Amsterdamn!

Yazının başlığı olarak aylardır arkadaşlarla bu seyahati planladığımız (ve aslında klişelerin en büyüğünden türetilmiş olan) WhatsApp grubunun adını, "We Amsterdam"ı kullanmamak için kendimi gerçekten çok zor tuttum, itiraf ediyorum... Ama sanırım daha güzelini buldum sonunda!

Her zaman söylüyorum, bende Avrupa merakı ya da hayali yok. Bana kalsa Avrupa'yı gezmeyi sona bırakırım. Amsterdam bunun dışında - canım 4 yıl önce buraya gidip "acaib ortamlarını" anlatalıberi Tamamen fiyat ve zaman avantajlarından ötürü bundan tam on ay önce Onur Air'in kampanyasından kişi başı gidiş dönüş 250TL'ye 3 günlük 5 kişilik Amsterdam bileti aldığımızda acayip heyecanlanmıştım. Zaman geçti, kalınacak ev ayarlandı, Görkem'in tam döndüğümüzün ertesi gününe midterm'ü konduğu belli oldu, ısrarlara rağmen gelmeye gözü kesmedi, iş işleri tam giderayak acayip yoğunlaştı derken, iki kişiye birer carry-on valizle 28 Ekim sabaha karşı Amsterdam yolcusu olarak havalimanındaydık.

Sabah 6 uçağı rötarsız, tertemiz bir şekilde yerel saatle 8:30 gibi Schipol'e indi (Skipol okunurmuş meğer). Pasaporttan sonra hiç beklemediğimiz bir şekilde havalimanındaki kitapçıdan 25EUR'luk 3 günlük sınırsız ulaşım kartımızı alıp eve valizleri ancak 11'de koyabileceğimiz için şehre gittik. Central Station'da inip merkezi ilk görünce baya beğendim, ilk izlenim: Brugge'den daha büyük, Brüksel'den daha nezih - tam yaşanacak yer! Bu fikrim dönerken de gayet sabitti, bu satırları yazarken de öyle...

Valizleri bırakmamıza daha zaman olduğu için Central Station'un karşı sokağındaki Omelegg adlı omletçiye kahvaltıya oturduk. Burada envayi çeşit omlet yapıyorlar, ortam da pek sevimli. Menüde sucuklu, onu geçtim, ballı-muzlu bir seçenek bile var, ben Dutchie aldım - bacon, soğan, peynir ve mantar. Omletler genelde 8-9 EUR civarında, porsiyonlar gayet doyurucu.

   

                                  

Kahvaltının ardından otobüsle kalacağımız eve geçtik. Burayı booking.com'dan almıştık ama daha çok airbnb tarzı bir yer, iki yatak odalı bir daire. Amsterdam'da oteller oldukça pahalı olduğu için fiyat-değer dengesi olarak en içimize sinenlerin biri burasıydı. Biz valizleri bırakırken temizlik yapılıyordu ve burayla ilgilenen bir bayan da temizlikçilerin başındaydı. Onunla konuşurken Türkiye'den olduğumuzu duyunca "my favorite country!" dedi birden, biz dişlerimizin arasından "delirmiş galiba..." diye söylendik tabii. Meğer bir ara ev değiştirme programı gibi bir şeyle iki hafta Bozcaada'da kalmış, onu diyormuş. Yoksa ne işi olur...

Amsterdam tam bir müzeler kenti, işin püf noktası ise müzelerin çoğunun online bilet satıyor olması ve online biletlilerin sıra beklemeden içeri girebilmesi. Biz de o gün saat 12:30'a Heineken Experience Museum'a bilet almıştık. Tramvay ile yakın bir durakta indik, saati kaçmasın diye biraz koşturarak müzeye ulaştık - ama elbette saatle ilgili çok sıkı kurallar yok. Heineken temelde markanın tarihini, biranın yapım aşamalarını ve kullanılan gereçleri, kazanları vb gösteriyor ve geziye yaklaşık 65cc Heineken birası dahil :) İçeriyi interaktif şekilde düzenlemişler ve çok fazla ziyaretçi alıyor. Bira içme ve etikete istediğini yazdırıp alınabilen Heineken biralar işin en güzel kısmı tabii.

   
Heineken'in kullandığı şişe etiketleri ve bira yapımının temel maddeleri: Su, arpa, şerbetçiotu, maya

Biranın 95%'i sudan oluşuyor. Arpalar önce suda bekletilerek filizlenmeleri bekleniyor, bu işlemin adı "malting". Enzimleri uyanan arpalar sonrasında suyla pişiriliyor ve şekerli bir su elde ediliyor, bu suyun tadına da baktırıyorlar. Sonrasında şerbetçiotu ekleniyor. Heineken markası, içindeki doğan koruyucu görevindeki bir madde sebebiyle sadece dişi şerbetçiotu kullanıyormuş ve dişi şerbetçiotu biraya daha acımsı bir tat veriyormuş. Maya son adımde ekleniyor ve biranın tadını tamamen değiştirebiliyormuş. Biranın toplam mayalanma süresi min 28 günmüş.

   
Heineken Experience'da bira qeyfi - yok o kadar da değil tabii, bir Trappist değil sonuçta!

Heineken müzesini gezmek az buz değil, biraları içerken de azıcık keyif ederseniz (ki müzikli falan bar ortamı var içeride) iki saat kadar sürüyor. Buranın çıkışında koştura koştura Museumplein'a geçip Rijksmuseum'a (bunu da Rayksmuseum okuyorlarmış) ulaştık. Rijks Ekim sonunda 17:00'de kapanıyor, biz ulaştığımızda 15:00'i biraz geçiyordu. Sesli rehber de almıştık, görevli zaman kısıtlı olduğu için rehberdeki 90 dakikalık turu takip edebileceğimizi, merak ettiğimiz ek eserleri de numarasını girip dinleyebileceğimizi söyledi. Sesli rehber sizi girişten alıp sırayla bölümlere ve katlara götürüyor, müze çok büyük, eser sayısı hayli fazla olduğu için anlatacağı bir sonraki esere nasıl gitmeniz gerektiğini de detaylıca tarif ediyor.

Rijksmuseum Hollandalıların sanat Kabe'si gibi bir yer, Hollanda sanat ve tarihine ithaf edilmiş kocaman bir müze. İçinde tamamen Dutch sanatçılara ait resimler, heykeller, Hollanda tarihine ışık tutan savaş kostümleri, bebek evleri, porselenleri, Hollanda'nın sömürgelerinden getirilmiş eserler vb var. Ana binası 1885'te yapılmış, bugün birbirine eklenmiş labirent gibi birkaç binadan oluşuyor, toplam dört katlı. Bizim 1,5 saatlik turumuz müzenin en "görmeden gidilmez" parçalarını kapsıyordu, ancak kim bilir görmediğimiz başka ne cevherler vardı içeride... Binanın kendisi de çok görkemli, vitrayları Amsterdam'ın önemli şahsiyetlerini resmediyor.
Rijksmuseum binası
Rijks'in atrium'u




Koleksiyonun en önemli parçalarından birkaçı şüphesiz Rembrandt'ın Nightwatch'u, Vermeer'in Milkmaid'i - her ikisi de 17.yy'dan. Nightwatch ışık-gölge oyunlarıyla - resim terminolojisinde "tenebrizm"- ünlü. Ayrıca resim, 1715 yılında Town Hall'a taşındığında duvara sığmadığı için sol yanından traşlanmış ve soldaki iki karakter böylece resimden silinmiş.

   
Nightwatch (solda) ve Trippenhuis'te asılıyken Nightwatch'u resmeden Jernberg tablosu(1885)

Aynı döneme ait bir başka eser de Vermeer'in The Milkmaid'i. Vermeer aynı zamanda meşhur İnci Küpeli Kız'ın da ressamı ancak İnci Küpeli Kız Güney Hollanda'da Den Haag kentinde bir müzede sergileniyormuş. Bu resim için müstehzi bir gülümsemeyle duran kadın figüründen bağlantı kurularak ikinci Mona Lisa yorumu var. Sütün bariz akışkanlığı dışında her şey oldukça sabit. Resmin ultraviyole fotoğraflarında kadının sağ altında, duvara önceden başka bir şeylerin resmedildiği, sonradan resimden üstü boyanarak çıkarıldığı anlaşılmış.


Bir başka etkileyici eser de Asselijn'in 1650'de yaptığı "The Threatened Swan"u. Tablo 144x171 boyutlarında ve kuğu gerçek boyda resmedilmiş. 1800'lerde tablodaki kuğunun Hollanda'yı düşmanlarından koruyan ve 1672'de suikaste uğrayan Johan De Witt'i sembolize ettiğine inanılmış ve bu bağlamda kuğunun altına "de raad-pensionaris // konsey emeklisi", köpeğin üstüne "de viant dan de staat // devletin düşmanı", yumurtaların üstüne ise "Holland" yazıları eklenmiş. Kuğunun gerçekçiliği inanılmaz!

                                     


Rijks'ın birinci katının girişinde Lucas van Leyden'in 1526-1527'ye tarihlenen bir mahşer günü tasviri tablosu "Triptych with the Last Judgement outer wings: Saints Peter and Paul" var, aslında bizim ilk incelediğimiz eser de buydu. Tabloda gökkuşağının üstünde oturan İsa, dirilmiş azizler, sağda şeytanlarla cezalandırılanların gittiği cehennem, solda ışık ve renkler içinde cennet anlatılıyor. Buraya kadar klasik bir dünyanın sonu anlatımı - İstanbul'daki Kariye Müzesi'ndeki duvar boyamasının yanında neredeyse bir hiç. Bana ilginç gelen, daha önce görmediğim şekilde resmin "kapaklarının" olması ve kapaklarında Leiden şehrinin koruyucuları olduğuna inanılan aziz Peter ve Paul'ün resmedilmesiydi. Müzeyi gezerken bu şekilde "kapaklı" olarak tasarlanmış birkaç tablo daha gördük.

                 
The Last Judgement - açık ve kapalı halleri


Müzenin içinde bir de "sessiz alan" var: kütüphane. Sabah 10 - akşam 5 hizmet veren, halka açık, girip çalışabildiğiniz, kaynaklarını kullanabildiğiniz, Hollanda'nın en büyük sanat tarihi kütüphanesi. Hem mimarisi, hem de kaynaklarının zenginliğiyle hayli etkileyici.

   
                 Kütüphanede çalışan insanlar

Merdivenleri sanat eseri gibi


Müzenin ilginç başka bir bölümü de Doll Houses kısmı. 17.yy'dan gelen bu bebek evleri oyuncaktan çok hobiymiş. Rijks'ta  üç tane ev sergileniyor, Petronella Oortman koleksiyonundan olanların  özelliği Oortman'ın evlerin içinde her ne kullanıldıysa orjinal materyalinden yaptırmış olması ve gerçek bir evdeki tüm yaşantıyı ve detayı yansıtması. Yani, mutfak takımlarının minyatürleri gerçek Çin porseleni, bakırlar gerçek bakır, gümüşler gerçek gümüş... Gerçek materyaller kullanılarak yapılan bir bebek evinin maliyeti ile kanalda bir evin maliyeti aynıymış. Bu evleri görünce aklıma 2009'da Rahmi Koç Müzesi'nde gördüğüm Henry Kupjack'in "Hayallere Sığmayan Minyatür Odalar" sergisi geldi.

   
Hollanda Bebek Evleri'ndeki materyallerin hepsi gerçek



   
Henry Kupjack'in minyatür odalarından örnekler - sağdaki bir Osmanlı kahvehanesi


Müzenin başka bir bölümünde Hollanda'da Çin porseleni etkisiyle 1500'lerde Antwerp'ten çıkan porselenler (Delftware) sergileniyor, başka bir yerinde kadınların bebek evlerine karşılık erkeklerin özel ilgi alanına giren işlemeli dolaplar, başka bir kısımda savaş kıyafetleri, bronz heykeller, denizcilik tarihi ve gemi maketleri, Asya etkileri (sömürgeleri Endonezya'dan gelen parçalar için ayrı bir oda var)...

                               
Süslü bir dolap ve Delftware vazo

Sesli rehberin son sıralarında Hindistan ve Japonya'dan çok ilginç iki eser vardı. Shiva Nataraja (dansın efendisi), Hindu tanrı Shiva'nın kozmik, estetik bir dansçı olarak tasvir edildiği bir bronz heykel. Bu heykelden sanıyorum birkaç tane var, Rijks'teki 12.yy tarihliydi, Los Angeles Conty Museum of Arts'ta da bir tane 10.yy tarihlisi bulunuyormuş. Bir ateş çemberinin ortasında dans eden Shiva'nın dört elinden birinde de ateş taşıdığı görülüyor. Ateş, dünyanın hem yaratıcısı, hem yok edicisi. Ayağının altındaki cüce, cahilliği simgeliyor. Üst sağ elinde damaru adlı bir enstrüman tutuyor, bu da zamanı ve ritmi simgeliyor. Bir kolunda bir yılan var ancak aynı elinin pozisyonu, yakın kötülüklerden korkmamayı işaret ediyor. Yüzündeki sakin gülümseme de evrenin tezatlarına ve dansın enerjisine karşı sakin duruşunu simgeliyor.

Shiva Nataraja


Japon tapınak korumaları, tapınağı kötülüklerden korumak için tapınağın girişine yerleştirilirmiş. Her iki figür de elinde cehaletle savaşmak için birer vajra tutuyor. Birinin açık, diğerinin kapalı ağzı ile a ve un harflerini, yani Sanskritçe'nin yazımında kullanılan Siddham alfabesinin ilk ve son harflerini temsil ediyor. Bu da, konuşulan tüm harfleri, yani tüm bilgiyi sembolize ediyor. Bu korumaları aşarak tapınağa girebilen savaşçıların aynı zamanda tüm bilgiye de sahip olacağına inanılıyor.

   
Two Temple Guards ve Japon kimonoları

Biz sesli rehber turunu tamamladığımızda müzenin kapanmasına 10 dakika vardı. Yavaş yavaş çıkışa doğru yollandık, atriuma varmadan çok ilginç bir modern eserle karşılaştık: 2009 yapımı Grandfather Clock. Bir saat, ama kadranı yansıdan ibaret. Dakika her ilerlediğinde bir insan silüeti beliriyor ve akreple yelkovanı olması gereken yere eliyle getirip kayboluyor. Gerçek zamanlı çekilmiş bir videonun yansıması olsa gerek, ama çok yaratıcı bir fikir. Altında ise şu not var: "Rijksmuseum'un yaptığı her şeyi özetleyen bir kelime varsa, o da zamandır. Rijks, zaman bilincini ve güzellik duygusunu/algısını gösterir. Zaman acımasızca geçtikçe beğenilerimiz değişir ve yaşlanırız. Müze, değişen dünyada bir işaretçi olarak zamanı yakalar."

   
Saatin "olayını" anlamak için önünde birkaç dakika geçirdik ama değdi!

Rijks gerçekten görülmeye değer bir müze. Kısıtlı zamandaki sesli rehber turu her ne kadar içerideki en görülesi parçaları gezdirmiş olsa da gerçekten geniş zamanda burada 5-6 saat geçirilse hakkıdır ve insana çok şey katar. Her gidenin önünde mutlaka fotoğraf çektidiği "I Amsterdam" yazısı tam Museumplein'da, Rijks'ın önünde duruyor. O insanların yüzde kaçı bu zenginliğe zaman ayırıyordur acaba?

Rijksmuseum ve insanlardan okunamayan I Amsterdam yazısı


Müze çıkışında arkadaşlarımızla hem web sitelerinin, hem de Amsterdam'da yaşamış bir arkadaşımın önerdiği Kerkstraat'taki Cafe De Klos'ta buluşacaktık. Amsterdam'ın güzel caddelerinde dolaşarak kafeye geldik. Şehir gerçekten çok şahane, insanları medeni, sakin, yollarında arabadan çok bisiklet var. Türkiye'de bisiket kültürü ve bisiklet yolları olmadığı için birkaç zavallı bisikletçiye zor anlar yaşatıp muhtemelen içlerinden bize sövmelerine sebep olduk ne yazık ki... Oysa buradaki insanlar ne kadar alışık, bisikletleri adeta uzuvları olmuş. Ufacık bebeklerini sarıp sarmalayıp bisikletin selesine atıp gezenler, bisiklete bağlı el arabası gibi bir düzenekle iki bebeğini birden taşıyanlar, yaşlılar, çocular... Gerçekten, arabadan daha fazla bisiklet trafiği var.

   
Amsterdam sokakları ve bisiklet trafiği

Yolda yürürken bir ara Tesla'nın showroom'unun önünden geçtik, ben tabii ki dayanamadım ve Model S'i yakından görebilmek için kendimi içeri attım. Araba gerçekten muhteşem, ufacık bir motoru var, bu da hem önde hem arkada bagaj imkanı sağlamış. Adama sanki bu vergi şemasıyla Türkiye'ye arabayı getirebilecekmişiz gibi fiyatını sorduk, KDV dahil 78.000EUR imiş... Amsterdam sokaklarında fazla araba yok ya, evler de eski ve merkezdekilerde otopark da yok muhtemelen, insanlar arabalarını kanal boyunca park ediyorlar. Seyahatimiz boyunca özellikle akşamları en az 3 tane Tesla, toplam 6-7 tane de şarja bağlı araba gördük. Bizde daha o kadar yaygınlaşmadı ama büyük ihtimalle 10-15 yıl sonra otomobil işi iyiden iyiye elektrikliye kayacak.

Model S'in içi

Kafeye ulaştığımızda bizimkiler dışarıda bir piknik masasına oturmuş sıra bekliyorlardı. Gerçekten toplam 45 dakika sonra içeri girebildik, biz beklerken de birkaç grup daha sıraya girdi, onlara en az 1,5 saatten kapı açmaya başladı. Bu restoran kaburga ve kuzu omzuyla meşhurmuş, bir de kumpirini çok övmüşlerdi. Etler gerçekten çok güzel ve porsiyonlar oldukça büyük, biz dört kişiye iki kumpir, bir porsiyon kaburga ve bir porsiyon omuz söyledik, yetti. Ha, bir porsiyon et daha söylemeyi ciddi ciddi düşünüp sonradan vazgeçtik, o da ayrı mesele. Kumpirin çok bir olayı yok aslında, garson siparişlerimizi iletmeyi unuttuğu ve yemek bu yüzden geciktiği için bize önden (normalde 4EUR ücrete tabi olan) ekmek ve tereyağı getirmişti, tereyağı sarımsak ve otluyu ve acayip lezizdi, hah işte kumpir dedikleri fırında patates ve bu tereyağından ibaret :) Yemekler oldukça lezzetli, kaburga 16, omuz 24EUR, kumpirler 3EUR civarında.


Hollanda'da hafif uyuşturucular (Marijuana/ot türevleri ve bunların tohumlarını içeren kekler ve halüsinatif mantarlar (bunların hem doğalı hem inorganiği var) serbest. Şehrin sokakları yer yer marijuana kokuyor - ben ki daha önce açık havanın kokabileceğine inanmazdım (Hindistan ya da başka bir yerde böyle bir tecrübem de olmadı) ama burada ikna oldum ki mümkünmüş. Yemeğin ardından buranın meşhuuur Coffeeshop'larından en meşhur olan zinciri Bulldog'a girdik. İçerisi kesif bir ot kokusuyla kaplıydı, içeride sigara içmek yasak, ama ot serbest :) İnsanlar bir yandan yemek yiyor, bira ya da çay-kahve içiyor, bir yandan da ot. Biz "nasıl oluyor bu işler, nasıl alırız ne dememiz lazım adamlara" diye düşünüp kıvrandık, sonunda kendimizce bir cümle toparladık ve erkekleri garsonun üstüne saldık. Adamın yanıtı "burası bar kısmı, coffeeshop'un girişi yan kapıdan" oldu! Onca hazırlık çöp! Yan tarafa geçince gördük ki bar gibi bir yerde zaten bu işin tabloların yönlendirmeleri var, her çeşidin salt tütün ve sarılmış (joint) fiyatları ve etki seviyeleri yazıyor. Önümüzde alışveriş yapan bir eleman, bizim gözümüze kestirdiğimiz orta seviye olanın insanı "down" hissettiren etkiye sahip olduğunu ve eğer neşelenmek istiyorsak daha kuvvetli olan "skunk"ı denememiz gerektiğini söyleyince hepimiz endişeyle birbirimize baktık. Sonra barmen bizimle ilgilendi, daha önce içmediğimizi, hatta sigara bile içmediğimizi söyleyince o da ilk düşündüğümüz "white widow"u önerdi ama "deminki eleman bize down olursunuz dedi" deyince "bana down olmak istemediğinizi söylemediniz" diye hafif atarlanarak dört kişi tok karnına paylaşmamız için bize iki joint skunk (ikisi 10EUR) verdi. Adama bir de space cake sorduk, bizi barın sonuna yönlendirdi ve "keki aç karnına kahvaltı niyetine yarın sabah yiyin" tavsiyesinde bulundu. Biz yine dumur tabii :) Barın sonuna gidip (tırstığımız için 4 kişi paylaşmak üzere) 7EUR'a bir kek aldık.

                                      
Coffeeshop Bulldog

Stoklardan sonra plan Red Light'a geçmekti ama oralar 22:00 gibi hareketlenir düşüncesiyle önce uzun bir yürüyüşle meşhur apple pie'cı Winkel'ı bulduk. Gerçekten harika yapıyorlar, racon kremalı yemek. Zaten pastanın keki çok ince, içi sırf elma, şekeri de az; kreması da hiç ağır değil. İnsanın içini bayacak bir şey değil yani. Porsiyonu 4EUR, sudan para almıyorlar. Biz burada otururken başka bir masanın bir köpeği geldi, ama ne köpek, bugüne kadar hiç bu kadar büyüğünü görmemiştik.

                                                     

Central Station'a kadar onca yolu yürümeyi göze alamadık ve tramvayla geçtik (25EUR'lu kartın da parası çıkmalı, değil mi?). Central Station'dan Dam meydanına doğru yürürken yolun solundaki binaların aralarında başlıyor, ama asıl büyük cadde bir paralel kanal boyunca ilereyen Oudezjis Achterburgwal. Evlerin zemin katlarında geneli kırmızı, tek tük mavi (maviler transları işaret ediyormuş) ışıkların yandığı minik dükkan gibi camekanlı odalar ve camın ardında müşteri bekleyen geneli iç çamaşırlı ve geneli telefonlarıyla oynayan kızlar. Açıkçası ben buraya dair beklentilerimi çok yükseltmişim, daha alengirli, daha fantazma, daha çıplak kadınlar bekliyordum, buradakiler daha çok bikinili gibiydi. Ha kızlar güzel mi, ekseriyetle evet, arada seksi kostümlüleri de gördük mü, o da tamam. Eğer ilgilenirseniz kız kapısını aralıyor, kısa bir pazarlık konuşmasından sonra anlaşılırsa ya perde kapanıyor ya da içeride ikinci bir kapının ardındaki odaya geçiliyor. Fotoğraf çekmek tabii ki yasak. Ana caddede bunlara ek olarak 8 ya da 10gen bir odacığın etrafındaki kabinlere bir ya da iki kişi girip 2EUR atarak odada o anda dönen seks şovu bir camın ardından iki dakika boyunca izleyebildiğiniz şovlar var. Süre bitince cam buzlanıyor, olay görünemez oluyor. İçeride ne olup bittiği de tamamen zamanlamanızın şansına kalmış. Bir de daha büyük gösteriler var, tiyatro düzeninde oturup içkisiz 40 ya da 4 içki ile 50EUR karşılığında sahnedeki (genelinin erotikten çok komik olduğu söylenen) seks şovları izleyebiliyorsunuz. Sahnedeki şov hiç bitmiyor, bir saatlik bir döngü halinde sürüyor; siz neresinde içeri girerseniz ister döngü tamamlanınca, ister daha erken, ister birkaç döngü sonra çıkabiliyorsunuz. Red Light üstünde Sex Museum, Red Light Secrets gibi beş para etmediğini düşündüğüm birkaç müze de var, ilgilenene...

Zaten gecenin yarısında uyanmış ve bütün gün de dolaşmış olduğumuz için hayli yorgunduk, Red Light turundan sonra eve yollandık. Herkes uyur kalır, daha da çıkamayız derken bir anda gelen enerjiyle evin dibinden geçen kanal kıyısındaki banka oturup aldığımız joint'i denemeye karar verdik. Herkes önce pek çekinden olsa da birkaç nefes almaya çalıştık, sigara içmeyenler hadi içine çekemedi diyelim de, tecrübesi olanlar da mı içine çekemedi nedir, hiçbir etkisi olmadı...

Ertesi sabah, saatlerin 1 saat geri alındığı gün olmasının da avantajıyla erkence uyanıp Van Gogh müzesi ziyareti için Museumplein'e geçtik. Van Gogh için aslında saat 11:00'e bilet almıştık ama açıkçası müze girişlerinde saat kontrolü pek yapılmıyor, 1-2 saat +/- ile de girilebiliyor. Tam tramvay durağının orada (yine arkadaş tavsiyesi olan) Bagels & Beans'i görünce hemen kahvaltıya oturduk. Aslında bagel'ci, ama isterseniz 9-10 EUR'a kahvaltı tabağı menüleri (ki içine bir bagel, bir sıcak bir soğuk içecek de dahil) de mevcut, porsiyonlar doyurucu, içerikler ilginç ve çok lezzetli. Hollanda'da kahvaltıda bizim pasta süsü olarak kullandığımız küçük meyveli ya da çikolatalı minik şeker çubuklarını ekmeğin üstüne sürerek yiyorlar, bir de waffle var. Peynirleri zaten dillere destan...

   

   
Power ve Lazy breakfast'lar. Bagel, reçel, peynir, salam/somon, çikolata parçacıkları...


Kahvaltıdan sonra müzeye geçtik. Elimizde ne var ne yok vestiyere bıraktık, sesli rehberi alıp tura başladık. Van Gogh'ta da Rijks gibi sesli rehberde iki seçenek var, biri anlatımı olan tüm eserleri kapsıyor, diğeri daha kısa zamanı olanlar için, anlatımı olan eserlerden bir seçkiyi (yıldız işaretlileri) kapsıyor. Rijks gibi çok nizami bir gezme düzeni yok, genel olarak zemin kattan başlayıp en üst katta tamamlamak, Van Gogh'un yaşamını kronolojik olarak takip edebilmek açısından faydalı. Müzede Van Gogh'un 37 yıllık kısa ömrü ve hepi topu on yıllık sanat hayatından (aslında yakından takip etmeyenlerin çok da bilmeyecekleri) aşamaları, hayatındaki gelişmelerle birlikte anlatılıyor. 1853'te Hollanda'da doğmuş, ilkgençlik yıllarında akrabalarına ait sanat galerisinde çalışarak resimle haşır neşir olmuş, bir süre sonra kardeşi ve can dostu Theo'nun desteğiyle yeteneği var mı yok mu bilmeden resim çalışmalarına başlamış. Erken dönem resimleri, o bilindik Van Gogh tablolarına hiç benzemiyor. Bir dönem tamamen çiftlik hayatı ve köylüler üzerine çalışmış, onlarla yaşamış, gerçek yaşamın gerçek üretici olan bu insanlarınki olduğunu düşündüğünü Theo'ya yazdığı mektuplarda aktarmış. Vincent'tan Theo'ya 600, Theo'dan Vincent'a ise 40 mektup var, mektuplar Van Gogh müzesinde muhafaza edilior. Vincent'ın kendini yazarak ifade edebildiği, kelimelerle arasının iyi olduğu yazdığı mektup sayısından da rahatça anlaşılıyor.

   
Van Gogh müzesi - dışardan ve içeriden görünüm

Van Gogh, hayatı boyunca Theo'dan hem genelde mektuplar aracılığıyla manevi, hem de maddi destek görmüş. İlk dönemlerde bazı resimlerini Theo'ya ulaştırıp Paris'teki galerilerde satılmasına çalışmışlar ancak o zaman Vincent'ın resimleri genelde k2aranlık çalışmalar, Fransızların sevdikleriyse daha renkliler olunca çok talep görmemiş. Vincent, 1885'te babasının ölümünden sonra stüdyosuna taşınıp ilk önemli eseri olan "The Potato Eaters" üstünde çalışmaya başlamış. Güvendiği bir ressama eser hakkındaki yorumlarını sorunca "zar şeklinde burnu olan bir kadın... bu bir karikatür olmalı!" şeklinde alaycı ve kötüleyici bir yorum alınca morali hayli bozulmuş. 

                                      
The Potato Eaters, 1885

1886'da Theo'nun da yaşadığı Paris'e taşınmış. Paris'teki modern sanat akımından etkilenerek tablolarındaki karanlık, kasvetli ton yerini açık renklere; resimlerine konu olan köylü ve çiftçiler yerini cadde, doğa ve çiçeklere bırakmış. Aynı dönemde Paris'te çok sık rastladığı Japon gravürlerine ilgi duymuş, birçok eser toplamış ve onların replikalarını resmetmiş. Ticari kaygılarla porteler de yapıyormuş, ancak Paris'te modeller çok pahalı olduğu için sıkça kendi otoportresini yapmaya başlamış. Paris'teki iki yılında Van Gogh 200 resim çizmiş.

                                       
Solda bir Japon gravürü ve sağda Van Gogh'un eseri


1888'de Arles'e taşınmış, bir sanat kolonisi kurma hayaliyle sarı ev olarak anılan binada dört oda kiralamış. Burada meşhur Sunflowers tablosunu tamamlamış. Theo'ya yazdığı bir mektupta "insanlar beni ayçiçeklerinin ressamı olarak tanısınlar" demiş, sarının tonlamalarından oluşan eseri ona bu payeyi verecek kadar başarılı olmuş. Sunflowers'dan birkaç kopya bulunuyor. 

                                     
Sunflowers

The Bedroom'un farklı versiyonlarını da yapmış, sarı ev'deki odasının tasviri

Paris'te tanıştığı Danimarkalı ressam Gaugin'i Arles'teki sanat kolonisine katılmaya ikna etmiş. Gaugin, Theo'nun maddi desteğiyle Arles'e, Van Gogh'un yanına taşınmış. Birlikte hem çok verimli çalışıp iyi eserler çıkarmışlar, hem de derin ve sert tartışmalara girmişler. 23 Aralık 1988 gecesi yine sert bir tartışmadan sonra Gaugin evden çıkıp gitmiş, Van Gogh ise sol kulağının bir kısmını kesip bir kağıda sarmış ve daha önceden de tanıdığı bir fahişeye götürmüş. Geneleve çağrılan polisler baygın haldeki Van Gogh'u hastaneye kaldırmış, kan kaybı ve psikolojik sorunlar sebebiyle Van Gogh iki hafta hastanede yatmış.

                                        
Sunflowers'ı çizerken Van Gogh, Gaugin


                                                 
Van Gogh'un kulağı bandajlıyken yaptığı bir self-portresi, 1889

1889'un Mayıs ayında menta rahatsızlıklarından ötürü bu defa kendi isteğiyle Saint-Remy'deki hastaneye yatmayı kabul ederek Arles'ten taşınmış. Resim çalışmalarına önceleri hastanenin bahçesinde devam ederken sonradan kendisine stüdyo olarak kullanabileceği ek bir oda tahsis edilmiş. Burada bir yıl içinde 150 resim tamamlamış. Bir dönem başka ressamların ya da kendi eserlerinin yeni yorumlarını çizmiş, başka ressamların (genelde karakalem) eserlerini yeniden yorumlarken tüm detayları bire bir aynı (basamak sayıları, taşınan buğday silosu adetleri vb) resmetmeye dikkat etmiş ancak renkler konusunda serbest davranmış. Çok bilinen "The Starry Night" eserini de Saint-Remy'de Haziran 1889'da resmetmiş.

                                       
The Starry Night - Van Gogh, 1889

1890'da hastanede Theo'nun eşinin doğum yaptığı ve oğllarının adını Vincent koyduklarını haberini almış ve yeğenine hediye olarak, çocuğun yatak odalarına asmaları için badem ağacı çiçekleri tablosunu yapmış. Yeğen Vincent, yıllar sonra Van Gogh müzesinin kurulmasına önayak olmuş. Bu tabloyu daha önce bilmiyordum, hikayesiyle de birleşince benim için bu müzedeki en etkileyici eser oldu. 


                                        
Almond Blossom, 1890

1890'ın Mayıs ayında Saint-Remy'den ayrılıp Theo'ya daha yakın olabilmek için Paris yakınlarındaki Auvers-su-Oise'e, Dr. Paul Gachet'in gözetiminde kalmaya gitmiş. Burada kaldığı 70 gün içinde doktorun da kendini resme vermesi tavsiyesiyle 70 resim çizmiş. Ancak hastalığı ve gelecek kaygıları ilerleyince, her ne kadar doğanın sağlıklı ve güçlendirici etkisini hissettiğini Theo'ya yazsa ve resimlerinde doğayı bolca kullansa da, 27 Temmuz 1890'da resim malzemelerini yanına alarak bir buğday tarlasına gidip tabancayla kendini göğsünden vurup yaralı halde kaldığı odaya geri dönmüş. Haberi alan Theo, Paris'ten apar topar gelmiş ve Vincent'ın ölüm anında yanında olabilmiş. Van Gogh'un son sözleri "The sadness will last forever // Mutsuzluk sonsuza kadar sürecek" olmuş. 1890'ın Temmuz'unda yaptığı iki tablo birbirinden çok başka ruh hallerini temsil etse de, son eserinin sanılanın aksine soldaki olduğu ve özellikle sol altta tamamlanmadığına dair izler bulunduğubu öğrendik sesli rehberden.

   
Wheatfield under thunderclouds ve Wheatfield with crows, ikisi de Temmuz 1890 - Van Gogh

Müzenin çok güzel bir museum shop'u var, tabloların desen olarak kullanıldığı çantalar, tshirt'ler, cetveller, fularlar ve daha bir sürü ıvır zıvır... İnsanın her şeyden alası geliyor... Kat arasında bir duvara Van Gogh'un bir otoportesini döşemişler, burası da müzenin fotoğraf çekme noktası.


                                                

Çıkışta Belçika'dan bizi görmeye gelen dostlarımızla buluştuk. Tarih 29 Ekim olmasına rağmen hava pırıl pırıl güneşli ve ılıktı, Amsterdam'ın meşhur kanalları ve güzel mimarisi şahane görünüyordu! Onlarla Belçika hatırası baabında "güzel bira ve frites!" arayışına girdik. Gerçekten, şu Belçika'da bayılarak içtiğimiz, Türkiye'de Kadıköy-Rind'de bulunca sevinçten havalara uçtuğumuz La Trappe Trappist hani Hollanda malıydı? Biz gezerken coffeeshop'tan geçilmiyordu ortalık ama hiç düzgün biracı görememiştik... Çareyi bir markete dalmakta bulduk, buranın meşhuru da Albert Heijn, Trippel Karameliet'lerimizi, Rochfort'larımızı, Trappist'lerimizi yüklenip çiçek pazarı tarafına yürüdük. Oradaki köşeden de (biraz uzun bir beklemeden sonra) koca külahlarda Andalouse soslu frites'lerimizi de alınca haritadan bakınca "park" bulma umuduyla gittiğimiz (ama kanal kıyısı çıkan) bir yerde oturarak güzel sohbet, kahkaha ve dedikodu eşliğinde bira-patates yaptık :) Seyahate beraber çıktığımız arkadaşlar da bize katılınca "saklanan" purolar ve önceki akşam aldığımız kek de sahneye çıktı, biraz ondan biraz bundan derken ben baya çakırkeyif duruma geçtim.

  
Güneş altında daha da güzelleşen Amsterdam kanalları

Bisiklet şehri dedik ya, adamlar bisikletin bile geri dönüştürülebilinin peşine düşmüş. Biz?


Banktan kalktıktan sonra Anne Frank Huis'e gider miyiz umuduyla (ama önce o Bloemenmarkt yakınındaki o mantarcıya bakılacak!) yürümeye başladık. O kadar birayı içince herkes patlayacak durumda tabii... Yolda erkekler için ücretsiz pisuvarlar vardı, erkekler her zamanki gibi tuvalet avantajlarını kullandı böylece. Yürürken önünden geçtiğimiz beş yıldızlı bir otelin lobisine daldık, hiçbir şey yokmuş gibi tuvalete girdik. O anki rahatlamayı anlatamam... 


                                   
Ücretsiz pisuvarlar tam bir amme hizmeti, çok dua alıyorlar çok!

Sonra çiçek pazarının sokağına girip magic mushroom'cuyu bulduk. Bunların da menüsü ve güç dereceleri var, bir de organik ve inorganikleri. Organik olan ve güldüreninden iki paket aldık (iki paketi 17EUR'du diye hatırlıyorum), biz aramızda konuşurken satıcı kadın birden "tamam o zaman" diye muhabbete dahil olunca herkes bir kalakaldı. Meğer az buçuk Türkçe biliyormuş. Sonra tramvaya binme amacındayken durağa yakın bir Albert Heijn'a girip biraz peynir aldık (peynirleri gidip aldığımı, birinin bana "aa bunun tarihi çok yakınmış" dediğini, gidip dolaptan daha uzun tarihlisini bulup geldiğimi falan hep hatırlıyorum ama hayal meyal. o işleri nasıl kotardım tam bir muamma) ve sonra Anne Frank'e gittik. Aslında bende  o akşamüstü biraz karışık, bakmayın, sırası mırası tamamen karışmış halde. Anne Frank'te çok uzun bir kuyruk vardı (evin öte tarafında kıvrıldığını hatırlıyorum), biz de o kadar zaman ayırmak istemeyip bu ziyareti o akşamın ilerleyen saatlerine bıraktık. Sonra yine tramvayla kanguru eti yapan Cocos Outback'e gittik hep birlikte. Burada kanguru etinden hamburger ya da biftek yenebiliyor, benim başım acayip dönüp midem bulandığı için bir lokma almak dışında tadamadım ama yiyenler etin çok sert olduğunu söyledi. İçtiğim biralarla 1/3 kek birleşince hayatımın en uzun süren, en baş dönmeli ve en güçlü sarhoşluğunu yaşadım; ama asıl kek etkisi yemeğe oturduğumuzda canımdan geldi. Açıkhavada oturduğumuz için elindeki hırkayı montunun içine giymek istemiş, giymiş de, sonra montu da üstüne giymiş, çantasını omzuna takmış yola düşüyordu ki herkes "abi nereye?!" nidalarıyla onu durdurup yerine oturttu; sonra da acayip bir gülme krizine girdi. Tam o sıralarda bir patlama sesi duyuldu, ondan sonra gülmesi de kesildi, sanırım o şokla kendine geldi. (Patlama sesi önemsiz çıktı bu arada, ya bir ses bombası ya da benzeri küçük çapta bir patlama). 

                                    
Kanguru bifteği

Yemekten sonra hep birlikte Red Light'a gittik. Bu sefer dostlar erken ayrılmak zorunda olduğundan daha erkence oradaydık, "tezgahlar" henüz tam açılmamıştı, biz yine de eğlendik ama :) Eve gitmeden, Anne Frank de kapanmadan bir umut saat 21:00 civarı artık oldukça kısalmı kuyruğa girdik. Güvenlik az zamanımız kaldığını, kapanışa kadar içeriyi hakkıyla gezemeyeceğimizi, ama istersek şimdi alacağımız biletle ertesi gün müsait bir zaman diliminde gelebileceğimizi söyledi. Ev eski ve muhtemelen dar olduğu için içeri sayıyla ziyaretçi alıyorlar sanırım. Hem ertesi sabah müsaitlik olmadığı, hem de uçağımız erken saatte olduğu için bir girmemeyi tercih ettik. Apple pie'cı Winkel yakınlarda kalmıştı, oradan pakette iki dilim apple pie aldık, biraz dolaştıktan sonra eve gidip mantarları denedik - gerçek, kurutulmuş, eciş bücüş mantarlar. yerken çok tadı da yok. Bende bir süre sonra acayip bulantı yaptı, sonra da birkaç seferde tamamını çıkarana kadar rahat edemedim - böyle olunca herhangi bir etkisi de olmadı. Ama tam da alırken yanında yazdığı gibi, sebepsiz, duramamacasına güldürdüğünü de yakınen gördüm :)

Ertesi gün uçak 15:00'te olduğundan erkence kalkıp toparlandık ve Centraal Station tarafına geçtik. Aslında aklımızda tam da Omelegg'in sokağının başındaki Pancake Factory'de kahvaltı etmek vardı ama kapıda uzun bir kuyruk olduğundan Omelegg'e geçtik. Orada da biraz bekledikten sonra birer omlet yedik, sonra biraz dolaşmak ve alışveriş için Centraal Station ve Dam meydanı arasındaki caddede (ve ara sokaklarda) biraz yürüdük. Bu cadde üstünde sıra sıra hediyelik eşyacılar var, hepsinde aşağı yukarı aynı ürünler, aynı fiyatlara satılıyor. Bir de şehir merkezinde sıkça karşılaşılacak peynirciler var, buralarda 250-300gr'lık gouda peynirleri 8-10 EUR civarında, aynı peynirleri Albert Heijn'da 3-4 EUR'a almak mümkün (üstelik çoğu aroma markette de bulunuyor, biberli, otlu, sarımsaklı, trüf mantarlı...). Ha, yine de peynircilere gidip tadım için küçük küçük dilimlenmiş peynirlerden tatmak her zaman harika fikir! 

Havaalanı, özellikle hediyelikler konusunda şehir merkezinden de (yine) daha pahalı, bu alışverişleri dolaşırken yapmakta fayda var. Gall & Gall diye bir liqour shop'ları var, buraya da karşınıza çıkınca göz atmakta büyük yarar var zira havaalanlarından, free shop'lardan çok daha uygun fiyatlı bir kampanyaya denk gelme olasılığı hayli yüksek. Bira için yine marketler, özellikle Albert Heijn çok avantajlı, hem çok fazla çeşit var hem de 1,4EUR'a canım yüksek alkollü, yağ gibi Trappist biraları gani gani. Rochefort 10, nedense Trappist Quadripel'den daha pahalı, 2,4EUR. Türkiye'yi hiç karıştırmıyorum, zaten 10%'un üstünde alkollü bira bulunamıyor, hem de 1,4 EUR'luk (bugünün çılgın 3,55'lik kuruyla bile 5TL'ye gelen) biralara barlarda ~30TL, Kadıköy'deki envai çeşit tekelci Rind'de 16TL istiyorlar. Hollanda'dan bolca peynir ve iyi bira getirmek tam akıl işi. İlgili olanlar için iPhone almak da mantıklı bir hareket, ancak havaalanındaki duty free kuyruğu oldukça uzundu, zamanı ona göre ayarlamak gerekebilir. Ve elbette laleler... Çiçek pazarında lale soğanları bolca bulunuyor, çiçeklere meraklıysanız ve bakabilecekseniz buradan güzel lale soğanları alıp yetiştirmeyi deneyebilirsiniz.

   

   
Peynircilerden iki örnek

İlk varışta havalimanından metroya binerkenden başlamak üzere burada o kadar çok Türkle karşılaştık ki! Metrodaki görevli, biz hangi otobüse binmemiz gerektiğini anlamaya çalışırken bize yardımcı olmaya çalışan kamyon şoförü, havalimanındaki gurbetçi check-in görevlisi. Gezerken etrafta duyduğum Türkçe konuşmaları saymıyorum - bir kısmı burada yaşıyor, bir kısmı bizim gibi üç günlük 29 Ekim tatilini geçirmek için gelmiş olmalı. 

Amsterdam'a ilk ziyaretim iki gündü ve açıkça yetmedi. İlk ziyaretim diyorum, çünkü burası hem Türkiye'ye gayet yakın olması, hem çok medeni, çok sakin ve her şeyi barındırır bir kent olmasıyla benim için oldukça cazip bir yer. Bu seyahatte müzelerinin önemli bir kısmını görmüş oldum ama Anne Frank'i yetiştiremedik mesela, Vondelpark'ta yayılamadık, ya da yakınlardaki çok övülen Volendam'a geçemedik, Marken'i göremedik, yel değirmenlerinin olduğu De Zaanse Schans'ı da göremedik. Aslına bakarsanız Hollanda deyince herkesin saymaya başladığı inekler, tahta ayakkabılar, kırlar-çimenler namına hiçbir şey görmedik! Bir dahaki sefere biraz daha uzun kalıp bunları da görebilmeyi istiyorum. Amsterdam'ı da hem kültür, hem parti, hem "kötücül eğlenceler", hem huzurlu kent yaşamını bir araya getirmeyi (hem de bu kadar kavgasız gürültüsüz, medeni bir hayat tesis etmeyi) başardığı için tebrik ediyorum.

15/11/2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)