris'in balı meşhur diye balbadem aldım ben mesela, içinde koca koca bademler ve gerçekten külaha sızan bal vardı!

Dönüş yolunda önce Ovabükü'nde kısa bir mola verip eşyaları sahile atıp kısa süre yüzdük. Buranın ne sahili ne denizi Palamutbükü'ne benziyordu; yine yazlıklar ve pansiyonlarla dolu bir yerleşim ama buraya tatile gelinmez, kesin bilgi. Sonra hemen bir sonraki koya girdik, ki bu koyu bir tarafına Hayıtbükü, bir tarafına Kızılbük deniyormuş, buranın denizi ve sahili kesinlikle Ovabükü'nden ço daha iyiydi. Sorun şu ki, yolun denize vardığı yerde sola arabayla girmeye kalkarsanız aşırı dar bir araç yolu ve hemen dibinde taşlık sahil var ve arabayı bu yolun üstündeki otoparka sokmak ya da bir kenara park etmek tam işkence. O daracık yolda ters yönden gelip otoparka girmeye çalışan bir jip yüzünden sahile inmek zorunda kaldık ve aracın alt kısmını bir kayada ezdirdik maalesef. Durum böyle olunca burada denize giremeden ayrıldık.

Marmaris'teki son günümüzde Uzunyalı plajının uzantısı olan İçmeler ve Turunç koylarına gittik. İçmeler'i çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim, Uzunyalı'nın neredeyse aynısıydı. Burada da otel ve pansiyonlar yoğunlukta, bolca turist de var. Turunç'un sahil bandı daha dar, işletmeler daha yoğun sıralanmış durumda (neredeyse şezlong almadan girilecek yer bırakmamışlar) ama deniz daha çok keyif verdi. Hem Marmaris - İçmeler, hem de özellikle İçmeler-Turunç arasındaki yollar çok güzel, yemyeşil çam ormanlarının arasından gidiliyor. Turunç'a gitmişken yol üstlerindeki tezgahlarda satılan Marmaris ballarından almadan geçmemek lazım, bir bir tane küçük çam balı alıp geldik. Öğleden sonra Turunç'tan çıkıp bu sefer yarımadanın batısına, Sedir Adası'ndaki Kleopatra Plajı'na gitmek üzere Çamlı mahallesine doğru yola çıktık. Çamlı kendi halinde küçük bir mahalle, burada iki güzel plaj var, biri İncekum Plajı (buraya gidemedik), diğeri de Çamlı'dan teknelerle ulaşılan Sedir Adası'ndaki Kleopatra plajı. Sedir'e giden tekneler Kelebekler'e giden gibi, kişi başı gidiş-dönüş 20TL, yol yine tek yön 30dkya yakın sürüyor. Ada Kedrai (Sedirler) Antik Kenti'nin kurulduğu yer olduğu için müze statüsünde ve girişte Müzekart gerekiyor, kartınız yoksa 20TL de giriş ücreti ödeniyor. Adaya ulaştıktan sonra tuvalet, duş, soyunma kabini, şezlong ücreti yok. Tekneden inince önce antik kent kalıntılarını gezdik, çok bütünlüklü ve tam olmasa da büyükçe bir antik tiyatro, sarnıçlar, lahitler var. Antik tiyatro denizin dibinde, çok güzel konumlandırılmış. Geziyi tamamlayınca da meşhur plaja indik. Buranın kumu sadece burada ve Girit'te görülen ve özel biçimde oluşan kalker damlacıklardan oluşuyormuş (hakikaten kumlar kürecikler şeklinde) ve giderek kum hacmi azaldığı için zaten dar olan plaj alanı koruma altına alınmış. Sürekli bir cankurtaran/güvenlik burayı da gözlüyor, girmek, basmak, adanın dışına kum çıkarmak yasak. Şezlonglar ve piknik masaları da hep plajın üst gerisindeki çimlik alanda zaten. Neyse ki kumlarla denizin içinde temasınız oluyor ama :) Kumlarla ilgili bir efsane de Kleopatra ve sevgilisi Romalı Antonius'un burada buluşması için özel olarak gemilerle Mısır'dan getirildiğiymiş. Kumun rengi beyaza yakın sarı, deniz de tertemiz olunca suyun rengi açık turkuazdan derinlere doğru giderek koyulaşıyor. "Burayı görenin Maldivler'e gitmesine gerek kalmaz" diyorlar, o kadar değil tabii ama benzediği de bir gerçek. Sedir Adası'ndan Çamlı'ya dönüş tekneleri akşamüstü 17:30 - 18:30 civarında, biz de 18:30dakiyle döndük. Duşlarda biraz sıra olabiliyor, o yüzden denizden çıkış ve hazırlık için biraz pay bırakmakta yarar var.

Çamlı çıkışı rotamızı ikili tatilin son durağı Bodrum'a çevirdik. Bodrum tatilini bu gezinin dinlenme ve rahatlama yeri olara hayal edip otelde biraz cömert davranmıştık, Bitez'deki Doria Hotel'de konakladık. Otelin güzelliği daha lobisinden başladı, geniş bir araziye yayılmış 2-3 katlı bir otel, görünce tahmin edilebileceğinden daha fazla odası var ama hiç kalabalık ve büyük hissettirmiyor. Tek eksisi, bu otelin de Ölüdeniz'dekine benzer şekilde tepeye kurulmuş olması ve arabasız caddeye inmek için ciddi bir yokuş (ya da merdiven) olması. Yine yaşlı ve bebekliler için zorluk anlamına geliyor. Odamıza eşyaları attıktan sonra otelin hemen önünden geçen Bodrum-Gümbet dolmuşlarına atlayıp 20dkda Bodrum merkeze gittik. Cumhuriyet Caddesi üstündeki Kortan Restoran'da insanların boşalttığı deniz kıyısı masalarından birini kapıp geç bir rakı-meze faslına oturduk. Aslında artık kapanan (iyi ki bundan 3-4 yıl önce henüz açıkken bir gece oraya gitmiştik) Halikarnas Disco'nun yakınındaki Berk Balık iyi diye okumuştuk ama saat geç olmuştu ve biz kurt gibi acıkmıştık, çok da didiklemeden Kortan'a oturduk. Eh, burası Bodrum, çok da bir olayı olmayan mezelerin fiyatı bir anda 15TL'ye çıkıverdi :) Yemekten sonra rakılı kafayla biraz çarşıda dolaştık ama ne umduğumuz kalabalık vardı ne de barlarda coşan insanlar. Körfez ve Kule doluydu ama oralarda da malum dans pek yok. Biz de eski barlar sokağı, yeni tekilacılar sokağını bulduk. Ohoo, merkezdeki eğlence orasıymış meğer! İki küçük sokakta farklı farklı mekanlar var, en meşhuru ve açık hava güvenliklisi Karpuz. Ama aslında hangi mekanda olduğunuz çok fark etmiyor çünkü tüm mekanlar ortak müzik (Türkçe ve yabancı pop ağırlıklı) yayını yapıyor ve kitle baya coşkulu. Fiyatlar da çok uçuk değil, bira 20TL, Karpuz yanında çerezi ikram ediyor, ikinci gece takıldığımız Karpuz'un karşısındaki Mixx'te çereze 10TL çaktılar.

Bodrum daha yavaş tempolu ve dinlenme odaklı olacaktı ya; ertesi gün dört başı mamur, gazete okumalı keyif kahvaltısından sonra otelin her saat başı kalkan beach servisi ile Doria Beach'ine gittik. Beach'e dışarıdan giriş 45TL, otel misafirleri sadece yiyip içtiğini ödüyor. Beach'te kumsal yok gibi, çok dar bir çakıllık alan var sadece. Ortam gayet nezih, yemekler güzel ve fiyatları uçuk değil, müzik çok düşük seviyede, şezlonglar tamamen minderden ve yumuşacık. İnsan profili de düzgün, kimse gösteriş peşinde değil; herkes kafa dinlemeye gelmiş gibi. İlk gün yan şezlongumuzda Derya Tuna ve iki kadın arkadaşı vardı. Fiyat konusuna açıklık getireyim, lahmacun 18TL (55TL değil neyse ki), pideler ve pizzalar 27-30TL civarı, bira 18TL, küçük su 6TL, 1L'lik büyük su 10TL. Lessons learned: suyumuzu çantamıza atıp geliyoruz :)

Bodrum'daki ikinci akşam nerede yiyelim, ne yapalım diye biraz internette bakındık. Aratınca hep klasikleşmiş baba restoranlar çıkıyor, konu meze ise Gümüşlük Mimoza, Menengeç, efendime söyleyeyim Memedof, Kocadon, Tel Dolap falan... Bunlara gitmek de her babayiğidin harcı değil malum, bir kere sağlam bütçe ayırmak lazım, onu geçtim, bir hafta on gün önceden arayıp yer ayırtmak lazım (hey gidi!). Aklımızdaki ilk plan duş alıp toparlandıktan sonra akşamüstü dolaşması için Yalıkavak'a gidip sonra yine merkezde, belki (yer bulursak) Berk Balık'ta yemekti. Gerçekten de denizden güzel bir zamanda ayrıldık, odaya gelip üst baş değiştirdik ve odadan saat 18:00-18:30 arası çıktık, pek güzel. Bizim oda, havuzun altı gibi bir garip katta idi, havuzun olduğu otelin akşamları masa attığı alana çıkınca ortamdaki sakinlik, manzaranın güzelliği, gün batımı bizi oraya çiviledi sanki. Ben tek olsam bir 15 dakika izler yine yoluma giderdim belki ama yanımdaki bayılır böyle ortamlara, ben de öğreniyorum, zamanı durdurmak aslında iyidir kimi zaman ya, bende olmayan hani, ara sıra iyi geliyor. O akşam da öyle oldu. Biz önce "birer kadeh şarap mı içsek?" ile başlayıp  akşam yemeğini orada yerken bulduk kendimizi. Otelin mükemmel, orjinal bir mutfağı yok maalesef, ama yemeklerin lezzeti iyiydi. Menüleri dar bir kere, öyle alengirli yemekler yok; güzel bir rakı sofrası kurmak için harika manzara var ama otelin konseptine aykırı olduğundan mıdır bilmem, meze falan yok. Ah nerede o Kerem'lerle uzun uzun oturduğumuz Beyaz Güvercin'in rakı-meze akşamları!

Akşamı burada geçirdikten sonra yine dolmuşla merkeze gittik - Gümbet'in barlarından Club'larından çok emin olamadık açıkçası, yine farklı bir yer arandık ama bulamayınca fazla da zorlamadan yine Tekilacılar Sokağı'nda takıldık. Bu tatilin şarkılarını da yeri gelmişken yazayım, Demet Akalın - Kulüp ve Volkan Konak - Aleni Aleni. Herkes mi ezber etmiş bu Aleni Aleni'yi be!

Bodrum'daki son günü de Doria Beach'te sakin sakin takılıp deniz-güneş keyfi yaparak geçirdik, akşamüstü de İzmir'e yola koyulduk. Kurban Bayramı moduna girmiş şekilde 15dakika teyze ziyareti, sonra 4 gün aile yanı... Aile yanında bir günü hep beraber Çeşme'ye giderek değerlendirdik, bununla ilgili birkaç kelime karalamazsam içimde kalır. Hani hep duyar orada burada görürdüm "Çeşme / Bodrum'daki beach'ler, happy hour'lar" falan. Ben genel olarak böyle konseptlere yabancı olduğum, hayatım boyunca denize bedavadan girmeye alışık olduğum için daha önce hiç "kapıda giriş parası" verilen bir beach'e gitmemiştim - bunu tecrübe ettim (insanlık için küçük, benim için büyük bir adım evet). Biz de çıktık, Aya Yorgi'ye gittik. Eskiden Aya Yorgi'nin bir kısmında restoran gibi, masalarda oturup bir şeyler yiyip içilen, denize girilen daha mütevazı yerler varmış, şimdi tüm koy arada boşluk olmaksızın beach'lerle kaplı. Babylon'la başlıyor, Sole Mare'si, Tren'i, Paparazzi'si, Kafe Pi'si sıra sıra gidiyor. Biz tamamen otoparkı ücretsiz motivasyonu ile Paparazzi'ye gittik (bildiğimizden ettiğimizden değil). Girerken de ücreti sorduk, adam 110TL dedi, ben dedim ki Ilıca'ya gidelim. Meğer bu 110'un 75TL'sini içerideki yeme-içmenden düşüyorlarmış. Böyle olunca biraz daha makul bir yere geldi. Sonra baktım, işim de bu ya, kapının arkasında Yapı Kredi kartlarına 10% indirim, yapıştırdık kredi kartını, biraz da buradan kara geçtik. Aa dedim, Vodafone Red kampanyası, nedir efendim, iki kişiye 25'er lira ek bakiye ve iki alkolsüz içecek çeki; onu da aldık. Sonuç olarak herhalde edebileceğimiz maksimum kar ile içeri girmiş olduk. Burasının ortamı öyle korkunç tikican değil, aksine çocuklu aileler falan var çünkü Paparazzi'nin ufacık da olsa bir kumsalı var (diğer beach'ler tamamen iskele üstü). Burada bira hala 18TL, küçük su hala 6TL idi, hatta 10TL'lik büyük su en azından 1,5L olmuştu ama şu pahalı lahmacunlar kendini göstermeye başladı, 35TL! Pideler, pizzalar Doria'dan biraz daha pahalıydı (30+ gibi hatırlıyorum), büyük köfteli burgerler de 45TL civarında. Yani işin kısası, kabaca bir pide+2bira+1 su ediyor o 75TL (bir de 10% servis bedeli düşmek gerekiyor). Neyse, burası kapalı ve küçük bir koy ya, yattığın yerden yandaki diğer beach'leri de izleyebiliyorsun haliyle. Biz de denizden yüzerek tüm beach'lere çıkıp bir tur attık, ortamları içeriden de gözledik. Görebildiğim kadarıyla menülerdeki fiyatlar üç aşağı beş yukarı hepsinde yakın. Örneğin Sole Mare'de 60TL giriş parası alınıyor ve bir içecek dahil, ama otopark ücreti 20-30TL. Babylon'da giriş 65TL, sanırım içecek dahil değil, Turkcell Platinum'a 50% indirim var. Tren'de giriş 60TL, bir şey dahil mi emin değilim. Kafepi'de de giriş 60TL, bir içecek dahil, otopark da 30TL. Bunların içinde Babylon, Sole Mare ve özellikle Paparazzi en sessiz olanlar; Tren ve Kafepi akşamüstü bir kopuyor ki sormayın gitsin. Ortam olarak da en kopuk, en rahatsızlık verici olan Tren. Makyajla denize girme, yüzmeme, yiyecekleri alıp alıp yemeden bırakıp gitme, oturduğu yerde makyaj yapma oranı en yüksek mekan. Zaten bu yaz Kerimcan'lar, Demet Akalın'lar hep burada sahnedeymiş (umarım Kerimcan bir süre sonra tanınmaz hale gelir de bu cümle güncelliğini kaybeder). Tuvaletlerinde split klima çalışıyor, tuvaletin yanında parfümden gaz odasına dönmüş bir makyaj odası var; kadınlar happy hour'dan önce burada boyanıp, bir de burada temin edilen maşa ve düzleştiricilerle hazırlanıyorlar. Gerçekten de saat 17:00 civarında bir hareketlilik başlıyor, zaten pek kalabalık olmayan deniz de boşalıyor, Tren ve Kafepi'de parti sesleri yükseliyor. İşin bu kısmı aslında çok eğlenceli, tiplere çok takılmazsak (süper seksi bikini/iç çamaşırı gibi şeyler giymiş; topuklular üstünde, makyajlar içinde hatunlar; deniz şortunun üstüne kolları kıvrık keten gömlek geçirmiş şekilli abiler falan - böyle diyorum da yaş ortalaması görece düşük tabii) müzikler falan tam eğlenmelik. Biz de Paparazzi'den kıyı boyunca yürüyüp Kafepi'nin partisine iştirak ettik, burada bir de Pascal Nouma vardı coşturucu olarak, tam oldu :)

Paparazzi akşam 20:00 gibi sahile masa atıp akşam yemeği mekanına dönüşüyormuş, sonra da diğerleri gibi gece kulübüne. Biz toparlanıp kumru yemeye Çeşme merkeze gittik, gitmişken kumrunun üstüne bir de Rumeli Pastanesi patlattık. Tahinli dondurmanın üstüne tarçın serptirin dedi dondurmaları koyan süper tatlı çocuk, sözünü dinledik, pek güzel oldu. Bozuk para bulabildik diye bin teşekkür etti kasadaki süper kibar adam sonra. Burası gerçekten her yanıyla güzel bir pastane.

Geceyi "ne var ne yok" diye kısa bir Alaçatı turu ile tamamladık. Çarşıya giren caddede bizim oraya ulaştığımız 22:00 civarında yürümek gerçekten meziyet istiyor, bir zamanların Asmalı'sı mübarek. O hengamede Arven Garden diye arka bahçesi olan güzel bir şarap evi bulup orada oturduk, çok şahane oldu. Biz geceyarısına doğru eve dönüş için çıktığımızda o tıklım tıklım olan cadde önemli ölçüde boşalmıştı, sanıyorum gece yarısından sonra uyumak istemeyenler yine beach'lere akıyor, oralardaki partilerde sabahlıyor.

Bu yazın deniz tatili, yazın kapanışına denk geldi, Bodrum'da, özellikle Foça'da hava geceleri baya serindi; ama iki yıldan sonra başbaşa kalıp sakince denizin tadını çıkarabildiğimiz için bize ekstra iyi geldi. Gezip öğrenmek bir yana, dinlenmeli yaz tatili de önemliymiş, kendi hesabıma onu iyi anladım.


11/09/2017, İstanbul



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)