Kıta Avrupası'nda bir ilk: Belçika!

Bizim her seyahatimiz bir macera.

Hayır, seyahatin zaten bir macera olmasından bahsetmiyorum, bizim maceramız gitmeden başlıyor. 2016 yılbaşı tatilinin kendiliğinden 3 gün olmasını fırsat bilip, önünden de birkaç gün izin alarak Avrupa'da bir yerlere gitmeye çoktan karar vermiştik. Yer olarak benden Amsterdam, canımdan Brugge önerisi çıktı; Amsterdam'ı görmeyen sadece ben olduğumdan Brugge (ve yanısıra Brüksel) kazandı.

Uçak biletlerini Kasım başında aldık, 16 Kasım için de vize randevusunu ayarladık. 13 Kasım'da IŞİD Paris-Bataclan'da son zamanların en büyük terör saldırılarını gerçekleştirdi. Saldırganların Brüksel'den Paris'e geçtiği belirlendi, Avrupa teyakkuza geçti, Fransa sınırlarını Schengen geçişine geçici olarak kapattı, insanları "Noel'de de benzeri yaşanır mı?" paniği sardı... 2015 Paris Attacks-Wiki

İş yerinden çıkan sürpriz bir Atina seyahati sebebiyle Şölen Belçika vize randevusundan önce Schengen başvurusunu Yunanistan'a yaptı ve 6 aylık vizesine kavuştu. Bense full aksesuar gittiğim Belçika görüşmesinden 2 aylık vizeyle döndüm. Bu şartlar altında buna da şükürdü tabii, gitme yolundaki ilk engeli aşmış sayılırdık. Kasım ortasından Aralık sonuna kadar haberlerde sürekli Avrupa'da terör alarmı seviyesini, metro ve trenlerin çalışma durumunu, şehirlerde asker/polis devriyelerini takip ederek geçirdik. Korkunun ecele faydası yok, uçaklar-oteller alınmış çoktan, eh bizim ülkenin de oralardan daha güvende olduğunu kimse iddia edemez zaten.

Gitmeden önce yoğun bir iş döneminden geçtiğimiz için seyahate dair aşırı detaylı bir planımız yoktu. Brüksel havalimanına indikten sonra ilk durağımız Brugge'e geçmek için trene bindik. Kıta Avrupa'sında ilk kez bulunuyorum diyebilirim (daha önce iş için 2 günlük Almanya seyahati geziden sayılmaz, yoğunluktan hayal meyal hatırlıyorum o günleri). Tren bileti alırken saat ve koltuk numarası sorulmuyor, bilet alınabilen makinelerde kağıt para çalışmıyor (ödemeler 25 adede kadar demir para ya da kredi kartıyla alınıyor). Gideceğiniz yönü seçtikten sonra bileti basıyor, siz de ekranlardan trenleri takip ederek biniyorsunuz. Bilet kontrolü trenin içinde bir görevli tarafından yolculuğun herhangi bir anında yapılıyor.

Havalimanından Brugge'e gitmek için kişi başı 21 EURödedik. Bu fiyata havalimanı hatları için eklenen "diablo fee" dahil. Bu farkı dönüş yolunda Brugge - Brussels Midi için 14 EUR ödeyince daha iyi anladık :) Havaalanı - Brugge arası 1,5 saate yakın sürüyor, otelimiz de tren garının dibinde olduğu için 15:30 sularında eşyaları bırakıp dışarı çıkabildik. Brugge gerçekten çok küçük bir şehir, otelden merkeze yaklaşık 15-20dk'da yürünebiliyor. Biz de o akşamüstünü sokakları arşınlayıp şehri anlamaya çalışarak geçirdik. Başta ilk vardığımız dükkanların olduğu alanı şehrin asıl merkezi sanıp içimden "burası mıymış o kadar övdükleri yer?" diye geçirdiğimi itiraf etmeliyim - meğer orası şehrin tam "gözü" değilmiş. İşte tam da oralarda kıyılan midelerimizi tutsun diye ayaküstü yiyebileceğimiz bir şeyler ve şu meşhur Belçika biralarından ve patateslerinden aradık; etrafta ya pastanemsi "tearoom"lar, ya da bir kısmı kapalı restoranlar vardı. Sonunda fastfood'cumsu bir yer bulup oturduk. Birkaç chicken fingers ve nugget, yanına bol soslu Belgian fries ve tatilin ilk birası - Leffe.

                                                 
                                                   İlk ve en fason Belçika birası: Leffe

Brugge'ün dar sokaklarında dolaşmaya devam ederken kalabalık bizi giderek daha merkeze götürdü. Church of Our Lady, 13.yy'a tarihlenen, şehrin siluetini oluşturan ana binaların biri - hatta şehrin en yüksek binası. Kilisenin kulesi dünyanın tuğla yapım olarak ikinci en uzun kulesiymiş. Kilisenin içi oldukça güzel, Michalengelo'nun Madonna and her Son (Madonna ve Çocuğu) heykeli de kilisenin ücretli gezilen kısmında görülebiliyor.

                       
          Church of Our Lady'nin içi                                 Brugge Skyline'ında kilisenin yeri ve önemi :)

Kiliseden devam edince yol bir kanala çıkıyor, sonra sağa dönüp daha ferah bir caddeye, oradan da Belfort'un da olduğu asıl meydana çıkılıyor. Asıl hikaye de burada başlıyor: Burası ve bu meydana çıkan sokaklar şehrin en canlı yeri. Ancak yolda giderken dar bir kapıdan girilen bir biracı keşfedip ilk "düzgün" Belçika biramızı içmeye karar verdik: 2Be. Burada yiyecek yok, sadece envayi çeşit bira ve aperatifler mevcut. Turist işi "degustasyon menu"lerinden karma olanı alıp içtikten sonra biz de yolumuza devam ettik. Bu menüdeki biralar Blance de Namur (en sağdaki beyaz bira - 4,3%), Kriek Boom (sağdan 2., vişneli - 4,5%), Bouden Carolus (sağdan 3., 9,5%) ve Paix Dieu (en solda, 10%). İlk günden iki temel öğreti: 1- Alkol yüzdesi arttıkça biranın rengi koyulaşmak zorunda değil 2-Alkol yüzdesi arttıkça içim zorlaşmak/acılaşmak zorunda değil. Gerçekten. Bu ülkede alkol oranı 13%'lere kadar bira içtik, içmekte zorlandığımız, tadını sevmediğimiz bir bira hatırlamıyoruz.

2Be - The Beerwall 
               
                                                             
Tuvalet lavabolarında akvaryum vardı, gerçekten!


     


                                                        2Be - The Beerwall'daki Mix Menu


Brugge turistler olmasa çok kendi halinde, homojen ve böyle olduğu için de bir yanıyla "muhafazakar" bir şehir. Adım başı zincir mağazaları, "marka" dükkanları da yok. Her yer çikolatacı, dantelci (danteli meşhurmuş ama bizim için çok özellikli sayılmaz. Sadece dantel yılbaşı ağacı süsleri enteresan geldi bana), restoran, biracı, lokal butik/iç çamaşırcılar. Ama işte o ana meydana çıkan sokağın üstünde bu şehrin havasına pek uymayan bir mağaza var: Boudoir Boutique. "50 Shades of Grey" markalı olduğu iddia edilen türlü çeşitli seks oyuncakları, iç çamaşırları dolu, hem de vitrini bile var!

Şimdi normalde böyle turistik bir şehirdeki dükkanların, hele de yukarıdaki mağazanın kaçta kapanması beklenir? Minimum 20:00, hatta Türkiye'yi düşünecek olursak 21:00 falan, değil mi? Hayır efendim, Brugge'de tüm mağazalar 18:00 dedi mi kapanmaya başlıyor. Geceyarısına doğru açık olan sadece Orta Doğuluların işlettiği bakkal/hediyelik eşyacı kırması yerler. Restoranlar da belli zamanlarda açıklar, eğer öğle yemeği servisi varsa öğlende 15:00'e kadar açık, sonra kapatıyor ve akşam yemeği servisi için 18:00 - 18:30 gibi açılıyorlar. Geç yeme alışkanlığı pek yok, 21:30'dan sonra içeride boş yer ve hala oturmakta olan insanlar olduğu halde bir şeyler içme amacıyla kapısını açtığımız güzel bir restoran bizi "kapattık" diyerek içeri almadı. Be amca, bari ne istediğimizi sorsaydın! Gelmiş müşteriyi kapıdan çevirebilecek raddedeki bu rahatlığın kaynağını biz çözemedik, ancak hakikaten buradaki gibi kesin ve limitli saatli çalışma şartları keşke bizde de olsaydı.

Kısa bir yürüyüşle ana meydana (Markt) vardık. Biz gittiğimizde Christmas Market da hala yerindeydi, turistler de eklenince ekstra bir canlılık vardı. Christmas Market'ta hızlı yenebilecek hamburger, patates kızartması, soslu etli patates, hot dog gibi yiyecekler, tabii ki bira, sıcak şarap, tabii ki çikolata, bilimum ıvır zıvır ve süs eşyası satılıyor. Ortasında da kocaman bir buz pateni pisti kurulmuştu. Buralarda bir "Medieval Tour" ilanı görüp Belfort'un altındaki alanda bulunan Historium'a girip baktık ancak turun şehrin içinde, gerçekten Ortaçağ'dan kalma olan mekanlarda değil, kapalı alandaki şehir replikasında efekt desteğiyle yapıldığını öğrenince turu almaktan vazgeçtik. Zaten Brugge'de hiçbir müzeye ya da bina içine girilmese de her taraf açıkhava müzesi gibi. Meryem Ana'nın kendi koruduğuna inanıldığından bazı binaların üstünde küçük Meryem Ana heykelcikleri var.

   
                                                        Christmas Market & Belfort


                                 
Historium'un hediyelik eşyacısındaki bu kitap, aslında bu gezinin bir özeti gibiydi. Bu blog'a boşa başladım, boşa uğraşıyorum - bence artık dağılabiliriz...


Elimizdeki Brugge haritasının da yardımıyla meydandan yürümeye devam ettik. Bu defa başka bir meydana ulaştık: 't Zand. Buraya yakın zamanda büyük bir konser salonu (Concertgebouw) inşa edilmiş, geniş bir meydan ve sıra sıra güzel kafe-restoranlar var. Burada gözümüze kestirdiğimiz bir yere oturup yine Brugge'de çok sık gördüğümüz midye denedik. Buradaki midyeler de Dubrovnik'tekiler gibi koca siyah bir tencerede geliyor (bir tencere kabuklarıyla 1 kg midye demek), sosunu kendiniz seçebiliyorsunuz. Dubrovnik'te çok da iştah açıcı görünmediği için yememiştik ama burada denedik; yarım porsiyon beyaz şaraplı aldık. Çok fazla aç değildik, uykusuzluk da had safhadaydı, böyle olunca hepsini bitiremedik. Ama yanında yine farklı bir bira aldık, ne de olsa buradaki bira çeşitleri içmekle tatmakla bitecek gibi değil.
                       

Sabah gün doğmadan kalmanın verdiği uykusuzluk ve yorgunlukla ilk akşamı fazla geçe kalmadan noktaladık. 't Zand'dan yine Markt'a, oradan da otele doğru yürüdük. Otel istasyona yakın ve bu ana meydandan ~30 dk yürüme mesafesinde. Yürürken görülen harika manzaralar da bu yolculuğun hediyesi. Son kertede Minnewater Park'ten da yürünüyor.

   
                 Minnewater Park'ta bir ev                                          Belfort akşam manzarası

İkinci gün otelden merkeze bu defa Minnewater Park'tan yürüyerek ulaştık. Bu park için Brugge'ün romantik noktalarından biri diyorlar, zaten kelime anlamı da "Lake of Love" - Aşk Gölü. Kış seyahatinin kötü yanı park-bahçe gezilerinin hakkıyla yapılamaması, ama yine de park güzel manzaralar sunuyor.

   

İkinci günün ikinci yapılacağı kanal turu - bu da Brugge'de ne yapılır sorusuna en sık verilen yanıtlardan. Hava şansımıza yağışsızdı, yağmur altında 45dk'ya yakın üstü açık bir teknede oturmak istemeyebilirsiniz. Tur sırasında çok detaylı bir bilgilendirme yapılmıyor, rehber genel geçer bilgiler veriyor ama her önünden geçilen bina için detay bilgi beklenmemeli. Yine de güzel Brugge'e bir de suyun içinden bakmak güzel bir deneyim. Tur bedeli 8 EUR, çoluk çocuk herkese uygun.

   

Kanal turunda bazı evlerin üstündeki tarihler dikkatimizi çekti. Evlerin yapım yıllarını duvarlara yazmışlar, daha sonra gezerken kapılarının üstünde yazan binalar da olduğunu fark ettik. Mesela sağ üstteki bine 1614'ten kalma - aslında Brugge'de bir çok bina gerçekten Ortaçağ'dan kalma. Bir başka enteresanlık da pencereleri tuğlayla örülmüş evler. Eskiden evlerden kanala bakan pencere sayısı üstünden vergi alınırmış, kimi ev sahipleri de daha az vergi ödemek için pencerelerin bir kısmını bu şekilde iptal etmiş. Kanallarda gezerken pek çok köprünün altından geçiliyor, zaten Brugge de Felemenkçe "köprü" demek.

Dil konusuna gelmişken, daha önce Hollanda ve Belçika'da kullanılan Felemenkçe'nin (Dutch) Fransızca'ya benzediğini olduğunu düşünürdüm. Buraya gelince anladım ki dilin Fransızca'yla hiç ilgisi yok, tamamen Almanca'ya benziyor. Aklımda kalan Almanca bilgisiyle okuduklarımı çat pat anlamlandırabildim. Havalimanında İngilizce - Fransızca - Felemenkçe tabelalar var, trende duraklar Felemenkçe ve Fransızca okunuyor. Brugge'ü Felemenkçe'de "Brüggé", Fransızca'da "Brüj" okuyorlar mesela. Brugge'de ise hakim (birincil) dil Felemenkçe, insanlar konuşurken de bu dilde konuşuyor. İsimler, adresler hep bu dilde: xyz Straat'larla dolu her yer:) Bu durumun ülke genelinde böyle olmasını bekliyordum ancak Brüksel'de işler tersine döndü, inanılmaz bir Fransızca ağırlığıyla karşılaştık - sanki Fransa'daymışız gibi "Merci"ler, "Oui"ler, sardı her yeri. Ha bir de straat'ların yerini alan "Rue de xyz" şeklindeki adresler...

Kanal turundan sonra kentin ikinci yüksek kulesi ve şehrin simgesi Belfort'a çıkmak için Markt'a yürüdük. Belfort'un saat kulesine tırmanıp en üstte çanın çalma mekanizmasını görebiliyorsunuz (giriş 8 EUR). Kule 83m ve en üste çıkmak için giderek daralan 366 basamağı tırmanmak gerekiyor. Alan dar olunca içeri ancak 70 kişi alabiliyorlar, çıkan sayısı kadar yeni insan girdiğinden bekleme süresi uzuyor. Biz 1,5 saat kadar bekledik, hava soğuk olunca biraz zorlandık ama çıktığımıza kesinlikle değdi.

Bina 1240'ta inşa edilmiş, sonra yüzyıllar içinde belli ekleme ve yenilemelerle günümüze kadar gelmiş. Bu renovasyonları anlatan bir şiir bile var (Henry Wadsworth Longfellow, The Belfry of Bruges):

"In the market-place of Bruges stands the belfty old and brown;
Thrice consumed and thrice rebuilded, still it watches o'er the town."







Belfort'tan Church of Our Lady'li Brugge manzarası

Belfort'tan Markt manzarası

Kuleye tırmanırken ara katlarda binanın ve çan kullanımlarının mekanizmasını ve tarihini anlatan küçük sergiler mevcut. Çan mekanizmasını ancak en tepeye çıkınca görebiliyoruz. Çalma mekanizması, anlayabildiğim kadarıyla şöyle: Aşağıdaki resimdeki dişli silindir, çarka takılarak metal telleri çekiyor, teller de yukarıdaki çanların tokmaklarını harekete geçiriyor. Belfort'taki aktif 47 çanla çalınacak belli parçalar bir organ ile çalınarak çanlar ayarlanıyor (aslında bu dişler ayarlanıyor). Her 15 dkda bir bir şarkı çalıyor ve neredeyse tüm şehirden duyuluyor.




Belgian Fries'ın da asıl alınacağı yer de buradaymış (yüzümüzü Belfort'a dönünce sağda kalan stand). Adamın eli biraz ağır, kuyruk çok hızlı ilerlemiyor ama her şey anında kızartılarak servis ediliyor. Buradaki patateslerin bir olayı yok elbette, özellikli olan patateslerin çok çeşitli soslarla ve bol soslu olarak yenmesi. Biz en çok andalouse, curry ketchup, garlic mayo ve sanıyorum adı stoofvlees olan Flemish Skew (Belçika usulü bira soslu et yemeği) sosları güzel. Andalouse ve Stoofvlees sosları tamamen buraya özgü. Ehi frites'in yanına Christmas Market'tan iki de bira aldık mı, mis!

Belfort'un önündeki frites'çi kuyruğu

Günün ilk biraları - La Chouffe ve Brugse Zot (lokal bira)

Markt'ın yakınlarında bir de Town Hall (Stadhuis) binası var, burayı da önce Belfort'tan kuşbakışı görüp beğendik. 600 yıldan beri şehir bu binadan yönetiliyor. Binanın içi gezilebiliyor, duvarları resimlerle bezeli Gothic Room ve sonrasında yine aynı biletle Historic Hall'a giriş mümkün (4 EUR). Her iki mekan için de detaylı açıklamaların bulunduğu bir kart veriyorlar, böylece resim ve heykeller daha anlamlı hale geliyor. 


                                  
Gothic Hall

Eski Brugge çok küçük bir yer, her tarafına yürünebiliyor. Biz buradaki 2 günümüz içinde otel şehrin merkezinde olmamasına rağmen her yeri yürüyerek gezdik. Zaten bu şekilde kenti daha iyi anlamak mümkün oluyor. Eski şehir UNESCO korumasında ve toplam alanı 430 hektar (4,3 km2). Şehir 12.yy'ın en önemli ticaret kentlerindenmiş, özellikle kumaş üretimi ve ticareti önemliymiş. (Bugün Gent şehrindeki Türk (hatta Afyon-Emirdağlı) popülasyonunun kaynağı da aslında yine bu kumaş/tekstil üretimi, o da Gent'in anekdotu olsun) 1500'lerde Antwerp'in öne çıkmasıyla ekonomik önemini ve etkinliğini kaybetmiş. 1900'lerin başından beri de yoğun turistik aktivite başlamış.

Şehir kompakt ve güzel, her tarafta yoğun şekilde çikolatacılar var. Burada Belçika'nın hiçbir yerinde görmediğimiz şekilli çikolatalar "normal". Böyle bir şey alma niyetindeyseniz buradan ayrılmadan almalısınız. Aslında bu kural her şey için geçerli: Leonidas, Godiva, Leffe, Duvel gibi çok jenerik bir ürün değilse almak istediğiniz, görünce almalısınız. Brüksel'deki lüks çikolatacıların bazılarından Brugge'de olmadığı gibi (Neuhaus, Mary, Cote D'or, Galler, Pierre Marcolini...), Brugge'deki butik çikolatacıların (burada birkaç mağazası olsa bile) Brüksel'de dükkanı yok. Araştırdığımızda buradaki çikolatacıların en iyilerinden birinin Dumon olduğunu okumuştuk, nitekim fiyatları da diğer mağazaların biraz üstünde. Çikolata dükkanlarda ya hazır paketlerde ya da açıkta tane/gram ile satılıyor. Fiyat mukayesesi bence en kolay 100gr'ın fiyatı üstünden yapılıyor. Ortalama mağazalarda açık çikolataların 100gr'ı 3,5EUR iken Dumon'da 100gr'ı 5EUR civarındaydı, Brüksel'de Mary'de 7,8EUR'a çıktı. Neuhaus'ta 6-6,5EUR ise civarındaydı. 100gr göze çok gelmemeli bu arada, çikolataların içi genelde dolgulu olduğu için ağır çekiyor, 6-7 tane alınca 100gr oluveriyor, ihtiyatlı olmak lazım.





Duvel şişesi şeklinde çikolatalar - içleri boş ama

Brugge'de çikolataların şekillerinde sınır yok!


Çikolatacıların yanında bir de Belçika waffle'ı ünlüdür ya hani, biz de Brugge'ün en iyi waffle'ını yaptığı iddia edilen Oyya'dan çikolatalı (Nutellalı değil, Belçika çikolatalı) waffle aldık. Kişi başı birer alıp afiyetle yiyince akşam yemeğine pek yer bırakmadı ama, tadı gerçekten güzeldi. Buradaki gibi meyvelerle doldurma adeti pek yok, hatta sanıyorum genelde sadece pudra şekeriyle yiyorlar. Meyve koyarlarsa da sadece muz ya da sadece çilek koyuyorlar. Toplamda 3 kere waffle yedik, ilki ve en güzeli Oyya'nınkiydi.

Akşam dolanmasına Brugge'ün en eski ve en sağlam kalan binalarından biri olan Sint Salvator Katedrali ile devam ettik. Burası 10.yy'dan beri şehrin ana kilisesi olarak servis veriyormuş. Binanın bir kısmı tadilattaydı. İçi çok alengirli değil, ancak yine de kısa bir ziyareti hak ediyor.

                                          

Akşam yemeğini nerede yesek diye kısa bir araştırma yaptık ancak iyi diye gördüğümüz restoranların biri yılbaşı dönemi dolayısıyla kapalıydı, gözümüze kestirdiğimiz bir başkası "doluyuz" diyerek bizi almadı (tok satıcılar, demiş miydim?). Biz de yine dış görünümüne bakarak bir başkasına şans verdik. Pielje Pek, çok fazla çeşidi olmayan, fondü de yapan sevimli bir mekan. Menüde Flemish beef skew, (onların diliyle Carbonnade), tavşan (buralarda yaygınmış, daha sonra Brüksel'de lokal bir restoranda yeme imkanı buldık) ve balık vardı. Biz tercihimizi bira sosuyla yapılan et (Carbonnade) ve balıktan yana kullandık. Her iki yemek de gayet lezizdi, bol sebze ve yanında frites ile geldi. Yanında da tabii ki farklı bir bira denedik. Ancak biranın hakkını asıl sonraki mekanda verdik diyebiliriz: t's Poatersgat. Burası tamamen Çağatay'ın tavsiyesiyle bulduğumuz, kendi başımıza olsak muhtemelen gözümüzden kaçacak olan (ya da girmeye korkacağımız) bir yer. Mahzen kapısı gibi dar ve alçak bir kapıdan bir binanın bodrumuna iniliyor. İçerisi vaha gibi, yüzlerce çeşit bira, masalarda oturup sohbet eden insanlar. Ankara'daki Kıtır havasında. Bu mekanın asıl öğreticisi useit map'leri aslında, onun da hakkını vermek gerek.

Burada otururken hayli fazla sayıda bira denedik: Delirium Red (don't drink too much, or you may see the pink elephants!), Trappiste Rochefort, Westmalle Trappist, Bush, kirazlı Bosco. Bira servisleri ve satışı genelde 250 ya da 330'luk şişelerde yapılıyor, tap beer bile olsa hiç 50lik ya da daha büyük bardak görmedik. Her birayı mutlaka kendi markasının bardağında servis ediyorlar, bu da neredeyse hiç şaşmadı. Biraların tümü kolay içiliyor ve insanda şişkinlik yapmıyor, alkol oranları genel olarak yüksek olduğu için az içip kafayı bulmak kolay. Farklı biraları denerken özellikle Trappist biralarının çok daha lezzetli olduğunu fark ettik. Bu biralar aslında manastırlara gelir getirmek için üretilenlermiş. Fransa'da bira kültürü olmadığı için manastırların ürettiği likörler varmış mesela. Türkiye'de bunların bulunabileceğini sanmıyorum, dolayısıyla oradan bira getirilecekse özellikle yüksek alkollü Trappist'lerden seçilmeli. Bu iş de asla havaalanına bırakılmamalı, zira Brüksel havaalanında bulabildiğimiz en güzel bira La Chouffe oldu, onun dışında her yer Duvel dolu - ki o Türkiye'deki marketlerde de var. Bira çeşidi çok, her yerin de lokal güzel biraları var. Böyle olunca bir yerde gördüğünüz birayı aynı şehirde bile olsanız başka markette göremeyebilirsiniz. Bu durumda çikolata uyarısı bira için de geçerli: görüp beğendiğiniz anda o marketten almak en mantıklısı. 330luk biraların marketlerdeki ortalama fiyatı 1,4-2 EUR seviyesinde.

Brügge'de dükkanlar gibi restoranlar da erken kapanıyor (tahmin ediyorum en geç 23:00 civarı). Poatersgat neyse ki gece 02:00 - 02:30'a kadar açıkmış. Biz de orada uzun zaman geçirip 02:00ye yaklaşırken ayrıldık. Şehirdeki tüm dükkanlar kapanmış, kepenkler inmişti, sokaklarda bizden başka neredeyse kimse yoktu. Ama bizi en çok şaşırtan, Belfort'un dış aydınlatma spotlarının sönmüş olmasıydı. Sonra Çağatay'dan "Brugge at night" yazıp simsiyah olan bir kartpostal geyiğini duyduk ve parçalar birleşti :) Biz hafif yağmur altında, kafamız biraz dumanlı, ortalığın en tehlikeli insanları olarak otele varmaya çalışırken otele yakın bir yerde açık bir bar gördük ve gözlerimize inanamadık. İçeri girdik, 6-7 müşteri vardı, orada da bir Bruges Zot patlatıp otele geçtik.

31 Aralık günü Brüksel'e geçecektik, ancak buranın tadını biraz daha çıkarabilmek için sabah kalkar kalkmaz kendimizi yine dışarı attık. Artık çok iyi bildiğimiz yollarını adımlayıp eski şehrin sınırlarına, kentin giriş kapılarından birine doğru ilerledik. Eski şehrin dışına çıktıkça şehir o tamamen Ortaçağ halinden biraz sıyrılıyor, ama hala eski evler çoğunlukta. Gerçekten bu evlerde normal insanların yaşam sürdüğüne inanmak biraz zor. Mesela aşağıdaki pencere - hem normal bir hayat ispatı gibi, hem de Brugge dantellerinin güzel bir örneği olan Brugge evleri desenli perdeleriyle enteresan.


     
Kruispoort yolunda bir sokak


Kruispoort, 13. yy'da surlarla çevrili olan Brugge'ün şehir giriş kapılarından biri. Bu şekilde şehre açılan 8 kapıdan 4'ü bugün hala ayakta, en iyi korunmuş olanı da 1402'de yapılmış olan Kruispoort. Şehir kapıları akşam belli bir saatte kapatılırmış. Kapı büyük bir kanalın dibinde, kanalın karşısında ise Brugge şehrinin yeni kısmı var. Hemen devamında ise 2 tane yeldeğirmeni görülüyor. Otelden şehrin bu neredeyse diğer ucu sayılacak noktasına yürümemiz yaklaşık 1 saatimizi aldı, şehrin yürünebilir olmasına en büyük kanıt da sanıyorum budur.






Brugge için bir gün yeter diyen çok insan oldu, ama biz 2 gece (ve 2 tam gün) kaldığımıza hiç pişman olmadık, hiç de sıkılmadık. Eminim bir gece daha orada olsaydık ve yeni yıla burada girseydik de yine aynı şeyi söylerdik. Çok huzurlu, sakin, kendine ait bir ruhu olan bir yer burası. Noel ve yılbaşı dönemi sebebiyle belki normal bir zamanda olduğundan daha süslü, kalabalık ve hareketliydi, ama yine de burada hiç müze gezmeden (bira, çikolata ve inanılmaz ama frites müzeleri var), yeterince çikolata yemeden (satın aldık ama yemek için yerimiz olamadı bir türlü) bile iki tam günü geçirebildik. 31 Aralık günü 12:30 gibi trenle Brüksel'e yola çıkınca elimizde haritalar, bu defa Brüksel'i anlamaya çalıştık.

Brugge'den Brüksel Midi'ye yaklaşık 1 saatte ulaştık. Otel yine istasyonun dibindeydi (Novotel Midi Station Brussels) - gara ve tüm şehiriçi metro ağına gerçekten 2-3dk yürüme mesafesi. Trenden inince pembe renkli Europe alanı dikkatimi çekti. Dedim ya daha önce kıta Avrupa'sında uzun kalmadım hiç diye, burada Paris - Brüksel, Amsterdam - Brüksel, Frankfurt - Brüksel vb tren ve otobüs hatlarını görünce aklım başımdan gitti! Gerçekten insanların hiçbir belgeye ihtiyaç duymadan, sadece otobüs/tren/uçak biletini alarak aynı ülkede yer değiştiriyormuş gibi seyahat edebilmesi ne büyük özgürlük! O anda hissettiğim somut kıskançlığı ve "kenara atılmışlık, hak etmediğimi düşündüğüm bir hayata sıkışmışlık" hissini kelimelerle ifade edemem. Daha fazla zaman kaybetmememiz gerektiğinden silkinip kendime gelir gelmez eşyaları otele attık ve Brüksel'in ilk to-do'sunu ifa etmek üzere Rene Magritte Müzesi'ne doğru yollandık. Metroya binince alabildiğine heterojen kalabalığı görünce Brugge ile Brüksel'in alakası olmadığını, buranın daha tekinsiz, daha karışık, daha "metropol" olduğunu (itiraf etmem gerekirse derinden gelen bir kaçma isteğiyle) hissettim.

Brüksel'de Magritte'e dair iki ayrı müze var. Bizim gittiğimiz Rene Magritte'in Brüksel'deki evi, aynı zamanda kişisel eşyalarının, notlarının, bazı eserlerinin ve yanan, kaybolan ya da 2. Dünya Savaşı döneminde bombalanan bazı eserlerinin replikalarının bulunuyor. Magritte Museum adlı müzeye vaktimiz yetmediği için ne yazık ki gidemedik, sanırım orada hem Magritte'in eserlerinden hem de diğer art nouveu stili diğer sanatçılardan örnekler var. Magritte Museum'un hediyelik eşya dükkanının vitrininde göz ucuyla gördüğüm objelerde aklımın kaldığını söylemeliyim.

Gittiğimiz yer aslen "ev" olduğu için metrodan inince kendimizi gerçekten Brüksel'in gerçek bir yerleşim alanında bulduk. Geniş bir cadde, her taraf apartman... Brugge'den sonra hiç tatmin edici bir görüntü değil! Yaklaşık 20dk'lık yürüyüşün ardından bir ara sokaktaki evi bulduk. Müze olduğu için kapısının açık olmasını bekliyorduk ama değildi, zile bastık, kapıyı genç bir kadın açtı. 31 Aralık olduğundan mıdır, genel tablo mudur bilmiyorum ama tek ziyaretçi bizdik. Magritte evin ilk katında (zeminde) yaşamış, eşyaları kullandığı haliyle muhafaza etmişler. Zamanında üst katlarda farklı aileler yaşıyormuş. Evin tek giriş kapısı var, herkes kendi evine aynı kapıdan girip merdiveni kullanarak ulaşıyor. Şimdi üst katlar sergi odalarına çevrilmiş. Magritte çok zengin bir sanatçı olmadığı için yapıtlarında evinden çok esinlenmiş, Belçika'ya özgü aşağıdaki kapı kolları, duvar renkleri, şömine, pencere ve kapıların çerçeveleri Magritte'in gerçeküstü dünyasında gerçeğe ait objeler olarak yer bulmuş.

Bu arada, Rene Magritte hakkında pek bilgi sahibi olmadığımı söylemeliyim. Brüksel'e gelmişken gerçeküstücü (sürrealist) akımda Miro ve Dali ile birlikte en büyük sanatçılardan sayılan Magritte'in eserlerini görmeden dönülmemeli. Modern sanata ilgi duyanlar için kafa açıcı, ben görünce çok beğendim. Daha fazlası için: Rene Magritte-Viki

   

Evin bulunduğu sokakta pek çok mozaik görmek mümkün


Kapı zili


Magritte'in evinden sonra doğrudan şehir merkezine, La Bourse tramvay durağına geçtik. Hemen metronun çıkışında borsa binası, kalabalık bir cadde, yılbaşı süslemeleri, döner kebap dükkanları - keşmekeş! Ama yine de, Rene Magritte'e giderken gelen "ne işimiz var burada" hissi şehrin bu daha görülesi bölgesinde biraz zayıfladı neyse ki. Meydanda ve ara sokaklarda turlayarak Brüksel'in Christmas Market'ına vardık, burada (tabii ki) bir bira ve ufak bir atıştırmalık aldık. Saat 18:00'i vurunca Christmas Market'taki tüm standlar bir anda brandalarını, kepenklerini indirip apar topar kapandı. Yeni yıl akşamı olduğu için daha erken kapandılar belki, ama bir açıkhava pazarında belli bir saatte bu kadar organize ve keskin hareket etmeleri bize çok ilginç geldi.

La Bourse (Borsa) binası


Christmas Market'ta Chimay ve etli patates atıştırmalığı (hayır çok lezzetli değildi)

Biraz daha dolaştıktan sonra Brüksel'in kalbine, Grand Place denen ana meydana geçtik. Normalde yılbaşı kutlamaları ve havai fişek gösterileri ya bu meydanda ya da buraya oldukça yakın olan Place de Brouckére'de yapılıyormuş, ancak bu sefer terör eylemi tehlikesi olduğu için tüm kutlamalar iptal edilmişti. Grand Place'de yine büyük bir çam ağacı kurulup süslenmişti ve sanıyorum bugüne özel olarak Town Hall'un üstünde 19:30'da görkemli bir müzikli ışık gösterisi yapıldı. 


                                   
Town Hall ışık gösterisi

                                  
Grand Place


İnternette yaptığımız tüm araştırmalar 31 Aralık öğleden sonradan 2 Ocak'a kadar her tarafın ya tamamen rezerve, ya normalden bir hayli pahalı, ya da kapalı olduğunu söylüyordu. Biz de biraz kaygılı bir şekilde akşam yemeğini nerede yiyebiliriz, sonrasında yeni yılı nerede karşılayabiliriz diye bir yandan telefondan, bir yandan geçtiğimiz sokaklardan fikir almaya çalışıyorduk. Bu arada, hiç de öyle korkulacak bir durum yok. Çok özellikli bir yemek aramıyorsanız, ana meydanlarda ve caddelerde hoş mekanlar açık ve gayet yer bulunuyor. Biz de yemek için iyi yorumlar almış birkaç mekanı zorladık ama ikisi kapalı çıktı, sonra biz de gözümüze hoş görünen bir restoranda yer bulup oturduk. Yılbaşına özel az seçenekli bir menüleri vardı, ister tek tek sipariş edebilirsiniz ister set menü alabilirsiniz. Fiyatların normalden 3-5EUR pahalı olduğunu tahmin ediyorum. Yine yeni birer bira, bir porsiyon biftek ve bir porsiyon kaz etiyle yılın son akşam yemeğini yemiş olduk ve sanıyorum 60-62EUR arası ödedik.


Yemekten sonra takılmak ve yeni yılı karşılamak için yine çok büyük bekleti içine girilmezse irili ufaklı pek çok bar/club bulmak mümkün. Elbette şehrin en havalı partilerinin verildiği büyük club'lar ve oteller de var ancak onlar için bütçe ayırmak gerekiyor. Biz otele bile tekrar uğrayamadığımızdan gayet kot-kazak şeklinde, makul fiyatlı ama eğlenceli bir yer istiyorduk. Brüksel'in gece hayatında neresi meşhur diye sorunca Google'ın ilk yanıtı Delirium'dur, biz de mümkünse bu akşamı orada geçirmeyi istedik. Delirium, yine envayi çeşit biranın servis edildiği, tüm duvarları ve tavanı bira markalarının tepsileri, bardakları, şişeleriyle süslü bir cennet. Sohbete engel olmayacak seviyede müzik çalıyor (yılbaşı için biraz daha yüksek sesle çalabilirlerdi belki) ve popülasyondaki turist oranı muhtemelen 40% seviyesinde. Saat erken olduğu için içerisi henüz çok kalabalıklaşmamıştı, şansımıza bir çift de oturduğu masadan kalkınca bir masamız bile oldu :) O geceyi Belçikalıların tezahüratları arasında, çok bangır bangır olmayan müzikte hafiften dans ederek ve bira içerek geçirdik. Yine yorgun ve uykusuz olduğumuz için gece yarısını biraz geçerken mekandan ayrıldık, biz ayrılırken içerisi resmen balık istifiydi!

Yılbaşı gecesi saat 02:00ye kadar metronun açık ve ücretsiz olduğu notunu da buraya düşeyim unutmadan... Dönerken Delirium'dan çıkıp Central Station'u ararken bir anda karşımıza çıkan ilk kavşakta olduğunu fark ettik - gerçekten şehrin tam ortasında! Buradan bir aktarma ile otele ~25dk içinde ulaşabildik.

Delirium

1 Ocak'ta her yerin kapalı olacağını duyduk ya, Brüksel'de müze falan da gezemeyeceğimizi hesaba katarak bu günü kısa da olsa Antwerp ve Gent'e ayırmaya karar verdik. Sabah 10:30 gibi otelden çıkıp Antwerp trenine atladık. Yol yaklaşık 1 saat sürüyor ve 7,5EUR civarında. Bu seyahatin en sevdiğim yanı tren yolculukları oldu. Belçika küçük bir ülke, mesafeler kısa olduğundan şehirlerarası trenler yüksek hızlı değildi. Ama ne olursa olsun gece yarısına kadar çok sık tren seferinin olması, yolculukların konforlu geçmesi, bilet almanın ve kullanmanın kolaylığı inanılmaz bir rahatlık.

Antwerp, Brüksel'in kuzeyinde bir kent. Daha çok tasarım, alışveriş ve elmaslarıyla ünlüymüş. Adının hikayesi oldukça ilginç: Şehrin içinden geçen Scheldt nehrinin kıyısında Antigoon diye bir dev yaşarmış ve nehri geçen her Antwerpli'den geçiş için para alır, para vermeyenlerin de bir elini kesip nehre atarmış. Brabo adlı bir kahraman devi alt edip esir almış ve bir elini kesip nehre atmış. Antwerp adı da  kelime anlamı Dutch dilinde "el atmak" olan "Hand Werpen"den evrilmiş.

Şehrin tasarım odaklı olduğunun ilk kanıtı tren garından başlıyor. 2009 yılında Newsweek dergisi Antwerp Central istasyonunu dünyanın en harika 4. tren istasyonu seçmiş. Sanki sadece istasyonu görmek için bile Antwerp'e gelmeye değer.

istasyonun dışı

içeriden görünüm



Ana tren istasyonu şehir merkezinin dibinde: 20dk içinde yürüyerek Belediye Binası'na (Town Hall / Stadhuis) / Grote Markt meydanına ulaşılabiliyor. Bu sırada yürünen yolun iki tarafında birçok tanınmış markanın mağazaları var, ara sokaklarda ise daha küçük butikler yer alıyor. 1 Ocak olunca hepsi kapalıydı tabii. Kafe/restoranların açık olanlarının çoğu yabancı mutfaklardı (Hint, Çin, İtalyan vb). Grote Markt bölgesinde hem daha fazla insan, hem de açık restoranlar vardı. Hatta yol üstünde küçük bir bardan bangır bangır müzik sesi geliyordu - muhtemelen bitememiş bir yılbaşı partisi :) Christmas Market da biz şehirden ayrılırken, 14:30 civarında yeni açılıyordu. Çikolata hakimiyeti Antwerp'te biraz son buldu. Her ne kadar dükkanlar kapalı da olsa, Brugge'deki çikolatacı yoğunluğundan eser yok bu şehirde.

Bu bölgenin yapısı hep aynı: Bir tane town hall ve onun bulunduğu ana meydan, bir tane büyük katedral, bir tane çan kulesi... Antwerp'in Town Hall'unun tepesinde bir Meryem Ana heykeli, onun iki alt yanında ise soldaki adaleti, sağdaki sağ duyuyu temsil eden iki heykel daha bulunuyor. Grote Markt'ta bir de dev bir "devin elini fırlatan Brabo" heykeli var.

Antwerp Stadhuis
 
Antwerp Stadhuis

Brabo heykeli


                                   Cathedral of Our Lady ve çevresinde Christmas Market alanı


Grote Markt'tan biraz ileriden Schelde nehri geçiyor. Nehir kıyısı yürüyüş yapmak için ideal, bir tarafında (Zuiderterras) güzel kahvaltı servisi olan bir kafe de var. Tam tersi yönde ise Antwerp'in en eski binası olan Het Steen (Stone Castle) kalesi bulunuyor. Kalenin tarihi 9 yy'a dayanıyor, 14.yy'dan sonra askeri kale vazifesi hapishane olarak değişmiş. 1500'lerin başında V. Charles döneminde restore ettirilerek şimdiki halini almış. Kalenin girişinde doğurganlık tanrısı Semini'nin bir duvar kabartması var. Hamile kalmak isteyen kadınlar gelip bu kabartmaya dokunurlarmış, bu yüzden Antwep'in yerlileri kendilerine "Semini'nin çocukları" dermiş. Bu efsane, 17. yy'da figürün testislerinin çalınmasıyla son bulmuş olsa gerek.


Kalenin girişinde Flaman kültüründen Lange Wapper adlı bir devin heykeli var

Duvardaki Semini kabartması

Antwerp'in belli başlı görülecek yerlerini tamamladıktan sonra hafif bir öğle yemeği için meydandaki bir restorana oturduk ve bir Carbonnade paylaşarak iki Antwerp birası içtik. Ne yazık ki bu restoranda patateslere güzel Belçika soslarından vermediler, ketçapla yetindik.


                                      

Yemeğin ardından kısa ve hızlı bir tur için Gent'e geçmeye karar verdik. Antwerp Centraal - Gent Sint Pieters istasyonları arası trenle yaklaşık 1 saat sürüyor ve 9,5EUR civarında.

Gent Sint Pieters istasyonunda sahil kasabası Oostende boyaması

Gent, Antwerp'i pek bilmeden önce Brugge'den sonra bir günümüzü geçiririz diye düşündüğümüz bir kentti. Aslında Brugge - Gent - Brüksel aynı doğrunun/hattın üstünde kalıyor, ancak planlar değişince biz biraz daha yol yapmak durumunda kaldık. Burada indiğimiz istasyonun yeri ne Brugge gibi merkeze yürüyerek yakın, ne de Antwerp ya da Brüksel'in Centraal istasyonları gibi şehir merkezine çıkıyor. Gayet "neredeyim ben?" diyeceğiniz bir yerde kurulmuş. İnince Belçika'nın "kolay"lığına inat kısa bir "merkeze nasıl gideceğiz şimdi?!" paniği yaşadık, sonra insanların yönlendiği tarafta otobüs ve tramvay duraklarını fark ettik. Kişi başı 3EUR'a 3 saat geçerli bir bilet satın alıp tramvaya atladık. Bilet kontrolü rastgele yapılıyormuş, bize denk gelmedi. Zaten dönerken de 3 saati geçtiği halde tekrar bilet almadık.

Gent'in "merkezi" diyebileceğimiz Belfort ve büyük kiliselerin olduğu meydanda Belçika'da gördüğümüz en güzel ve ruh sahibi Christmas Market kurulmuştu. Tabii ki birer Gent birası ve etli patates aldık. Bu defa patates yemeği gayet lezizdi.

Şehir merkezine vardığımızda gün batmış sayılırdı, insanlar da 1 Ocak'ın bitmeye yaklaşmasından olsa gerek dışarıdalardı. Gent, Brugge'den daha büyük bir kent, üniversite olduğu için öğrenci şehri olarak biliniyor. Bir özelliği de Afyon-Emirdağ'dan gelen Türkleri! Avrupa şehirlerini bir yerli gibi gezdirmeyi amaçlayan Use.it haritalarında bile bu bilgiye ve bir Türk pizzacısına (lahmacuncu?) yer verilmiş. Tren istasyonundan başlayarak Türk restoranlarını da görmek mümkün. 1960'larda Gent'teki tekstil fabrikalarında gece vardiyasında çalışmak istemeyince Türk işçiler imdada yetişmiş, zamanda Afyon'un Emirdağ ilçesinden hayli fazla sayıda Türk Gentli olmuş. Use.it'te "3. jenerasyon Türklerin bazılarının Felemenkçe aksanının gerçek bir Gent'liden daha fazla Gent aksanı var" notu mevcut. 

Şehrin merkez sayılacak alanı Ortaçağ'dan kalma binalarla bezeli. Akşam vakti tüm binaları ışıl ışıldı. Şehir Antwerp'ten de geçen Schelde ve Lys nehirlerinin birleştiği yerde kurulmuş. Işıklı güzel binaların nehre yansıması çok güzel görüntüler oluşturuyor. 

Gent Belfort




Gent'ten sonra Çağatay'larla buluşmak üzere Leuven'e geçeceğimiz için buradaki turumuz kısa sürdü. Aslında gözümüze çok güzel restoranlar ilişmişti ama vakit kalmadı ne yazık ki. Gent'e gelmişken koni şeklinde, mor renkli Gent şekerlerinden biraz almak isteyebilirsiniz. İçi yumuşak dolgulu, meyve aromalı bu konik şekerler diğer Brugge ve Brüksel'deki çikolatacılarda da her renkte var, ama asıl mor renklisi Gent şekeri imiş.

Gent-Leuven trenini tabelalardan bir bakışta bulmak zor, çünkü Leuven trenin son istasyonu değil. İtiraf edelim biz arkadaşlarımızdan destek aldık. Bu biraz daha az kullanılan bir hat olsa gerek ki daha seyrek sefer vardı. Yine yaklaşık 1 saat sürüyor ve fiyatı 12,30EUR. Bu güzergahta şansımıza çift katlı trenle seyahat ettik ve akşam saati olduğundan ve Brüksel üzerinden geçtiğinden olsa gerek bindiğimiz en kalabalık trendi.

Leuven, Antwerp, Brugge ve Gent'ten çok daha az turistik bir kent. Burada da bir üniversite var. Brüksel'e trenle sadece 20 dk mesafede olduğundan Brüksel'de çalışıp burada (muhtemelen daha da ucuza) yaşanabilir. Buraya gelmekteki asıl amacımız arkadaş ziyareti olduğundan çok "turistik" gezmedik, gardan kısa bir yürüyüşle merkeze (tabii ki Belfort'a!) ulaşıp burada yaşayan Bensu'nun favori Hint restoranında güzel bir ziyafet çekip Hint birası içtik. Üstüne de küçük bir caz-bira barında farklı Belçika biraları parlattık. Burada Barbar diye ballı bir denedim, daha sonra gezdiğimiz marketlerde karşılaşmadık ama içince ağızda garip bir bal aroması bırakıyor. Beşiktaş'taki bazı barlarda da satılıyor, tekrar içmek Türkiye'ye nasip olacak sanırım.

Leuven ziyaretinin bir faydası da Bensu'nun kaldığı yeri görmek oldu. tek odanın içine hem yatak odası (aslında banyonun üstü olan bir alçak tavanlı girintiye konmuş yatak - merdivenle çıkılıyor), hem mutfak (kapıdan girer girmez küçük bir tezgah, tezgah altı buzdolabı ve birkaç ocak), hem çalışma/oturma odası (bir kanepe ve bir çalışma masası) küçük bir banyo sığdırılmış bir tasarım harikası.

O gece son yolluk biramızı trende yudumladık ve kafamız yüksek alkollü, kolay içimli biralardan hafif kıyak şekilde otele vardık.

Brüksel'de kalan 1,5 günü şehri gezip anlamaya ayırdık. 2 Ocak sabahı "daha uyanık, daha işler" bir kente uyandık. Kaldığımız otellerde hiç kahvaltı almadığımızdan her sabah birer portakal suyu ile bir baget sandviçi bölüşerek karnımızı doyurduk - sandviçi 2-3 kere Panos'tan aldık, gerçekten lezzetliydi. Bu sabahı şehir merkezindeki Carrefour'dan aldığımız sandviç ve meyvelerle geçirdik. Her yerdekis andviç ekmekleri çok lezzetli olduğundan Panos'tan çok da fena sayılmazdı.

Grand Place'i bir de gündüz gözüyle görmek için yine ana meydana gittik. Buradaki turist ofisinde belki farklı bir şey duyarız diye uğradık ama araştırdığımızdan fazlası yoktu. Bazı saatlerde ücretsiz yürüyüş turu yapıyorlardı, biz kendimiz daha kolay halledeceğimizi düşünerek katılmadık. Brugge'deki meydanda Town Hall'un içi gezilebiliyordu, Brüksel'dekinin içine maalesef girilemiyor. 1400'lerin başından kalan gotik binanın dış güzelliğiyle yetinmek zorunda kaldık. Meydandaki diğer binaların fonksiyonlarıyla ilgili pek bilgi yoktu, Town Hall'un karşısında bir kent tarihi müzesine ise kısıtlı vaktimizden ötürü girmedik.

Şehir merkezinde sıklıkla görülecek yerleri gösteren oklar bulunuyor, bunları takip ederek önemli yerlerin tümüne yürümek mümkün(müş, bunu gezdikçe daha iyi anladık). Bunları takip ederek ilk önce Manneken Pis'e (işeyen küçük adam) gittik. Brüksel'e giden herkesin bu su işeyen veletle bir fotoğrafı vardır, o fotoğraflardan bakınca heykeli açıkta bir yerde ve heybetli gibi düşünebilirsiniz; oysa aslında gayet ufak tefek (61cm) ve Grand Place'in arka tarafında bir ara sokakta. 1619'da yapılmış heykel hakkında birkaç hikaye mevcut, en ünlülerinden biri 2 yaşındaki Leuven Dük'ünün ordusunun bir savaş sırasında Dük'ü bir sepete koyup ağaca asması, küçük Dük'ün de bulunduğu yerden düşman ordusunun üstüne işemesi. Başka bir hikayede de Brüksel'de kaybolmuş küçük bir çocuğu tüm halkın araması ve sonunda bir köşede işerken bulması. Heykele her hafta "The Friends of Manneken Pis" adlı grup tarafından tasarlanmış belli kostümler giydiriliyormuş, bazen de su yerine bira işiyormuş ve oradan geçenlere birer bardak ikram ediliyormuş - biz denk gelemedik, o ayrı.

Mini mini Manneken Pis




Manneken Pis'ten sonra Brüksel'in en önemli yerlerinden birine, St Michael ve St Gudula Katedrali'ne yollandık. Bu iki azizin Brüksel'in koruyucu azizleri olduğuna inanılıyor. Katedralin en eski bölümleri 11. yy'dan kalmış, sonraki zamanlarda eklemelerle son halini almış, yine bir gotik yapı. Giriş kapısının iki yanında 114m yüksekliğinde iki kule uzanıyor. Her ne kadar toplam yüzölçüm bakımından dünyanın en geniş kiliseleri listesinde olmasa da, içi şimdiye kadar gördüğüm en geniş ayin alanına sahip. Belçika'nın tüm önemli nikahları, Papa'nın katıldığı ayinler hep bu kilisede yapılıyormuş, girişte bu önemli törenlerden fotoğraflar sergileniyor.

Katedralin dıştan görünümü






Ayin alanlarından biri

Ayin alanlarından biri

Girişteki özel gün fotoğrafları


Katedral'den çıkınca yürüyerek Royal Palace'a geçtik. Şehir zaten küçük olduğu için harita üstünde işaretleyebileceğiniz görmeye değer çoğu yere rahatça yürünebiliyor. Merkezde gezilecek yerlerin gösterildiği oklu tabelalar da sıkça yerleştirilmiş. Royal Palace gayet yakınına girebildiğiniz (ancak içine yaz döneminde Temmuz sonu - Eylül başı ziyaretçi alınan) bir yapı, çok da aman aman bir haşmetli saray havası da yok. Şu anda daha çok tören ve toplantı amacıyla kullanılıyormuş, kraliyet ailesi Brüksel'in dışındaki başka bir sarayda yaşıyormuş. Bu sarayın karşısında Brüksel parkı var ancak mevsimden de kaynaklı olsa gerek, çok çekici gelmedi bize, kıyısından yürümek dışında özel olarak içini gezme ihtiyacı duymadık. Kentin ana müzelerinin (Magritte Museum, Music Instruments Museum vb) bulunduğu alan da aslında bu sarayın üst çaprazında (evet yine yakın, yine yürüme mesafesi) bulunuyor.

Kraliyet sarayı

Sarayın 1 km uzaklıkta Avrupa Parlamentosu bulunuyor. Hem ofisler, hem de ziyaret alanı olan Parlamentarium Quartier Européen denen bu bölgede yer alıyor. Grand Palace'deki turist ofis görevlisi buraların o gün kapalı olduğunu söylemişti ama biz onu dinlemeyip yine de "en azından bölgeyi, binaları görelim" diyerek oraya kadar yürüdük. Şansımıza Parlamentarium açıktı, burası Avrupa Birliği'nin tarihi, yapısı ve işleyişi hakkında çok ayrıntılı bilgiler sunulan interaktif bir sergi alanı. 1 Ocak, 1 Mayıs, 1 Kasım ve 24, 25, 31 Aralık dışında hep açık; sadece Pazartesi günleri 13:00'te, hafta sonu 10:00'da, diğer günler ise 09:00'da açılıp 18:00'de kapanıyor. Son giriş için 17:30 demişler ama, biz burada 3,5 saate yakın zaman geçirdik ve "şehirde de zaman geçirmeliyiz" hissi bizi sıkıştırmasa biraz daha kalabilirdik. Burası sosyo-politik tarihe ilgi duyanlar için bir cennet ve o kadar iyi tasarlanmış ki insan hiç sıkılmıyor.


Parlamento binalarının üstünde Fransa'nın Oscar adayı Mustang afişi
Avrupa Parlamentosu binaları

Parlamentarium'un girişi ücretsiz. Sıkı bir güvenlik kontrolünden sonra isterseniz eşyalarınızı yine ücretsiz kilitli dolaplara bırakabiliyorsunuz. Girerken herkese iPod'larla audio tour guide'lar veriliyor, çünkü içerideki tüm bilgi aslında bu cihazlara yüklü. 24 dil seçeneği var, Avrupa Birliği'ne dahil tüm dillerde içerik mevcut. Biz İngilizce seçince, eh tipimiz de pek ana dili İngilizce birine benzemeyince görevli şaşırdı, kendi dilinizi alabilirsiniz dedi. Biz de "şimdilik alamayız, biz Türküz" dedik, boynumuz hafif bükük...



İçerideki tüm yazılar da tüm Avrupa dillerinde



Rengarenk, süper teknolojik Parlamentarium

Avrupa Birliği'nin Avrupa'nın yakın tarihte yaşadığı hangi acılara merhem olması amacıyla kurulduğu, hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiği adım adım anlatılıyor. Kimini hatırlayabildiğimiz bir çok tarihi olayın da fotoğraflar ve kısa anlatımlarla üstünden geçiliyor.
Eski Avrupa gazetelerinden küpürler

2. Dünya Savaşı bitiminde virane Berlin'de dans eden kadınlar

Bosna Savaşı'nda yerle bir edilen Mostar Köprüsü

2012'de Avrupa Parlamentosu'na verilen Nobel Barış Ödülü

Parlamentarium'da gezerken, yıllardır gündemde ya, "ya bir gün biz de AB'ye girersek, o zaman bu tarih akışlarında bize de yer verirler mi?" sorusu aklımızdan geçti. Bir de Kıbrıs konusu: bu sergide Kıbrıs harekatı hakkında bilgi veren bir resim var ve açıklamasında "Kıbrıs hala Türkler'in işgalinde" ifadesi geçiyor. Bir gün sular durulur, bizi de AB'ye alırlarsa bu sorun zaten çoktan bir şekilde çözülmüş mü olur, yoksa politik gerekliliklerden ötürü bu ifadeler mi değişir, bunu zaman gösterecek.




Parlemantarium'dan çıktığımızda 2 Ocak olmasının da azizliğiyle hava zifiri karanlıktı. Onca saat aç kaldığımız için hemen bir marketten küçük bir sandviç ve birer bira alıp açlığımızı geçiştirdik ve Sablon bölgesine yürüdük. Sablon meydanı Brüksel'deki önemli bir diğer meydan. Elbette Grand Place'den çok daha sakin ve nezih. Burada meydana yürümeden önce Notre Dame du Sablon kilisesine (bir adı da Church of Our Blessed Lady imiş) girdik. Biz girdiğimizde içeride organ çalınıyordu, sonra bir anda papaz ve şarkı söyleyen kadın da geldi- meğer kapıdaki "servis var" yazısını hiç görmeyip ayin zamanı girmişiz, iyi de etmişiz, kilisenin o halini görmek kısa ziyaretimizi daha da etkileyici kıldı. Bu kilise de yine gotik mimari ve 15.yy'a tarihleniyor.






Kilisenin tam karşısında Jarden du Petit Sablon adlı küçük bir park var, park tadilatta olduğu için içine girilemiyordu. Bu parkın özelliği heykelleri: dış demirlerinde tam 48 tane eski dönemlere ait mesleklerin tasvir edildiği ve hepsi birbirinden farklı olan heykeller mevcut. Parkın içinde de İspanyol istilasının direniş liderleri Egmont ve Corne kontlarının büyük bir heykeli var. 

                                       
Jardin du Petit Sablon'u çevreleyen meslek heykelleri
Jardin du Petit Sablon'u çevreleyen meslek heykelleri

                                                   
Kont Egmond ve Corne


Kiliseden sonra biraz daha yürüyünce Sablon bölgesinin meydanına ulaşılıyor. Burada şık restoranlar da mevcut, ama biz o günün akşam yemeği hakkını daha lokal bir yere saklamıştık, o yüzden sadece Pierre Marcolini'ye uğrayıp daha önce Les Galeries Royales Saint-Hubert pasajındaki mağazasından alıp tattığımız macaronlarından evlere de biraz alıp (biraz diyorum, zira ufacık makaronların tanesi 1,8 EUR) bir bardak da sıcak çikolata içtik. Sıcak çikolatanın bu kadar yoğun, bu kadar leziz ve "çikolata" halini ilk kez tattık doğrusu, aşağıda bardakta bıraktığı izden anlaşılır diye tahmin ediyorum.



                                      
Pierre Marcolini'nin makaronları

Sablon'dan sonra metroyla merkeze geri dönüp internet araştırmalarımızda çok iyi bir lokal restoran olarak hem Tripadvisor'da hem Foursquare'de karşımıza çıkan Fin de Siecle'a gittik (restoranın adı "end of century" demekmiş bu arada). Burası biraz ara sokakta kalıyor ve girişi biraz karanlık olduğundan biraz zor bulunuyor, ama içeri girince dar uzun mekan o kadar kalabalıktı ki, doğru tercih yaptığımızı anladık. İçeride hem lokaller hem turistler var, tamamen bir turist tuzağı durumu yok yani. Masa için biraz (yarım saat kadar?) beklememiz gerekti, beklerken de önümüzdeki Avusturalyalı aileyle biraz sohbet ettik. Biz beklerken küçük çaplı bir kapkaç olayı da yaşandı, restorandaki biri sanıyorum masada oturan birinin cep telefonunu aldı ve dışarı fırladı. Neyse ki telefonu çalınan gruptan biri hızlı çıkıp hırsızın arkasından yetişti de telefonu geri getirebildi.

Restoranın menüsünde hem yerel tatlar, hem de daha klasik dünya mutfağı denebilecek seçenekler var. Biz denemek istediğimizden "yiyemediğimiz kalır" diyerek 3 porsiyon yemek sipariş ettik: Sosis, domuz bacağı ve tavşan - ve tabii ki (yine farklı birer) bira! Yemekler o kadar lezzetli çıktı ki gram artmadı, hepsini silip süpürdük. Fiyatlar da gayet normaldi. Bu aşırı kalabalığa rağmen masadan kalkmanız için taciz etmemeleri de başka bir artısı.
                                                  

                             Sosis

Her yemeğe ayrı bira                                                   Domuz bacağı - lezizdi
Tavşan


Brüksel'deki son geceyi yine çok yorgun olmamıza rağmen dışarıda geçirmeliydik. Yılbaşı gecesi için internetten baktığımız zaman burada da elbette çok lüks club'lar olduğunu fark ettik, ama biraz daha "normal" ama yine eğlenceli bir yerler de olmalı umuduyla biraz daha araştırdık. Place St.Gery diye bir meydanda bir grup dans imkanı da olan bar olduğunu öğrendik. Önce otele gidip eşyaları bıraktık ve yine metroyla merkeze inip bu meydanı bulduk. Burası daha önce suç oranının yüksek olduğu bir bölgeymiş ama sonradan rehabilite edilip sosyal bir mekan haline getirilmiş. Burada Mezzo diye bir yere geçtik, tam istediğim gibi, radio songs çalan, herkesin dans ettiği bir yer. Tabii ki bira içip (kirazlı birayla devam ettik) o sımsıkışık pistte biraz eğlendik. Ertesi gün uçak öğlen saatlerinde olduğundan, sabah da müzik enstrümanları müzesine gitmek istediğimizden çok geç saatlere kalmadan ayrılmak zorunda kaldık ama mekan oldukça eğlenceliydi. Çıkışta da otelin merkeze yakın olmasının avantajıyla taksiyle hem uygun fiyata (9 EUR kadardı sanırım) hem de hızlıca Gare du Midi'ye ulaştık.

Ertesi sabah yine erkenden uyandık, müzenin açılış saatinde ilk giren olmalı ve sonra da koşarak otele dönüp, otelin yakınındaki marketten bira ve çikolata alıp havalimanına geçmeliydik. Müze pazar günleri 10:00'da açılıyor, gezmek de ortalama 3 saat sürüyor; giriş 8 EUR. Otelden kendimizi attığımızda Gare du Midi'nin önünde bir pazar kurulduğunu gördük, saat de sabahın 08:30'u. Biraz gezelim diye içine girince tam bildiğimiz Türk pazarıyla karşılaştık: taze sebze meyveler, süt ürünleri, zeytinler, giysiciler, ıvır zıvırcılar ve hatta simit ve Türk çayı satan bir tezgah! Pazarın ne kadarını Türkler domine ediyor bilemiyorum ama dönüş yolunda saat 13:00 civarında metroda çok fazla pazara gelen insanla karşılaştık, talebin yoğun olduğu aşikar. 




Metroydan inip Royal Palace'in arka tarafına doğru yürüdük. Aslında ana müzelerin çoğu bu bölgede bulunuyor. Bölge dediğime de bakmamak lazım, aslında Grand Place'in de dibi burası, az ileride kabak gibi görünüyor işte. Brüksel'in aslında ne kadar küçük olduğuna bir kanıt daha işte! Müze açılana kadar buralarda biraz turladık.Bu bölge eski yapıları, yeşil alanları ve temizliğiyle benim çok hoşuma gitti. 




Müzik Aletleri Müzesi (MIM) binası da oldukça ilginç. Buranın terasını çok övüyorlar, evet güzel bir kafe var yukarıda, hatta pazar sabahı açık büfe brunch da vardı (vakti olana tabii) ancak manzarasında çok bir numara yok. Brüksel skyline falan okursanız da inanmayın, zaten tüm binalar benzer yükseklikte, göreceğiniz bolca çatı ve Town Hall'un yüksek kulesinden başka bir şey değil. 

       


  
                MIM'ın kapısından hoş bir detay                                                  MIM binası


Müze açılır açılmaz büyük bir heyecanla kendimizi içeri attık. Yine tüm eşyaları bir dolaba kilitleyip yukarı minimum eşyayla çıktık, ama buna rağmen 2,5-3 saat ayakta kalmak insanı çok yoruyor. Burada dünyanın her yerinden (ama elbette en çok Belçika bölgesinden) genelde etnik, geleneksel bir çok enstrüman var. Girişte bir sesli rehber veriyorlar, gördüğünüz enstrümanların çoğunun önünde bir kod var, bu kod rehbere girilerek hem enstrüman hakkında bilgi okunabiliyor, hem de enstrümanların sesleri dinlenebiliyor. Türklerin neyi ve kavalı da sergileniyordu. Ayrıca "Mozart'ın müziğinde Türk etkisi"nden bahseden bir yazı ve yine Mozart'ın kullandığı "Türk pedallı piyano" da vardı. Müzenin en büyük eksiği, bunun gibi fiziksel olarak müzede bulunan bilgilendirme yazılarının sadece Felemenkçe ve Fransızca yazılı olmasıydı, ben yapabildiğimin en iyisini yapıp kırık dökük Almanca'mla ve Fransızca'nın Türkçe ve İngilizce'yle ortak olan sözcüklerinden yola çıkarak okuduklarımı anlamlandırmaya çalıştım. Bana çok ilginç gelen birkaç enstrümanı aşağıda paylaştım.


           
                    Geigenwerk. Buradaki örneği dünyada bulunan son geigenwerk'miş. 18. yy


                                        
Afrika'dan, hayvan derisinden yapılma üflemeli

Harpsichord
Uzakdoğu'dan (Çin) bir enstrüman seti

Müzeyi tamamladıktan sonra havalimanına gidişimiz çok zor olmadı, önce metroyla otele, oradaki marketten hızlı bir alışverişten sonra da yine Belgian Rail ile 15dk'da havalimanına. Daha önce de demiştim ya, Belçika'da bir şeyi (bira ve çikolata özelinde) görüp beğendiğin yerde, o anda alacaksın, sonra aynısından bulmak çok zor. Market alışverişinde de aynısı başımıza geldi. Delhaize'nin merkezdeki şubelerinde çok geniş bira ve alkol reyonları varken meğer bu şubede çok kısıtlıymış, biz de bulabildiğimizi alıp "free shop'ta kesin vardır" diye bir umutla ayrıldık. Havaalanında ise Duvel ve La Chouffe'den başka adam akıllı biraz yoktu neredeyse, ve fiyatlar şehirdeki marketlerden biraz daha pahalıydı. Marketlerden artizyan olmayan Cote D'or çikolata barlrı ve sıcak çikolata yapmak için sıcak sütte eritilen çikolata küplerinden (tanesi 1,5 EUR) de aldık. Bu küplerin çeşit çeşit aromalıları var, bitteri, sütlüsü, fıındıklısı, Cointreau'lusu (portakal likörü)...

Belçika, benim kıta Avrupası'nda adam akıllı ilk gezim oldu. Ülke küçük ve ulaşım çok kolay olunca 5 günde gezilesi her yerine gittik, bol bira, frites, waffle ile birkaç kilo alıp, valizlerde bol bol bira ve çikolatayla ülkemize döndük. Terör korkusundan ötürü havalimanlarında ve büyük tren/metro istasyonlarında elinde tüfekle ikili gruplarda gezen askerler bazılarına korkutucu gelse de ne yalan söyleyelim bizim içimizi serinletti (bizde yok ve başımıza neler geldiği ortada, daha iki gün önce Ankara Kızılay'da bir patlama oldu ve şimdilik 37 sivil hayatını kaybetti...). Ama içimi en çok yakan iki şeyi de tekrarlamadan kapatamayacağım bu yazıyı: İlki, adamların barındırdığı tarih ve o tarihi ne kadar iyi korudukları gerçeği... Bizde koca şehr-i İstanbul'da bile belli başlı saraylar ve camiler dışında şehrin içinde tarihi bina bulmak zor, olanları da (bkz İstiklal) yıkıp ne idüğü belirsiz şekilde renove ediyorlar, ya da Balat/Eminönü taraflarındakiler gibi bakımsızlıktan virane durumdalar. Bir diğeri de Schengen bölgesi vatandaşı olmanın verdiği inanılmaz serbestlik ve modern yaşam gerçeği. İnsanın kafası atınca sanki yan şehre geçer gibi ülke değiştirebilmesi, sınırların neredeyse yok edilmiş olması, isterse bambaşka ülkelerde iş ya da okul arama imkanı... Aynı hissi Edirne'de sınıra kadar gidip vizesizlikten dönmek zorunda kalınca da hissetmiştim. İnsana yapılmış en büyük haksızlık sınırların bu kadar katı olmasıdır herhalde...

Daha güzel, daha aydınlık günlerde, daha fazla gezip öğrenebilmek dileğiyle...

15.03.2016 Salı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)