Doğu Karadeniz'de ikinci round

Karadeniz'in doğusuna, canım daha önce oralarla haşır neşir olmadığı için, üç yıl sonra yeniden kavuştum; iyi ki de kavuştum. Bu defa tursuz, daha kısa (4 gün), daha kendimiz gibi...

Trabzon havaalanından kiraladığımız arabayla önce Batum yollarına düştük. Yola çıkışımızdan yaklaşık 2,5 saat sonra sınıra vardık. Hopa'ya yaklaştıkça yolun sağında birikmiş TIR sıralarını görünce "acaba sınır yoğun mu?" diye kaygılandık açıkçası, zira daha önce sınırdaki acılı saatlerimi aktarmıştım... Ancak hiç de düşündüğümüz gibi olmadı, günlerden cuma, resmi tatil değil, tam da öğle vakti olunca sınırda tek tük insan vardı. Arabayı Sarp köyünde, tam sınıra yakın otoparka bıraktık. Otopark işi oldukça rahat, sadece Hopa'da yolda sorduğumuz bir abi mutlaka fiş veren bir yere bırakılması gerektiği söylemişti. Sınırda bekleyen doğru dürüst kimsecikler olmayınca, bizim yurtdışı çıkış harcını ödeyip pasaport yerine geçen formu almamız (15 TL ödeniyor) ve Gürcü kontrolünden geçmemiz toplam yarım saat kadar sürdü.

Sınırdan geçince, dolmuş ya da taksi ile Batum şehir merkezine ulaşmak mümkün. Taksiciler fazla ısrarcı ve yapışkan, çoğu kişi az buçuk Türkçe de konuşuyor. Buradaki küçük döviz bürolarından biraz Lari bozdurduk. Yanımızda Dolar götürmüştük ama TL de çeviriyorlar. Her ikisi için de kur şehir merkezinde daha avantajlı, sınırda 1 USD = 2,36 GEL iken merkezde 2,4'e çıkıyor. Gözümüze kestirdiğimiz bir taksiye binip otele doğru yol aldık. Araçların direksiyonlarının bir kısmı sağda, bir kısmı solda; ama trafik sağdan akıyor. Bizim bindiğimiz aracın direksiyonu da meğer sağdaymış, yolda giderken şoför sollama yapmaya pek meraklıydı, önünü görmek için boynu kopacaktı az kalsın...

Daha önce geldiğimizde de kaldığımız Intourist Palace Otel'e eşyalarımızı bırakıp günlerdir hayalini kurduğumuz haçupuri yemeye Porto Franco'ya gittik. Yanında da birer kadeh Gürcü şarabı, mis! Haçupuri'nin tanesi 9 GEL, şaraplar sudan ucuz, kadehi 5GEL.



Karnımız doyunca kendimizi yollara vurduk ve Batum'u gündüz gözüyle gezmeye başladık. Yüzölçümü fazla büyük olmayınca, merkezinde tamamen yaya olarak neredeyse her yere gidilebiliyor. Miracle Park, Batum'un simgesi haline gelmiş yapıların ve eserlerin toplandığı bir alan. Park alanı çok kısa sürede tamamlandığı için adını Miracle (mucize) koymuşlar. London Eye'a öykünen bir dönmedolap var, bu sefer (biraz da dinlenme amacıyla) bindik. Çok bir olayı yok, bunun yerine Alphabet Tower'a çıkmak daha iyi bir seçenek (evet, doymadık ona da çıktık). Alphabet Tower 135m yükseklikte ve DNA sarmalı şeklinde tasarlanmış. Üstünde Gürcü alfabesindeki 33 harf var, özellikle gece ışıklandırılınca oldukça güzel görünüyor. Kuleye çıkış ücretli, tepede şehir manzarasını izledikten sonra bir alt kattaki döner cafe-restoranda soluklanıp bir şeyler yiyip içebilirsiniz; fiyatlar oldukça makul, koca demlikte çay getiriyorlar 5 Lari, ortam çok sakin, koltuklar aşırı rahat.

   
Dönmedolaptan Batum ve Ali ve Nino görüntüleri. Solda İzmir saat kulesine benzeyen Chacha Tower


Bizim bu ziyaretimiz Batum'un en iyi, en popüler zamanında olmadı; o yüzden şehir benim önceki gelişime göre hayli sakindi. Ne gece ışıkları daha önce gördüklerim kadar şaşaalıydı, ne de dans eden fıskıyeler çalışıyordu. Örneğin, yüksek sezonda Chacha Tower'dan Gürcülerin meşhur içeceği Chacha akıyormuş. Chacha, votkadan daha sert bir içki, alkol seviyesi 45-60% arasında, hayli sert.

Miracle Park'ın bence en önemli eseri 2010 yılında yapılan 8m'lik Ali ve Nino heykeli. Heykel, farklı milliyetteki insanlar arasındaki sonsuz anlaşma ve aşkı simgeliyor. Gürcü prenses Nino ile Azeri aristokrat Ali'nin aşkını anlatan heykeldeki figürler birbirine doğru yaklaşıyor ve bir noktada birbirine değmeden iç içe geçiyor.

   
Miracle Park manzaraları


Batum çok müze zengini bir şehir değil, az zaman varsa, günü tamamen şehri yaya dolaşmaya ayırabilirsiniz. Fazladan vakit olursa botanik parkı iyi bir seçenek. Biz günün kalanını tamamen şehir keşfine ayırdık. Sahil boyunca uzanan 7km'lik Batumi Boulevard'da bir yana Karadeniz'i, diğer yana yemyeşil parkı alıp dolaşmak oldukça keyifli, bana Bakü'de Hazar kıyısındaki yürüyüşleri anımsattı, aralara yerleştirilmiş heykeller de bonus. Tam sezon olmadığı için şehir daha önce gittiğime göre hayli boştu ve gece görece karanlıktı ama yine de fena yer değil Batum.

   

Burada görülmesi gereken en önemli yerlerin başında elinde iktidar sembolü altın postu tutan Medea heykeli geliyor. Hikayesini önceki yazıda uzun uzun anlatmıştım. Medea heykelinin bulunduğu Europe Square, binalarıyla Avrupa'yı andırıyor ve göz kamaştırıyor.

   

Medea heykeli ve Avrupa Meydanı


Batum'daki akşam yemeğimiz için Gürcü yemekleri sunan Old Boulevard restoran'a gittik. Ortam çok güzel, bir de cuma akşamı olunca piyano ve gitarlı canlı müzik vardı - mis! Akşam tamamen Gürcü yemeklerinden gittik. Old Boulevard'da başlıca Gürcü yemekleri var, sadece Gürcü mantısı hinkal yapmıyorlar ancak bence çok büyük kayıp değil. Yemekler genel olarak gayet lezzetli, peynir ve ceviz sıkça kullanılıyor. Ben sadece kişnişin fazlaca yoğun olduğu yemeklerde zorlandım.

   
İçi peynir ve cevizle dolu patlıcan kızartması (badrijani nigvzit) ve kişnişli flaxis asorti. Patlıcan favorimdi

                                         
Chashushuli, güveçte domatesli et, çok lezzetli


Yemekle beraber Gürcü birası Nataxtari içtik, üstüne sırf denemek için Chacha aldık ancak içmek gerçekten zor. Garson bir sek, bir ballı getirdi ama ballı olanın aroması oldukça geride; sertliğinden bir şey kaybettirmiyor. Restoranda iki ana yemek, iki meze, iki bira ve iki Chacha için toplam 70 Lari ödedik, fiyatlar gayet makul.

   
Chacha'lar (sağda) küçük kadehlerde sunuluyor

Batum'un casino'ları çok meşhur. Biz de merakımızdan restoran çıkışında hemen yandaki Shareton Otel'in casino'suna girdik. Kapıda kimlik alıp, fotoğraf çekip bir casino kartı basıp veriyorlar, sonaki gelişlerde de yanında götürüyorsun, içine para yükleniyor, slot makinelerine bu kartlar takılarak oynanıyor. İçerisi tahmin edilebileceği gibi tamamen Türk dolu. Tüm çalışanlar ve kurpiyerler Türkçe biliyor, nerede olduğunuzu unutmak işten bile değil. Batum'da kapalı mekanlarda sigara yasağı olmadığı için dumandan göz gözü görmüyor, tam duman altı. Vegas'taki gibi şaşaalı, eğlenceli, nezih bir ortam yok, orada "eğlenen"ler, turistler ağırlıkta, burada ise gerçekten kumara gelenler. "Kumarhanelerde yeme içme ücretsiz ve sınırsız" geyiğinin burada gerçeğe döndüğünü gördük, bir odada açık büfe yemekler, tatlılar duruyor ve bardan istediğinizi gidip içebiliyorsunuz. Burayı görmenin bize tek faydası herhalde bunu görmek oldu.

Yemek ve casino ziyaretinin ardından sahil boyunca biraz yürüyüp otele geçtik. Sabah vakitlice Türkiye'ye geçmek için erken kalktık ve kahvaltının ardından otelin yakınlarındaki markete uğradık. Buraya özgü Sulguni peyniri ve bal aldık. Peynir gerçekten lezzetli çıktı, tuzsuz ve pürüzsüz, taze kaşara benziyor. Ballar da fiyat olarak oldukça uygundu; biz bir tane sürmelik sanıyorum bal ve arı sütü karışımı, bir de kestane balı aldık. Eh, bir de armut gazozu tabii :) Elimiz kolumuz dolu marketten otele dönerken caddeden karşıya geçmemiz için bir araç bizim için yavaşladı, biz tam geçerken arkasındaki araba duramayıp bize yol verene çok fena çarptı. Biz olayın şoku ve "biz mi sebep olduk ya?!" paniğiyle olay mahallinden koşarak uzaklaştık, aralarında anlaştıklarını umuyoruz...

Sınıra yine taksiyle gittik, dönerken taksiyi otelin resepsiyonundan çağırdık ve tahmin edilebileceği üzere gelirken verdiğimizden daha az ücret ödedik. Sınıra sanıyorum 11:30 gibi ulaştık ancak bu sefer gelirken olduğu kadar şanslı değildik, tatilin ilk günü olmasından mıdır nedir, çok sıra vardı, Türkiye'ye geçişimiz toplam 1,5 saat kadar sürdü. Neyse ki hava güzeldi, çok sıcak ya da soğuk havalarda ayakta, hele de aşırı medeni de sayılamayacak insanlarla bu uzun kuyrukları beklemek çok hoş olmuyor ne de olsa...

Gürcistan'dan çıkarken nedense bol şans diliyorlar. Hani kumarhaneler oradaydı?


Türkiye'ye geçince  önce Artvin'in yaylasına, Karagöl'e çıktık. Karagöl'e çıkan yolun büyük bölümü oldukça rahat ve sıkıntısız, sadece daralan yerlerde ve dönüşlerde biraz dikkat gerekiyor. Havaların bir türlü ısınamamasından mütevellit yaylalara kar yağmış, Karagöl de karlar altındaydı ancak yine de ziyaretçisi çoktu.



Karadeniz'de dağlar denize paralel uzanıyor ya, öyle yaylalardan şehir merkezlerine hızlıca ulaşılamıyor. Karagöl'den sonra Artvin merkeze, sonra da gece yatmak için Ayder'e gideriz diyorduk ancak vakit dar olunca Artvin merkeze çıkamayacağımız gerçeğini kabul etmek zorunda kaldık, Karagöl'den sonra yemek yemek ve biraz dolaşmak için Borçka'ya geçtik. Burada aslında özellikle kuru fasülyesiyle meşhur bir esnaf lokantası var, Ekmek Teknesi, benim daha önce geldiğimde yemek yediğim yer. Önce oraya gittik ancak akşamüstüne yaklaştığı için fasülyeleri bitmek üzereydi, kalanı da bir grup için ayırmışlardı. Borçka zaten ufacık yer, Çoruh Nehri'ne paralel iki caddesi var, biz de dışarıdan pek güzel görünen ve ev yemekleri de bulunan Keyf-i Ziyafet'e oturduk. Burada karışık yemek tabağı söyleyip sulu yemek özlemimizi giderdik, hem buraların meşhuur fasülyesinden de tatmış olduk.

Borçka'dan Çoruh Nehri


Borçka'dan çıkınca önce sahile inip, sonra sahil yolu boyunca Çamlıhemşin'e kadar gidip gün batmaya yaklaşırken Ayder'e ulaştık. Daha önce kaldığımız Hi-Laz otel yerine bu sefer Ayder Doğa Resort'ta kaldık. Otel, Ayder'in Bilkent 76 çimlerine benzer eğik düzleminin tepesinde olduğundan aracı otelin önüne düşen restoranın otoparkına alıp valizleri teleferikle yukarı çıkarıyorlar. İnsanlar? Maalesef efendim, o dimdik yokuşu tırmanmak zorundasınız. Dolayısıyla, çocuklu ya da yaşlılar için hiç önerilemeyecek bir otel; ancak otel olarak oldukça güzel ve Hi-Laz'a kıyasla saray yavrusu odaları var :)


Otelin lobisi özellikle soğuk havalar için çok güzel tasarlanmış


Odaya yerleşip biraz dinlendikten sonra yemek yemek için dışarı çıktık. Sahil kesiminde ve Batum'da montsuz da dolaşabilmeye izin veren hava yaylada oldukça soğuktu, monttu yelekti ne varsa üst üste giydik. Yemeği Eylül Restoran'da yedik; klasik Karadeniz yemekleri burada mevcut; tereyağında alabalık, karalahana çorbası, fasülye kavurması, lahana sarması... Saat ilerlemiş olduğu için tatlıya hiç girmedik. Yemeğin ardından "yaa buraya kadar gelmişken güzel Karadeniz müziği olan bir yere gitmemiz lazım!!" ısrarlarımla Ayder'in yolunda bir aşağı bir yukarı dolanarak mekan kesmeye başladık. Sonunda bir yer bulup oturduk, önce slow türküler çalıyordu, sonra adam her nedense gaza gelip Ankara havasına mezdekeye bağladı. Neyse ki misafirler prim verip oynamadı da sonunda adam gibi tulumlu halaya geçtiler, biz de bir ucundan katıldık tabii :) Sonrasında biraz daha yürüyüp uyuyalım demiştik ki tam bizim otelin karşısında bir grup gencin gitar eşliğinde şarkılar türküler söylediğini görüp onlara eklendik. Ondan sonra da biraz eğik düzlem çimlerindeki horonculara... 1 Mayıs tatili olunca Ayder'i üniversite gezicileri basmıştı, biz de biraz eğlencelerinde sebeplenmiş olduk :)

Sabah tertemiz, güneşli bir havaya uyandık. Otelin kahvaltı salonu hava henüz soğuk olunca içerideydi, ancak elbette çayı kahveyi alıp balkonlarda oturmak serbest! Kahvaltıda muhlama alıp bir güzel yediğimizi  söylemeye gerek yok herhalde?

   


Kahvaltıdan sonra Fırtına Vadisi'ni gezmek üzere toplanıp yola çıktık. Buralar silme yeşil, akarsular, ağaçlar - cennetten bir köşe! Derelerin iki yakasını birleştirmek için 200-300 yıl önce köprüler kurulmuş, en eskilerinden biri Şenyuva Köprüsü, 1696'ya tarihleniyor.

   
                      Şenyuva Köprüsü

Bu bölgenin en önemli noktalarından biri Zil Kale. Tam yapım tarihi bilinmiyor, tahminen 14. - 15. yy'dan kalma. Osmanlılar zamanında adı Kale-i Zir (aşağı kale) olarak değiştirilmiş. Bölgedeki üç kaleden biri; diğerleri sahildeki (Pazar'da) Kız Kalesi ve yine Çamlıhemşin'deki Kale-i Bala. Zil Kale içlerinde en sağlam kalanı, ve muhtemelen en şahane manzaralı olanı. Bu defa sadece yeşil değil, dağların zirvesindeki kar manzarası da pırıl pırıl güneşle buluşunca daha da başkalaştı manzaranın güzelliği.

   

Buralarda gezilecek, görülecek çok yer var. Yaylası, deresi, köprüsü bitmiyor desek yeridir. Zil Kale'den devam edince önce Palovit Şelalesi'ne uğradık. Şelaleye giden yolun bir kısmı dar ve dolambaçlı, ulaşmak çok hızlı ve kolay değil ancak görülmeye değer.

Mayıs başı, ve sert ve uzun bir kış çıkışı olunca yayla yollarının çoğunun karla kapandığını ve kolay ulaşılır olmadığını söyledi buralılar; biz de "en yakın nereye gidebiliriz o zaman?" dedik, "Çat'ı deneyin" dediler. Arabayı Çat'a doğru sürerken bir yandan "doğru mu gidiyoruz acaba?", bir yandan "yollar düzgün mü ki, ulaşabilecek miyiz?" kaygısındaydık. Palovit Şelalesi'nden 10 km aslında ancak yollar bazı yerlerde aşırı daralıyor, bazen de stabilize yola dönüyor. Öyle mi böyle mi derken, Çat Köyü'ne ulaştık. Gerçek yayla nasıl olur, yeşillik, sakinlik, temiz hava nedir doğrusunu burada öğrendik. Ayder de çok güzel evet ama yapılaşma ve ziyaretçi bolluğundan biraz şehirleşmiş halde. Burada sadece 1-2 piknikçi grup ve burada yaşayan köylüler vardı.

   
Çat'ın asıl sahipleri ve muhteşem manzarası

Çat'ta biraz dinlendikten sonra daha fazla gecikmeden bir şeyler yiyebilmek umuduyla dönüş yoluna geçtik, yine güzel manzaralardan geçe geçe Çamlıhemşin'e geri indik. Buradaki restoranlardan umutluyduk ancak fazla açık yer yoktu, biz de  Dikkaya Köyü'nde Zipline yapıp, açlığımızı bisküviyle geçiştirip Rize'nin merkezine doğru yola çıktık.

   
Çat dönüşü akarsular

Yol üstünde Pazar'daki Kız Kalesi'nde kısa bir mola verdik, sonra akşamüstü doğru ver elini Rize merkez! Önce Rize Kalesi'ne çıkıp oradaki çay bahçesinde çay içtik. Kalenin girişi biraz enteresan, bir cami avlusundan geçmek gerekiyor. Burada otururken gerçek Karadeniz şivesine de tanıklık ettik, gerçekten kendi aralarında konuşurken o taklitlere konu olan şivenin canlısını duyabiliyorsunuz, etrafa kulak kesilmekte fayda var :)

Kız Kalesi


Akşam yemeğini Rize merkezde Liman Lokasntası'nda yedik. Burası oldukça meşhur bir yermiş, anladığım kadarıyla eskiden deniz kenarındayken Doğu Karadeniz sahil yoluna kurban gidip şimdilerde içeride kalmış. Burada Çayeli fasülyesi yeme şerefine nail olduk, yanında da kavurma ve pilav - biraz fazlaca yağlı ama lezzetli! Onca açlıktan sonra o kadar iyi gelebilirdi.


Yemeğin ardından merkezde biraz dolaştık. Burası küçük şehir tabii, Trabzon gibi değil. Ah, bir de Recep Tayyip Erdoğan. Aslında Artvin dışında Doğu Karadeniz'in her adımında öyle yoğun hissediyorsunuz ki... Bir de 16 Nisan referandumundan 15 gün sonra gitmiş olduk, seçim yasakları çerçevesinde afişlerin ve propaganda malzemelerinin çoktan toplanmış olması gerekirken buralara yasak falan uğramamıştı, her yerde "Evet" çağrıları bangır bangırdı. Bu atmosferde Rize'yi yine ayırmak lazım; Erdoğan'ın memleketi olduğu için her yere onun adı verilmiş, sahil boyunca Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi binaları, tüm direklerde boydan ve portre fotoğrafları asılı. Ha, bir de çay! Artvin - Rize arası bütün sahil kıyısı, Çamlıhemşin tarafı, rakım fazla yükselmedikçe her yer, aşırı dik arazi bile olsa, öbek öbek, bulut bulut çaylık!

                                     
Rize Belediyesinin ambleminde de, sokak lambalarında da 2,5 yaprak çay var

Trabzon'a vardığımızda saat 21:00 civarıydı sanırım, doğru kalacağımız Grand Cebeci Otel'e gidip eşyaları attık ve şehri turlamaya çıktık. Otel Atatürk Alanı'na yakın olduğu için hemen şehir merkezine ulaşabildik. Hava da çok yumuşak olunca çarşı oldukça kalabalıktı, biraz dolaşıp ertesi günü planlamaya çalıştık. Uçağımız akşamüstü olduğu için tam gün gezecek zamanımız yoktu, ya Sümela Manastırı - Hamsiköy - Karaca Mağarası'na gidecektik, ya da tam ters istikametteki Uzungöl'e. Uzungöl'e daha önce gidip ortamı hiç sevmediğimi anımsadım, eskiye göre ne kadar çok yapılaşma olduğunu, ortalığın Araplara teslim olduğunu... Restorasyon çalışması dolayısıyla içeri giremeyecek bile olsak Sümela Manastırı'nı görmeyi ve Karaca Mağarası'nı gezmeyi tercih ettik. Trabzon merkezden Karaca'ya kadar yaklaşık 2 saatlik yol olunca sabah 7 gibi uyanıp saat 8'i bulmadan otelden ayrıldık. Önce Maçka üstünden Sümela Manastırı'na yaklaşabildiğimiz kadar yaklaşıp karşıdan doğayı ve dağa oyulmuş manastırı seyrettik; sonra Zigana geçidine doğru yollandık.

                                  
Sümela Manastırı


Zigana Geçidi, Doğu Karadeniz'i İç Anadolu'yla 2030m'de Zigana dağları üstünden birleştiriyor. Geçidin bulunduğu bölgede ormanlar yoğun olsa da geçitten Gümüşhane tarafına doğru çıktıktan kısa süre sonra bitki örtüsünün bir anda değişip çoraklaştığını görüyorsunuz. Burası yılın 5 ayında karlarla kaplı olduğu için geçit tarih boyunca bir ölüm kalım sınavı niteliğindeymiş. Tarih boyunca insanlar Doğu Anadolu ve İran'ın batıya açılan limanı Trabzon'a ulaşmak için bu geçidi aşmak zorundaydılar. Ticaret yapan Rumlar, dağı aşmadaki güçlüğü birbirlerini "Si Zigana ke zison / Zigana'da hayatta kalmaya bak" diyerek uyarırlarmış. 1988 yılında Zigana Tüneli inşa edilmiş ve ulaşım sorununu önemli ölçüde çözmüş ancak yine de Zigana Dağlarını tırmanmak, geçitten çıkınca da inmek gerekiyor. Şimdi yolu 50dk daha kısaltacak daha uzun bir Zigana tüneli inşaatı devam ediyor.

Karaca Mağarası 30.000 yılda oluşmuş ancak 1983 yılında bulunmuş. İçerideki sarkıt, dikit, bayrak ve travertenler oldukça ihtişamlı görüntüler sergiliyor. Yağmur ve kar sularının dağın içinden sızarken kireci süzerek sarkıt ve bu sarkıtların yere damlayarak birikmesiyle dikitler oluşuyor. Kimi yerlerde bu sarkıt ve dikitler birleşerek sütunları meydana getiriyor. Mağaranın oluşumu hala devam ediyor; yılda 1 cm uzuyor. İçeride hayvan yaşamıyormuş, oksijen oranı  yüksek ve nem70% seviyesinde olduğu için astım hastalarına iyi geldiği söyleniyor. Mağaranın içinde fotoğraf çekmek yasak olduğu için sadece girişinden güzel bir bahar manzarası hatırası paylaşabiliyorum.


Dönüş yolunda Hamsiköy'e girip buranın meşhur sütlacından yedik. Burada şurada yiyin denebilecek bir yer var mıdır, orası gerçekten diğerlerinden daha üstün müdür bilmiyorum ama biz Osman Usta'da yedik, memnun ayrıldık. Hamsiköy civarında doğanın yine yemyeşil ve manzaranın harika olduğunu söylemeye gerek yok sanırım :)


Trabzon merkeze ulaşınca hemen Atatürk Köşkü'ne gittik. Ben daha önce geldiğimde içi restorasyonda olduğu için gezilemiyordu, bu sefer içini de görme fırsatı bulduk. Kabayandis'in 1890 yılında dönemin üstün teknikleri ve dekorasyon stiliyle yazlık olarak yaptırdığı köşkün bahçesi ve manzarası kadar içi de güzel. Atatürk tüm mal varlığını Türk milletine bırakma kararını bu köşkte almış, Dersim harekatını buradan yönetmiş.

   
Kaloriferin içinde yemek ısıtmak için alanlar var. Buzdolabı da döneme göre çok büyük lüks


   
Atatürk'ün vasiyetini hazırlama talimatı verdiği oda

   
Köşkün bahçesi



Trabzon'daki son gezi durağımız Ayasofya oldu. Ayasofya 1260 yılında bir manastır kilisesi olarak inşa edilmiş, Fatih Sultan Mehmet Trabzon'u alınca camiye çevrilmiş. 1. Dünya Savaşı sırasında depo ve hastane olarak kullanıldıktan sonra 1964 yılında müze haline getirilerek ziyaret açılmış, 2003 yılında ise yeniden camiye dönüştürülmüş. Bahçedeki kule ise deniz feneri görevi yaparken artık minare olarak kullanılıyor. Ayasofya'nın içinde çok sağlam duran freskolar var. Biz burayı gezerken grup gezdiren rehberlerden birinin peşine takılıp biraz hikaye dinledik; birkaç anekdot: fresco, yaş sıva üstüne yapılan boyamaların adıymış, kuru sıva üstüne yapılırsa secco adı verilirmiş. Bunu da boyanın dökülen yerlerinde sıvaya boya karışıp karışmadığına bakarak ayırabilirmişiz. Bir de, İsa tasvirlerinde başındaki hare ve içindeki haçtan ayırmayı biliriz, bu haçın içindeki Latince harfler "İşte Tanrı'nın oğlu" anlamına geliyormuş.

   

Ayasofya ziyaretinin ardından Akçaabat'a geçip Nihat Usta'da Akçaabat köftesi yedik, lezzeti yine tatmin ediciydi ancak laz böreği yoktu... Biz de bir yerlerden paket alalım diye arandık, fazla zamanımız olmadığı için asıl tavsiye olan Nejla Hanım'dan maalesef, ilk denk gelen pastaneden alıp havaalanında tükettik. 

Doğu Karadeniz yine güzeldi, çok şükür hava da -mevsim riskli olmasına rağmen- ziyadesiyle güneşli ve yağmursuzdu. Bir dahaki gelişe yine bir sürü yapacak şey, görecek yer kaldı. Mesela Sümela Manastırı'nın içini görmek, mesela bu sefer Çayeli'nde fasülye, Nejla Hanım'da laz böreği yemek, mesela Fırtına Deresi'nde rafting yapmak (bu yazıyı yine geç tamamlayabildim ve birkaç gün önce, 25 Haziran 2017'de Köprülü Kanyon'da rafting yaptık. Fırtına Deresi'nin daha heyecanlı ve zevkli olduğunu söylemeliyim)... Bir dahaki sefere doğrudan yaylada 2 gece yatmak, yayla havası almak üzere bir seyahat planlamak var aklımda. Umuyorum ki Sümela Manastırı düzgün ve aslına uygun olarak tamamlanıktan sonra...

30/06/2017











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)