Sarı Sihirler Ülkesi Kapadokya

Yıllardır gidemedim diye hayıflandığım Kapadokya'yı 2017'nin 19 Mayıs'ında görme şerefine nail oldum. "Kapadokya için en güzel zaman 19 Mayıs tatili, yazın çok sıcak olur, kışın da kar kış" diyenlere inat sürekli soğuğa yakın serin hava, ara sıra yağmur, hatta bir kere kuvvetli dolu yağışı gördük; ama bu coğrafya yine güzel, yine etkileyici, yine dinlendirici...

Tatile anneler babalar karışınca benim için tur şirketi ile gitmek elzem, garanti çözüm. Bu defa da öyle oldu, programı daha uygun diye Jolly Tur'la, uçakla Kayseri üstünden geldik. İyi yanı, iyi kötü bilgi veren bir rehber var, kötü yanı, ben yine oryante olamadım, neresi nereye düşer pek anlayamadım.

Kayseri'ye, Erkilet (güzeli bağlar bozuyor) Havalaanı'na sabahın köründe inip otobüsle yaklaşık 1 saat doğudaki Devrent Vadisi ile başladık bölgeyi gezmeye. Kapadokya aslında 5 şehri içine alan bölgeye verilen isim doğu-batı yönünfr 180km, kuzey-güney yönünde 210km'lik alanı kapsıyor. Kuzeyinde Kırşehir, güneyde Niğde, ortada Nevşehir bulunuyor. Nevşehir, bölgenin en küçük şehri, Kayseri ise en gelişmiş olanı, ticarette ve şehircilikte ileri. Zamanında Asurlular vergi, faiz, ticaret kavramlarını Anadolu'ya getirmişler, Kayserililiğin temelleri de böylece atılmış olmuş herhalde :)

Görsel Kapadokya, yani peri bacalarının yoğun olarak bulunduğu bölge Ürgüp - Nevşehir - Avanos; yani tümü Nevşehir ilinde. Bölgede ortalama yükseklik 1150m civarı; bölgede iki volkanik dağ bulunuyor; Erciyes ve Hasan Dağları. Bu dağlara ek irili ufaklı volkanik tepeler de mevcut ancak faal değiller. Çatalhöyük'teki antik kentte duvar resimlerinde Hasan Dağı'ndan çıkan dumanların da resmedildiğini söyledi rehber, demek o zamanlar aktifmiş. İşte bu volkanik arazideki patlamalardaki kül ve lavın çökmesi ve erozyon, rüzgar ve yağmur/kar sularıyla aşınması ile şekil alması, peri bacaları adı verilen görsel Kapadokya'yı oluşturmuş. Eski yüzyıllarda bu şekilleri perileri yaptığına inanır, kovmak için ateş yakarlarmış; peri bacası adı buradan geliyor yani. Şapkaları aslında lav topları, şapkalar buluduğu şeklin devamını sağlıyor ve üstünde durduğu tabakayı koruyor. Peri bacalarının sadece görsel Kapadokya'da oluşmasının sebebi ise yakıından geçen Kızılırmak'ın suları ve iki yanda uzanan sıradağların rüzgar etkisini çoğaltması.

Peri bacalarının bazılarında katman katman renk farklılıkları göze çarpıyor, bunlar tüf tabakalarındaki farklı minerallerden kaynaklanıyor. Toprak tüf içerdiği için tarıma elverişli, Kayseri - Kırşehir'de şeker pancarı, Nevşehir'de patates yetiştiriliyor, Ürgüp'te bağcılık ve şarapçılık yapılıyor, hem de Hititlerden beri! Nevşehir-Ürgüp çekişmesi varmış buralarda, Nevşehirliler Ürgüplülere "şarapçı", Ürgüplüler ise onlara "çorbacı" dermiş. Etraf kayalarla çevrili, ponza taşı çıkarılıyor. Zaten Ürgüp adı da "taşlık, kayalık" anlamındaki Urkup'ten geliyor.

İlk durağımız Devrent (Hayaller) Vadisi. Buradaki peri bacalarının şekilleri canlılara benzetildiği için bu adı almış. Her vadide su ve rüzgar koşulları farklı olduğundan şekiller farklılık gösteriyor. 
   
Devrent Vadisi. Sağdaki oluşumu oturan bir deveye benzetmek mümkün

Sonraki durak Paşabağları/Keşişler vadisi. 3-12. yy arasında bu bölgede keşişler yaşarmış. İlk dini eğitim bu bölgede verilmiş. Zaten bölgedeki mağaralar, Hristiyanlık'ın yasak olduğu dönemlerde gizli kiliseler olarak kullanılmış. Taş yapısı olarak içerinin sıcaklığı yıl boyunca 10-15 derece arasında olduğu için bugün bile içlerinde yaşayanlar var; ayrıca bir kısmı otel ya da restoran olarak hizmet veriyor. Yolda yürürken kiralık ya da satılık mağaralar görebiliyorsunuz. Ürgüp taşı denen taştan yapılan evlerde klima gerekmediği, taşın doğal rengi olduğu için sıva boya istemediği söyleniyor.

O şapkalı peri bacalarının en net ve sıralı oluşumlarını burada görebildik. 19 Mayıs olmasına rağmen hava oldukça kapalıydı, tam mağaraları gezmeyi bitirdik, bir anda yağmur başladı...

   

Paşabağları'ndan sonra bir seyir terasında durup manzarayı izledik. Baktığımız yerin sağı Uçhisar... Buralarda kuru ağaçları nazar boncukları, kurdeleler ve testiciklerle süslemek meşhur, o sarı sihre renk katıyor.

   

Yağmur ihtimaline rağmen öğle yemeğinden sonra rotayı Ihlara Vadisi'ne çevirdik. Ihlara Vadisi Aksaray sınırları içinde kalıyor, ortalama yükseklik 65m, genişlik 85m, uzunluk 14km. Ortasından Melendiz Çayı geçiyor. Burası eskiden tıp vadisi olarak kullanılmış, burada bulunan mumyalardan örnekler, Aksaray daha önce Niğde'ye bağlı bir ilçe olduğu için Niğde müzesinde sergileniyor.

Biz vadiye gelip otobüsten indiğimiz sırada çok şiddetli yağmur, hemen ardından dolu yağmaya başladı. Bilet gişesinin olduğu yerde neyse ki geniş bir saçak vardı, onun altına sığınıp dolunun dinmesini beklemeye başladık. Yaklaşık yarım saatte her yer kar yağmışçasına bembeyaz oldu; yağış başladığı sırada vadinin içinde olan insanlar telaşla yukarı gelmeye çalışıyordu. Bir adam, kucağında küçük bir çocukla güç bela yukarı çıktığına, üstlerinde mont, şemsiye vb de olmadığından, sırılsıklamdı ve panikten şoka girip ağlamaya başladı. Üst baş değiştirecek eşya, sıcak bir alan da olmayınca biraz oturup çay ve şeker vermekten başka elden bir şey gelmedi, bir süre sonra ancak sakinleşebildi...


Doludan sonra Ihlara Vadisi

Dolu kesilince risk (ve tabii ki kapşonlu montlarımızı) alıp vadiye inmeye başladık. Vadinin içine girmek için 380 basamak inmek (ve tabii çıkarken de geri tırmanmak) gerekiyor, Basamaklar ahşap, üstleri dolu küreleriyle örtülü, herkeste düz tabanlı spo ayakkabılar... İniş biraz zorlu oldu, bir yandan kaymadan inmeye çalışırken bir yandan da yol açılsın diye buz kürelerini sağa sola süpürmeye uğraştık. vadi boyunca çok rahat bir yürüyüş parkuru yapılmış, işaretlemeler ve bilgi levhaları da oldukça yeterli.

Vadi parkuru haritası

Tüm görülecek yerler tabelalarla açıkça işaretlenmiş


Vadi boyunca pekçok kilise ve mağara var, burası coğrafi olarak oldukça korunaklı olduğundan hiçbiri virane değil ancak birkaçı günümüze çok sağlam kalabilmiş. Bunların biri Ağaçaltı kilisesi, diğeri ise Yılanlı Kilise. Kiliselerin yaklaşık 9-11.yy'dan kaldığı tahmin ediliyor. Agacalti kilisesi'nde boyamalar direkt taş üstüne, çoğu kuru sıva üstü boyamalar. Kiliselerde sıvanın içine renk karışmamışsa kuru sıva üstüne boyama (secco), sıva boyayı biraz emmişse ıslak sıva üstüne boyama deniyormuş(fresco) - yani tümüne fresco deyip geçmek doğru değilmiş.  Kiliselerdeki boyamalarda kırmızı renk hakim, renkler doğal kırmızı kilden elde ediliyor, bu renk Anadolu'daki en eski renkmiş, Çatalhöyük'te de varmış. Boyamalar yıllar içinde el birliğiyle dökülmüş, Hristiyanlar birer parça koparıp suda eritip şifa niyetine içmiş ya da kutsal diye yüzleri söküp satmış, Müslümanlar günah diye yüzlerini sökmüş... Kiliselerin içinde Cebrail'in Meryem'e hamile olduğunu müjdelemesi, İsa'nın doğumu ve ilk banyosu, bebek İsa'ya hediye sunumu vb tasvirler bulunuyor. 



Ağaçaltı Kilisesi


   
Yılanlı Kilise


Ihlara Vadisi gezisinden sonra otele geçtik. Bizim kaldığımız otel Ortahisar'da, Burcu Kaya Otel'di. Buradaki otellerin çoğu kaya oteli olmasa da bölgenin ruhuna uygun dekore edilmiş sanıyorum, bizimki de öyleydi. Her ne kadar yemeklerinden çok memnun kalmasak da iş gördü, Ürgüp ve Göreme merkezlerine de akşamları taksiyle 25TL civarında ulaşım mümkün. Biz bir akşam Ürgüp'e, diğerinde Göreme'ye gittik. Göreme merkezi daha canlı, hava serin olduğu için dışarıda oturamadık ama güzel mekanlar vardı, daha ılık havalarda ortamın çok daha şenlikli olacağı kesin. Yine de Göreme'de güzel canlı müziği olan bir kafe/barda oturup, yerel şarap içip güzel zaman geçirdik.

          

Otelden birkaç kare

İkinci gün ilk durak bir taş işleme ve takı mağazasıydı. Önce taşlarla ilgili bilgilendirme yapıldı, sonra satış alanına geçildi - klasik turist işleri. Önce turkuazı, eski adıyla firuzeyi anlattı, en değerlisi Türk turkuazıymış ama gerçeğinden çok sahtesi olduğundan mutlaka sertifikalısı alınmalıymış. Zultanit diye yeni çıkmış bir taştan bahsettiler sonra, 10% titanyum içeriyormuş, işlenince pırıl pırıl cam kristal oluyormuş ancak titanayumdan ötürü hala yeşil görünüyormuş. Aslında asıl özelliği ışığa göre renk değiştirmesi, gün ışığında mor, beyaz ışıkta sarı, sarı ışıkta kırmızı görünüyor. Renk değişikliği oranını artırmak için laboratuarda içindeki titanyum oranı arttırılıyormuş. Bu arada taşın içinde olmayan mineral konursa taş sahte oluyormuş, içindeki mineral artırılıp azaltılırsa işlenmiş deniyormuş. Sonra geçti onyx taşını anlatmaya; onyx'in en değerlisi en derinden çıkarılan yeşil renklisiymiş. Bu yeşil taş Türkiye, İran ve Pakistan'da çıkıyormuş ve en iyisi Pakistan'da çıkanmış. Sarı onyx sadece Sivas'ta çıktığından Sivas taşı denirmiş, simsiyah lanlar sadece Kapadokya'da çıkarmış... Onyxle ilgili en değerli bilgi de, mermerden ayırmak için arasından ışık tutulması gerektiği, en kalın onyx bile ışığı geçiriyor ancak mermer geçirmiyor. Bu tanıtımdan sonra ilginç bulduğumuz zultanit taşından bir kolye-küpe takımı aldık ancak onyxten yapılmış herhangi bir biblo almadık. Sonrasında Üç Güzeller'in oradaki çarşıda da pek çok onyx biblo satan yer gördük, bence hepsi ışık geçiriyordu ve fiyatları buradan çok daha uygundu.


Taş alışverişinin ardından Güvercinlik Vadisi'ne ve Çavuşin Harabeleri'ne gittik. Güvercin bölgede önemli, hem haberleşme aracı, hem de yumurtasının beyazını sıva yapıştırıcısı olarak kullanılıyor. Mağaralar min 1600-1700 yıllık, bölgede 4000 yıllık yerleşim var. Adını aldığı şekilde bolca güvercine yaşam alanı olmuş vadinin uzunluğu 4km kadar.

   
Güvercinlik Vadisi. Bu bölgede ağaçları testi ve nazar boncuğuyla süslemek pek moda

   

Çavuşin Köyü, harabelerin önünden yürüyerek harika manzaralar görülebilen bir rota. Burada yaşam, yine Hristiyanlığı yaymaya çalışanların askerlerden kaçarken sığınmasıyla başlamış. Mağaralara evler kurulmuş, bir de güvercinlikler, güvercinler geçim kaynağıymış. Çavuşin Köyü, bölgeye Müslümanların gelmesiyle her iki dinden insanın yaşadığı bir yer haline gelmiş, şimdi hem cami hem kilise kalıntıları barındırıyor.

   
Çavuşin köy evleri ve ilk yapım tarihi net bilinmeyen Çavuşin Camisi

   
Bölgedeki eski mağara evleri satışta, genelde otel ve restoran olarak kullanılıyor

   
Yabani çağla ve Çavuşin'den peri bacası manzarası

Öğle yemeğini yer altına sonradan taş içine oyularak yapılmış Uranüs Restoran'da yedik. Bölgenin meşhur testi kebabı vardı. Yemekler güzeldi, ortam yemeklerden çok daha etkileyiciydi. Duvarlara oyulmuş resimler, loş ortam, tamamen taş bina ve tam merkezde kanunla canlı müzik. Tek sorun, içerisinin biraz havasız olmasıydı.

   

Yemek sonrası, meşhur Üç Güzeller'e gittik. İki dev peri bacası, biri anne biri baba; birinin kucağında da yavrusu. Bir efsaneye göre bir çobana aşık olup onunla kaça prenses, çocukları olunca kralın onları affedeceği umuduyla yola çıkar, ancak kralın öfkesini haber alınca Tanrı'ya eşini, kendisini ve çocuğunu taşa çevirmesi için yalvarır. Bu efsane yüzünden çocuğu olmayanların da ziyaret edip dua ettiği bir yermiş burası.

   
Üç Güzeller ve dibindeki küçük çarşıda satılan Kapadokya balonları

Kapadokya'ya giden herkesten şaraplarına övgüler duyarsınız, bir de sütlü kabak çekirdeğine! İğdedir, kabak çekirdeğidir çarşılarda, yol kenarlarında kolayca ve en güzelini bulmak çok kolay. Şarap için oturduğunuz kafelerde yerellerden deneyin, biz pişman olmadık. Ama Turasan'a uğrayıp tadım yapmak ve şarap almak da olmazsa olmazlardan. Turasan'da önce mahzeni gezdirip bilgi veriyorlar, sonra tadım ve satış alanında vaktiniz yettiğince tadım yapıp, kafayı hoş tutup şarap satın alabiliyorsunuz. 6 şişe alırsanız evinize kargoluyorlar.

Turasan'ın hemen iki adım ötesinde Asmalı Konak dizisinde kullanılan konaklardan biri bulunuyor. Konak, avluda daha net anlaşıldığı üzere kayaya oyulmuş taş, güzel bir yapı. Girişte cüzi bir ücret alıyorlar, içeride dizi dekorunun bir kısmını görmek mümkün. Tabii ki ana baba günü, dizinin ününün henüz sönmediği dönemlerde nasıl kalabalıktı kim bilir!

   

Asmalı Konak

Asmalı Konak dizisinde benim asıl hatırladığım konak ise Ürgüp'teki Asmalı Konak'a 6km mesafedeki Mustafapaşa Köyü'nde bulunuyor ve halihazırda restoran-otel olarak hizmet veriyor. Buranın içi gezilemiyor, ancak zaman ayırıp bir şeyler yiyip içmek gerek. Sanıyorum dizide konakların biri yanınca diğerine taşınıyorlardı.

  
Mustafapaşa'daki Asmalı Konak. Balkonundaki işçilik dikkat çekici

Mustafapaşa, Rumlar ve Türklerin bir arada yaşadığı güzel bir kasaba. Ayakta kalan kiliselerden Konstantin-Eleni'yi gezdik. 1729 yılında yapıldığı düşünülüyor. Girişindeki yazıda "Ben, en mukaddes kraliyet ailesinin kilisesiyim; Konstantin ve Helena’nın I.Sultan Ahmet zamanında inşa edildim. I.Abdülmecid zamanında tezyin edildim ve meşhur Paisios Piskopos olduğunda Sinasos halkının gayretleri ve harcamalarıyla 1792 yılında tamamlandım.1850 de onarıldım." yazıyormuş. Kilisenin içindeki frescolar mübadele sırasında sökülüp götürülmüş, ancak yapısı iyi durumda. Rehber, köydeki Rum ve Türk halkların çok kaynaşık olduğunu, kilise duvarındaki Yunanca yazıların Türkçe düşünülüp Yunan harfleriyle yazıldığını düşünüyordu, "her Yunan anlayamaz" iddiasındaydı. 


Mustafapaşa'da eski taş yapılar bugüne entegre olmuş gibi, garip, mistik bir hava var. Eski kervansaray bugün Kapadokya Meslek Yüksekokulu olarak hizmet veriyor.

             
Sağdaki kapı Meslek Yüksekokulu'nun. Valla bak.

Mustafapaşa'dan sonra kısa bir yolculukla Kaymaklı Yeraltı Şehri'ne ulaştık. Kapadokya bölgesinde tüf kayalara oyularak yapılmış, resmi kaynaklara göre 36 adet yeraltı şehri bulunuyor, 7 tanesi ziyarete açıkmış. Kaymaklı ve Derinkuyu gezip görmeye değer ikisi. Rehberimiz Kaymaklı'nın Derinkuyu'ya göre daha rahat gezildiğini ve daha güzel olduğunu söyledi, Derinkuyu'ya gitmedim, teyitli bilgi değil :) Yeraltı şehirleri aslında yaşam alanı amacıyla değil, Hristiyanlığın yasak olduğu dönemlerde sığınak amaçlı tasarlanmış. 2-3 ay yaşanabilecek bir ortam mevcut. Şehirler yapılırken önce bacaları yapılıyor, sonra suya ulaşana kadar kazılıyor, odalar bacanın etrafına inşa ediliyor. Tüm katların bacayla bağlantısı var. Yeraltı şehirlerinde erzak deposu, ahır, mutfak, şaraphane, hatta morg bile var, ölüler morgda bekletilip yeryüzüne çıkınca toprağa veriliyormuş. Genelde tüm alanlar ortak kullanımlı, sadece odalar özel alan. Her yeraltı şehri yaklaşık 4-5bin kişi kapasiteli, her ailenin kendine ait bir giriş tüneli var. Kaymaklı'da bu şekilde 52 tünel varmış, gezintiye açık olan biri gezilebiliyor. 

Kaymaklı 8 kattan oluşuyor ve MÖ 3000 yılına kadar tarihleniyor. Düşmanlardan korunma amacıyla tavanlar alçak, tüneller dar yapılmış. Katlar arasında kapılar var ve dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı kapıları içeriden kapatmak için büyük sürgü taşları kullanılmış. 

   
Çektiğim fotoğrafların çoğu titremiş, en anlaşılır görüntülerle Kaymaklı Yeraltı Şehri

Kapadokya bölgesinde yapılabilecek iki ana aktivite var, biri sıcak hava balonuyla tur, diğeri ATV safari. Dedim ya, gittiğimiz dönemde normalde havanın daha ılık ve yağışsız olmasını beklerken tam tersi çıktı. Balon için bir gün önceden rezervasyon yaptırılıyor, ödemeler yapılıyor, ertesi gün herkes uyanıp kaldığı otelin resepsiyonunda toplanıyor, baloncular servislerle insanları toparlayıp uçulacak yere götürüyorlar. Biz inanılmaz bir hevesle balon sevdası ile ikinci sabah (yolculuk ertesi sabah) saatleri 05:00'e kurup uyandık, resepsiyona gittiğimizde turların hava şartlarından ötürü iptal olduğunu öğrendik. Maalesef balonun kalkıp kalkmayacağı gerçekten o sabah kalkıştan ~1 saat önce belli oluyor ve x balonculuk kalktı, y kalkmadı gibi bir durum yok, çünkü hepsi tek elden yönetiliyor ve izinler tek yetkiliden çıkıyor. Balonların uçması en çok rüzgarın durumundan etkileniyor, yani kışın göbeğinde, kar varken de hava durgunsa balonla uçabilirsiniz. Balon turizmi yerel halkın en önemli geçim kaynaklarından biri olmuş, çok sayıda balon şirketi var. Bizi Ürgüp'e götüren taksi şoförü de balon pilotuymuş mesela, anlattığına göre iki yıl süren bir eğitimle balon pilotu olunabiliyormuş. 6 ay teorik, 6 ay 2 öğrenci 1 eğitmenle uçuş, 6 ay iki öğrenci yolcusuz eğitim uçuşu, 6 ay 12 kişilik küçük balonla yolculu uçuş aşamalarından sonra yalnız uçurabilir hale geliyorlarmış.

Balonla çıkamayınca ATV safari mi yapsak diye düşündük, hatta gruptan iki kişiyi safaricinin servisiyle önden gönderdik ancak yağmur çok artınca ondan da vazgeçtik. Bize de gerisingeri yatıp uyumak düştü... Ertesi sabahki balon durumu için her kafadan bir ses çıktı, rehber "uçmaz" dedi, lokallerden uçar diyen de oldu, uçmaz diyen de. Sonuç olarak üçüncü gün üst üste 5te uyanmak zor geldiği, o akşam da yola çıkılacağı için hiç yazılmadık bile. Kapadokya'ya bir daha gelmek için bahane oldu...

Üçüncü günü sabahına Göreme Açıkhava Müzesi ile başladık. Müzenin olduğu vadi 13.yy'a kadar Hristiyanlara dini eğitim verilen bir okul gibiymiş. Dini eğitimi ilk başlatan kişi Vasilyus (Bazil) Kapadokyalıymış, ondan önce de keşişler varmış ancak onlar manastırda yaşayan ve hayat boyu ibadet eden  insanlar, herhangi bir eğitim misyonları yok. Kapadokya'da 365 civarı kilise olduğu tahmin ediliyor.

Müzenin girişinde solda altı katlı Rahibeler Kilisesi, sağda Rahipler Manastırı var. Rahibeler Kilisesi'nin katları arasında tüneller varmış (ancak içleri gezilemiyordu); ayrıca Rahibeler ve Rahipler'in arasında bağlantı tüneli olduğu söyleniyormuş. Kiliselerin orjinal Rumca adlarının söylenişi zor olduğu için içlerindeki süslemelere göre Tokalı, Elmalı, Çarıklı gibi Türkçe isimler verilmiş. Mesela Elmalı Kilise, girişi yeraltında olan, kimine göre içinde elma ağacı olduğu için, kimine göre kilisedeki Cebrail elinde bir elmayla resmedildiği için bu adı almış. Kiliselerde kullanılan gri renk güvercin gübresinden, açık kırmızı kilden, koyu kırmızı bir bitkinin kökünden, mavi kobalt lapisten (ki eğer lapisse kiliseyi yaptıran çok zengin demekmiş, o zamanlar lapis altın kadar değerliymiş. Tokalı Kilise'de görmek mümkün), yeşil ceviz kabuğundan, sarı safrandan elde ediliyormuş.


Rahibeler Kilisesi

Açıkhava müzesindeki kiliselerde en çok resmedilen sahnelerle ilgili aşağıdaki tabelayı yapmışlar, ki bence oldukça faydalı. Kiliselerin çoğunda resimler tahrip olmuş olsa da bu tabeladakiler hatırlanınca daha iyi anlaşılıyor.

                                       



Kiliselerin tümünü, Açıkhava Müzesi'nin çıkışında bulunan Tokalı dahil gezmek, Açıkhava Müzesi girişinin içinde (Müzekart geçerli); ancak müzenin içindeki Karanlık Kilise için ekstra kişi başı 10TL ücret ödeniyor. Kesinlikle görmeye değer, bunu söylemeliyim. Yerden yüksekte olduğu, oldukça dar bir koridorla girildiği ve sonrasında da ziyareti kısıtladıkları için süslemeleri ve resimleri en iyi korunmuş kilise. Çıplak Onophrius tasviri ise Yılanlı Kilise'de. Onophrius, kadın mı erkek mi olduğu tam anlaşılamayan bir şahsiyet, bir rivayete göre çok güzel bir kızken yıllarca canının çektiğiyle gönül eğlendirdikten sonra bir gün günahlarındn kurtulmak için Tanrı'ya güzelliğini alması için yalvarır ve Tanrı Onophrius'un yüzünde sakallar çıkarır. O günden sonra Onophrius azizlere karışır ve inzivaya çekilir. 

Açıkhava Müzesi'ni detaylıca gezmek yarım günü rahat alır, biz de sanıyorum burada 3-4 saat harcadık. Kiliseler, şapeller, yemekhane ve etrafta uzanan Kapadokya manzarası çok güzel.

   
Karanlık Kilise'den manzara ve kilisenin dış cephesi


Bölgede çömlekçilik ve halıcılık meşhur ya, tur bizi öğle yemeğinden önce halıcıya, sonra çömlekçiye  götürdü. Eskiden aileler kız alırken halı dokuyan kızları tercih edermiş, çanak yapamayan erkeğe kız vermezlermiş. Halı dokumacılar şimdilerde halıcıda eğitim alıyor, evde dokuyor, tamamlayınca halıcıya teslim ediyormuş. El dokuması halı tam deli işi, çok büyük dikkat istiyor ve gözleri çok yoruyor. İpek halıda 27*36cmlik halı 4-6 ayda bitiyor her 15dkda mola veriyor günde 2.5 saat çalışıyor. Halınım bitme süresi ilmik sayısıyla ilgili, ne kadar ince halı o kadar fazla ilmik demek. Yün halıların kalitesi de yünü hayvanın neresinden elde edildiğine göre değişiyormuş, örneğin koyunun gerdan bölgesindeki tüyler daha yumuşak oluyormuş ve kök boyasını daha iyi emiyormuş. Halıların renkleri, yapıldıkları bölgenin bitki örtüsüne yani elde edilen kök boyanın rengine bağlı olarak değişiyormuş; doğu halıları daha koyu, batı daha açık renkli olurmuş. Bir de halı dokuyan kızların gizli mesajları varmış; saçakları kısa ise kız evliliğe hazır değil, uzunsa hazır demekmiş. Halının saçaklarını çift bağlarsa "başım bağlı" demekmiş, üçlü bağlarsa ise bebek müjdesi anlamına geliyormuş. 

Çömlekçiye gittiğimizde önce nasıl yapıldığını, yapan bir kişi ile birlikte anlattılar, sonra da "denemek isteyen var mı?" diye sordular. Ben! Dönen tezgahta kilden çömlek yapmadım da demem artık. Gerçi yaptığım yamru yumru kaseyi ne yapacaktım, nerede kurutacaktım o da ayrı konu da, anında bozulduğunu bilmek insanı biraz kırıyor :) Genel süreç şöyleymiş: Çamura şekil veriliyor, 2 hafta - 2 ay arası kuruyor, fırında pişiyor, deseni çiziliyor ve vernikleniyor.

Testiler, çömlekler falan çok meşhur tabii de, buraların imzası  halkalı Hitit testisi. Omza asılarak kullanılıyormuş.

           


   
Hitit testisi ve hem güneş hem rüsgar enerjisi üreten direkler

Çömlekçi ziyaretinden sonra dönüş yoluna geçtik, önce Hacı Bektaş Veli'yi ziyaret ettik. Anadolu'daki Alevi-Bektaşi anlayışının mimarı olan Hacı Bektaş Veli, Osmanlı İmparatorluğu'nda 14.yy'dan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük etkinliği olan, II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte kapatılan, Abdülaziz zamanında tekrar canlanan ve 25 Kasım 1925 tarihinde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına kadar devam eden Bektaşi tarikatının piri. Hacı Bektaş Veli'nin Yeniçeri Ocağı'nın kurucusu olduğu iddiaları da bulunuyor, genel olarak Yeniçeri'lerin Bektaşi olduğu biliniyor.  

Türbenin avlusunda Kahveci Baba'nın mezarı bulunuyor. Dergahta dibekte kahve döven bu kişi, rivayete göre "ben kahve döverken (sesle) herkesi rahatsız ettim, beni herkesin bastığı yere gömün, üstümden geçip bana rahatsızlık versinler" diye vasiyet ettiği için mezarını buraya yapmışlar. II. Mahmut 1826 yılında Yeniçeri Ocağını kapatıp, Bektaşiliği yasaklamış, "Anadolu'daki bütün Bektaşi tekkelerinin türbe mahalleri hariç bütün binalarının yıktırılmasını; eşya, emlak ve diğer gelirlerine el konulmasını" emretmiş. Şimdi o caminin girişine yakın bir duvarda Hacı Bektaş'ın nasihatleri asılı.


Meydan Evi, girerken saygı gösterilsin diye alçak tavanlı yapılmış bir toplantı yeri. Burada hem Bektaşi törenleri düzenleniyormuş hem de sorunlar tartışılıyormuş. Yine saygı gereği, odadan geri geri çıkılırmış.

   
Meydan Evi ve on iki imamı temsil eden on iki post

Alevilerin On iki imama inanışı farklı yerlerde bu sayıyı öne çıkarıyor. Bektaşilik yoluna bağlılığı temsil eden teslim taşı on iki köşeli, Cem'de on iki hizmet için birer kişi bulunuyor vs.



Türbenin olduğu odada huşu hakim, ağlayanlar, dua edenler... 
   

Gezinin son durağı Kayseri şehir merkezi. Pazar akşamüstü olunca çarşıdaki mağazaların bir kısmı kapalıydı, Gevher Nesibe'ye gittik ancak içeri giriş yoktu. Gevher Nesibe, Selçuklu hükümdarlarından II.Kılıçarslan'ın kızı. Sarayın başsipahisine aşık olmuş ancak abisi Gıyaseddin Keyhüsrev evlenmelerine izin vermeyip başsipahiyi savaşa göndermiş, asker de savaşta ölmüş. Bunun üstüne Gevher Nesibe üzüntüden verem olmuş, abisine vasiyeti ise adına bir hastane yaptırmasıymış. 1206 yılında yaptırılan Gevher Nesibe hastanesinde genelde ruh hastalıkları tedavi edilmiş ve dünyanın ilk okul - hastanesi sayılıyor.

Gevher Nesibe'yi gezemeyince Hunat Hatun Külliyesi'ne gittik. İçerinin gayet sakin olmasından mıdır bilmem, camiyi de külliyeyi de çok beğendim, etkilendim. 

Kayseri'ye gelmişken Elmacıoğlu'nda bir iskender (çok meşhurmuş), mantı, sarma, yağlama ve pastırmalı pide yedik - elbette 3 kişi, paylaşarak :) Yağlama bana gereksiz geldi ama diğer yemekler gayet lezzetliydi. Zaten Elmacıoğlu gördüğümüz kadarıyla yüksek talep olan, hiç boş kalmayan bir yermiş, ününün hakkını veriyor.

Kapadokya güzeldi, dinlendiriciydi ama yine turla gelmenin verdiği bir şaşkolozluk var bende, yazarken bazı anları hatırlamadığımı fark ettim mesela. Bir ziyareti daha kesinlikle hak ediyor. Daha bu işin daha güneşli havası var, balon turu var, kar yağınca da çok güzel oluyor diyorlar hem? 


18/08/2017












Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)