Karadeniz'in Doğusu

Son birkaç yıldır konuşup da bir türlü gerçekleştiremediğimiz Karadeniz turuna bu sene çıkabildik sonunda. Şeker Bayramı tatilini fırsat bilip, tarihler de bölge için de en yağışsız olacağı öngörülen Temmuz ayına denk gelince, 27 Temmuz - 2 Ağustos arasını bölgede geçirdi. İstanbul'dan çıkılan her yer bu şehrin kargaşasından uzaklaştırıyor insanı gerçi de, bu sefer hem şehir, hem tarihi yer, hem doğa gezisinin tadı başkaydı. Dönüşte zihnim boşalmış, uzaklaşmış olsa da açıkçası pek tatil gibi hissetmedim ama, o kadar da olsun artık.

Tura Pazar sabahının köründeki Samsun uçuşuyla başladık. 1 saatlik yolculuğun ardından şehre inince ilk durak, Bandırma Vapuru ve Milli Mücadele Açıkhava Müzesi. İlk görüşte asıl geminin restore edilmiş hali sandık ama değil, 2001 yılında tamamlanıp 2003'te ziyarete açılan bire bir örneğiymiş. Ama hem içi, hem çevre düzenlemesi oldukça güzel yapılmış.

 
Bandırma Vapuru - Samsun
Bandırma Vapuru'nda Mustafa Kemal ve arkadaşları

Bandırma Vapuru'nun ardından rotayı kuzeye çevirip Sinop'a geçtik. Şehir merkezinden önce Türkiye'nin en kuzey ucu diye hep kitaplarda anlatılan "İnceburun" tarafına gittik. Tam uca gitmek için araçların giremediği, ormanın arasından geçen bir patika yoldan 2 km kadar ilerlemek gerekiyor, ne yazık ki oraya yürüyecek zaman vermediler. Turla gezmenin en fena cilvesi bu işte, efektif geziyorsun ama zaman limitlerine uymak durumundasın... Hamsilos (Hamsaroz) tabiat parkında durup manzarayı izledik, bölgede çadır kampı yapanlar, hava kapalı ve rüzgarlı olmasına rağmen denize girenler vardı. Güzel bir havada, İnceburun'da gün batımının çok güzel olduğu söyleniyor, belki bir başka sefere...
İnceburun (Hamsilos) - Sinop

Direniş her yerde: İnceburun (Hamsilos) - Sinop

Şehrin merkezine gidince görülmesi gereken en önemli yer tarihi Sinop Cezaevi. Üç yanı denizle çevrili Sinop Kalesi'nin içinde kurulu bu cezaevinden kaçmak imkansız denirmiş, bu benzerlikle diğer adı da "Türk Alcatraz'ı" imiş. Kalenin tarihi yaklaşık 4000 yıl önceye dayanıyor, burada hüküm süren her devlet kaleyi korumuş, 1887 yılında ise Osmanlılarca resmi olarak zindana dönüştürülmüş.

Cezaevi 1999'dan beri müze olarak kullanılıyor, ama içi tamamen korunmuş. İlk kez bir cezaevine girdim, elbette kimse düşmesin, hep duyar / ekranda görürdük zorluğunu ama; cezaevi şartları eskilik, bakımsızlıkla, hele bir de Sinop'un serin, kapalı havasıyla birleşince gezerken bile iyice etkileyici, zorlayıcı oldu.


 
Sinop Cezaevi binası

Sinop Cezaevi'nde kapalı görüş odaları

Tarihi cezaevi birçok filme ve diziye set olmuş

Parmaklıklar Ardında dizisi seti korunuyor

Cezaevi binalarının duvarlarını, merdiven boşluklarını ünlü isimlerin "konuyla ilintili, ibretlik" sözleri süslüyor. Sözlerin doğruluğu tartışılmaz elbette, ancak ufacık binanın içinde kocaman fontlarla yazılan sözleri her gün görmek ters etki yapabilir insanda. Rüyalara bile girer...



Pek çok ünlü isim cezasını burada çekmiş; ama benim için en büyük önemi Sabahattin Ali'nin burada yatmış ve canım şiirlerini burada yazmış olması. Ali'nin yattığı koğuşun duvarları şiirleri, hayat hikayesi ve fotoğrafıyla süslü. Kendisinin kitaplarını okudum, bazı şiirlerini de bilirim. Zaten sadece Aldırma Gönül'ün burada yazıldığını ("Dışarda deli dalgalar gelir duvarları yalar / Beni bu sesler oyalar ... Kurşun ata ata biter, yollar gide gide biter / Mahpus yata yata biter, aldırma gönül aldırma) düşünmek bile insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Ancak duvardaki şiirlere göz gezdirince, çoğu bestelenmiş olduğundan kendisine ait olduğunu bilmesek de eserlerini ne kadar iyi bildiğimi anlayınca çok şaşırdım. Mesela "Yar olmadı bana devir / Her günüm bir başka zehir / Hapishanelerde demir parmaklıklara sarıldım". Ali'nin ömrünün bir kısmı cezaevlerinde geçmiş. Sinop'la tanışmasının sebebi, bir arkadaş toplantısında okuduğu şiirle Atatürk'e hakaret suçlaması. 1 yıl ceza almış, birazını Konya'da, bir kısmını Sinop'ta yatmış; 1933'te Cumhuriyet'in 10. yılı sebebiyle ilan edilen afla tahliye olmuş.


Sabahattin Ali'nin koğuşu

Koğuşların bir kısmı şu anda boş, ufacık gözetleme pencereli ağır demir kapıları, yüksek, demirli pencereleri ve taş duvarlarıyla boşken bile insana korku salıyor. Birkaçı ise eşyalı bırakılmış. Anlamaya çalışmak için iyi bir fırsat.
Sinop Cezaevi'nde başka bir koğuş


Sinop'un tarihin daha eski zamanlarından da önemli anılara sahip. Sinoplu Diyojen (Sinopeli Diogenes) MÖ 413 yılında Sinop'ta doğmuş, MÖ 404 yılına kadar burada yaşamış, daha sonra babasıyla Atina'ya sürgün edilmiş, hayatının kalanı Atina ve Korint'te geçmiş. Her anlamda aykırı bir hayat sürmüş, ahlaki, toplumsal değer diye bilinen ne varsa reddetmiş. Doğaya uygun yaşam felsefesini benimseyerek her mevsim çıplak dolaşır, bir fıçıda minimum eşya ile "bir köpek gibi" yaşarmış. Sadece yiyip içerken kullandığı bir çanağı varmış, ki ona da suya ağzını/avcunu dayayarak içen çocukları görünce "bu çocuk bana fazladan bir eşyam olduğunu öğretti" diyerek veda etmiş. Büyük İskender, fıçısının içinde oturan Diyojen'e bir ihtiyacı olup olmadığını sorunca aldığı yanıt da çok meşhur: "Gölge etme, başka ihsan istemem".

Sinopeli Diogenes

Sinop küçük, şirin ve aydın bir kent. Oralı olanlar denizinin de çok güzel olduğunu, burnun bir tarafında dalga olsa diğerinin sakin olduğunu söylüyor. Şehir merkezi sahil boyunca güzel düzenlenmiş, Aşıklar Caddesi denen yerin bir tarafında restoranlar, diğer yanında geniş, güzel bir park var. Öğle yemeği için cevizli Sinop mantısı yemeden dönülmezdi, biz de oraların meşhur yerlerinden Teyze'nin Yeri'nde yedik. Göz önünde, tül perdenin ardında açıyorlar mantılarını. Bir diğer iyi lokanta da Sinop Mantı imiş, ancak bana Beşiktaş'takinin asıl yeri/şubesi gibi geldi mor-beyaz renklerinden ötürü. Orada mantı yemedik ama, cevizli üzümlü nokul aldık. Sinop'un nokulları da ünlüymüş, kıymalısı, sadece tahinlisi, cevizli üzümlü tahinlisi varmış. Daha önce Burdur işi olarak yediklerimden şeklen farklı, daha çok tahinli çöreği andırıyor, ve çok sert değil. Sokaklarda satılan simitleri de oldukça ilginç: bildiğimiz simit çapında ama incecik susamlı halkalar şeklinde. İlgisini çekenler için, Sinop'un çok güzel ve uygun fiyatlı el yapımı gemi/kotra maketleri de ünlü.

Sinop Aşıklar Parkı

Sinop

Sinop Kalesi burçlarından birinde tavla oynayanlar

Sinop ziyaretinin ardından sabah aldığımız yolu gerisingeri dönüp Samsun'a tekrar uğradık. Bu defa şehrin biraz daha merkezinde, İlkadım bölgesindeki Onur Anıtı ve çevresini dolaştık. Karadeniz sahil yolunu denizi doldurarak yaptıklarından şehirlerin deniz kıyıları merkezden oldukça uzaklaşmış, araya koca bir "duble yol" ve yer yer yeşil alanlar girmiş, vakit de dar olduğu için Sinop dışında sahil kenarlarında yürüme şansımız olmadı. Samsun'daki Onur Anıtı, Milli Mücadele'nin ilk adımının bu noktada atılmasının onuruna 1931 yılında büyük bir törenle dikilmiş. Yani deniz doldurulmadan önce heykel gerçekten kıyıda, Bandırma'dan ayak basılan yerdeymiş. Atın kuyruğu kaideye değmeseymiş, dünyanın en büyük denge heykeli olacakken, heykelin ağırlığı tek ayakla taşınamadığı için olamamış. Heykelin etrafındaki park da oldukça güzel düzenlenmiş.

Samsun Onur Anıtı

İlk gece konaklamamız Ordu Balıktaşı Otel'deydi. Samsun merkezden çıkıp Terme ve Ünye üstünden Ordu'ya vardık. Terme, amazon kadınlarının anavatanıymış. Savaşçı Amazon kadınları birlikte yaşar, daha iyi ok atabilmek için sağ memelerini keser ya da daha küçük yaştayken dağlayıp büyümesini engeller (a-mazos göğüssüz demekmiş zaten), erkekleri aralarına katmayıp sadece üremek için kullanır, doğan çocuk kızsa tutar, erkekse kabileden atılırmış. İzmir ve çevresindeki Efes gibi uygarlıkları Amazonların kurduğu düşünülüyor. Terme'de bu inanışlara istinaden bir Amazon Kadını heykeli bulunuyor.

Ordu'ya akşam saatlerinde vardık. Ordu, Doğu Karadeniz Sahil Yolu'na kıyısını vermeyen tek kent, merkez hala kıyıda olduğundan şehir merkezi çok canlı, güzel. Merkezde çok zaman geçirmeden teleferikle Boztepe'ye çıkıp şehri 530m yukarıdan izledik. Teleferik biraz enteresan, bantlar sürekli çalışır halde, 8'er kişilik vagonlar boş da olsa dolu da olsa inip çıkıyor yani. İniş biniş sırasında durup yolcu almak da yok, hız yavaşlıyor ve 8 kişinin binebileceği bir U'yu tarayıp yoluna devam ediyor. Biraz panik olmamak mümkün değil. Yerlere yapıştırılmış "burada bekleyin" mesajlı ayak izleri binmek için en uygun noktaları işaretlemişler neyse ki. İçeride müzik yayını da var, yaklaşık 6 dakikalık yolculuk gayet keyifli.

Ordu - Boztepe

İkinci günün ilk durağı Giresun üzerinden geçerek Tirebolu. Giresun'un adının hikayesi ilginç. Burası kirazın anavatanıymış, kiraz kelimesi de kentin eski adı Kerasus'tan geliyor, hatta diğer dillerde de benzer kelimelerle geçiyor kiraz (Kirsche ilk aklıma gelen). Karadeniz'de illerin, hatta bazen aynı ilin ilçelerinin rekabeti ciddi. Ordu ve Giresun'un arasına deniz doldurularak yapılmakta olan havaalanının adına bir karar verilememesinin bir sebebi de bu (bir ara OrGi diyeceklerdi, neyse ki uyanıp caydılar...). Ordu-Giresun, Manisa-İzmir'den sonra Türkiye'nin en yakın 2. şehir merkezi (46km). Giresun'un Ordu girişinde Ordu'nun fındıklarına gönderme olarak "Giresun Gabuğunu Gırdı" tabelası var.

Komşu iller, hatta ilçeler birbirine rakip demişken bir anekdot daha yazayım. Trabzon - Rize maçlarında deplasmanda oynayan takım maça taraftarlarının dışında bir de kamyonetle gidermiş. Kamyonette de köftecisi, simitçisi vb esnaf... Maksat rakip memleketin esnafına para bırakılmasın, kendi memleketli esnaflar kazansın :)

Tirebolu'da sahil (artık yol) kenarındaki Tirebolu 42 çay fabrikası ve kahvaltı salonu günün ilk durağı. Fabrika adını Kurtuluş Savaşı'nda Tirebolu'nun kahraman 42. alayından almış, plakayla falan ilgisi yok yani. Önce çayın işlenmesiyle ilgili bilgi verildi. Çayın anavatanı Çin, sonra sırasıyla Hindistan, oradan sömürge vasıtasıyla İngiltere, Rusya derken, ülkemize gelmiş. Şimdi malum, kadim ve yaygın alışkanlığımız, kültürümüze işlemiş. Çay ilk kez 1946 yılında Rize'de yetiştirilmiş (turda anne tarafından soyu Ramazanoğlu beyliğine dayanan 84 yaşında bir teyze "benim babam çayı Rize'de ilk yetiştiren ziraat mütehassısı" diyordu). Karadeniz'de üretilen çayın özelliği, yetişirken üstüne kar yağan tek çay olması. Kar, kimyasal ilaçlamaya gerek bırakmıyor, yani bu bakımdan en "organik" çay bizimki. Çay, mayıs - temmuz - eylül aylarında makaslarla bitkinin üst tarafındaki "iki buçuk yaprak"lar biçilerek elde ediliyor. Yılda üç mahsül yani. Karadeniz bölgesinde sıkça üretilmeye başlayan diğer bir ürün de kivi. Kivi bitkisini ilk kez Makedonya'da Poçitel'de görmüştük, asma gibi bir şey. Çaya göre 1'e 200 verim alınabildiğinden bölgede fındık ve çayın ardından hızla yaygınlaşıyormuş.

Tirebolu'nun da etimolojisi ilginç. Şu anda "bolu" olarak kullandığımız kelime eskinin "polis"i, yani "şehir". Tirebolu da eskiden Tripolis'miş.
Giresun Tirebolu 42 Çay Fabrikası

Çay bitkisi

Çayın tohumları


Konu plaka değil, Giresun 28 zaten. Ayrıca, tüm Karadenizlilerin dediği gibi: Sıkıntı yok! (Hallederuk!)
Fabrikayı turladıktan sonra herkese fındık - fındık ezmesi ve çay ikram edildi: alışverişe buna göre karar verebiliyorsunuz. Satın alınanları isterseniz kargoyla doğrudan adresinize de gönderebiliyorlar. Çok çaycı biri olmadığımdan kendime fındık ve fındık ezmesi dışında bir şey almadım, ama annemler bir koli kullanmalık ve hediyelik çayı, fındıkları ve fındık ezmelerini eve göndertti.
Giresun Tirebolu 42 Çay Fabrikasındaki ikramlar

Tirebolu'dan sonra kendimizi Trabzon'da bulduk, yolun izin verdiği yerleri otobüsten görerek doğrudan Sümela Manastır'ına çıktık. Manastır'a çıkmak için milli park girişinden yukarı uzanan 2km'lik patika yol tırmanılabilir, ya da bu noktadan kalkan minibüslerle yolun büyük kısmı alınıp kalan mesafe yürünebilir. Önce tam da bu kararı vermek gereken noktada konuşlanmış lokantada öğle yemeği yedik. Yemekler çok başarılı sayılmaz, özellikle kayganayı pek sevmedik. Belki bu önyargıdandır, bir daha da başka yerde denemedik.
Kuymak ve karalahana sarması

Kaygana

Sümela Manastırı'nın park girişinden ihtişamlı görünümü

Rehberler bizi uyarmıştı "ilk gün Doğu Karadeniz'de sayılmazsınız, doğa da size bunu anlatır" diye. Nitekim coğrafi olarak Sakarya - Kızılırmak nehirlerinin arası Batı, Kızılırmak - Melet çayı Orta (Samsun, Sinop ve Ordu bu ikisinin arasında kalıyor), Melet Çayı'ndan Çoruh Nehri'ne olan kısım da Doğu Karadeniz olarak tanımlanmış. Ordu'dan Trabzon'a geçince yeşillikler bir anda arttı, biçim değiştirdi...
Manastır'a çıkan yollar "Doğu Karadeniz'e hoş geldiniz" der gibi

Sümela Manastır'ını ilkokuldan beri kitaplarda görür, adını okurduk. Görünce az bile anlatıldığına karar verdim. Dağın içinde, 1150m yükseklik manastırın amacına, inzivaya oldukça müsait. Rivayete göre, iki keşiş Meryem'in İsa'yı kucakladığı ikonanın bulunduğu yerin burası olduğuna dair aynı rüyayı görüp, manastırın bulunduğu yere geliyorlar ve manastırın temelini atıyorlar. Manastır yapım tekniği açısından Kapadokya'daki evlere benzetiliyor, orayı görmedim ama taşa oyma anlamında bu benzerliğe katılabiliyorum. Sümela bir Rum Ortodoks manastırı, içinde, duvarlarında oldukça kıymetli ve etkileyici freskolar (İncil'den resmedilmiş sahneler) ve ikonalar (taşınabilir malzeme üstüne yapılmış resimler) bulunuyor. Ancak halkımız bunları mahvetmeyi, üstlerine yazılar yazmayı, kazımayı başarmış. Meryem Ana'nın Sümela'yı kutsadığına dair bir inanış olsa da, bizden koruyamamış gibi görünüyor...
Sümela Manastırı

Sümela Manastırı

Sümela Manastırı - Meryem Ana ve bebek İsa

Sümela Manastırı yolunda bir ağaç

Sümela Manastırı'ndan sonra Gümüşhane'ye doğru devam ettik. Trabzon'dan Gümüşhane'ye geçerken Doğu Karadeniz dağlarını kuzey-güney doğrultusunda geçebilmek için Zigana Geçidi'nden geçiliyor. Evet, ilkokulda, ortaokulda öğretilenler gerçek ve bir gün gerçek hayatta bir işimize yarıyor işte. Dağların denize bakan yamaçları (Trabzon yanı) yemyeşil, biz geçerken hava açıktı. Geçidin ardından dağın güney yanına varır varmaz hava bulutlandı. Şaka değil. Bir dağı yardık ve iklim değişti. Bitki örtüsü de durur mu? Giderek çoraklaşıp sonunda Giresun'un çıplak dağlarına dönüştü. Mağaraya giden dağ yolunda küçük köyler, yerleşim yerleri dikkatimizi çekti. Etrafta sosyal bir olanak yok, neredeyse bakkal bile yok. İnsanlar genelde yazlık olarak kullanıyormuş bu evleri, erzaklarını yanlarında getiriyorlarmış. Ya da yatılı okul, yurt gibi binalar mevcut.

Karaca Mağarası yolu, Gümüşhane

Mağaraya gitmek için dar, virajlı dağ yolları tırmanmak gerekiyor. Rakım 1550m'de, daha çok kısa bir süre önce oralı bir üniversite öğrencisi tesadüfen buluyor ve hocalarına haber veriyor da keşfediliyor. İçeride oksijen oranı çok yüksek olduğundan astıma iyi geldiği söyleniyor. İç yapısı çok ilginç, sarkıtlar, dikitler, sütunlar baş döndüren bir manzara oluşturuyor. Mağaranın oluşumu hala sürüyor, bu yapıların 1 cm'sinin 12 yılda oluştuğu söyleniyor. Kapıda bilet satan amca aynı zamanda buranın rehberi, mağaraya da gözü gibi bakıyor. 
Karaca Mağarası, Gümüşhane
Fındık ağacı

İkinci gecede konaklama Sümela Oteli'nde. Karaca Mağarası dönüşünde sütlacı meşhur denen Hamsiköy'de tatlı molası verildi. Çok bir numarası var mı derseniz, bence yok. Adet yerini bulsun diye yiyenlere de sözüm yok.
Hamsiköy, Trabzon

Gezinin üçüncü günü Batum'a geçilecekti. Daha Sarp'a varmadan yolda dükkanlarda Gürcüce yazılar başladı. Rehberimiz kapıda güvenliğin sıkı olduğunu, fazla eşyalarımızı, ilaçları vb da kapsar şekilde paketleyerek sınır kapısına yakın bir otele bırakacağımızı, kapıdan erken saatte geçersek çok yoğunluğa kalmamayı umduğunu söyledi. Herkese üstüne yurtdışı çıkış harç pulu yapıştırılmış ve TCKN, ad-soyad yazılmış küçük bir saman kağıt dağıttı. Pasaporta lüzum yok, TC kimliği ve bu kağıtla Gürcistan'a giriş çıkış yapılabiliyor. Ama bayramda değil. Bir daha değil.

Hep "kara yoluyla sınır geçme" merakım ve hayalim vardı. Geçen yıllardaki Balkanlar gezilerinde bunu gerçekleştirmiş olsam da, kendi ülkemden giriş-çıkış yapmadığımdan hala tam tatmin olamamıştım. Bu yaşadığım çenemi kapattıracak kadar çileli oldu. Otobüsle geçiş yok bir kere. Herkes valizini alıyor, önce Türkiye'den çıkış işlemi için güneşin alnında sıraya giriyor. Aman dikkat, burada hem Türkler hem Gürcüler pek atak (!), sırada önünüze birilerinin kaynaması an meselesi, o yüzden safları sık tutmak gerekiyor. Tur grubunun faydasını burada baya gördük. Türk tarafından geçince bir miktar yol yürüyüp Gürcü tarafına gidiliyor. Burası kapalı mekan, çok terlemek yok ama bir o kadar da burada sıra bekleniyor. Sıra kavgaları baki, hatta biz beklerken baya bağırış oldu ve polis birilerini dışarı attı. Gümrük polisi, belki yoğunluktandır, eşya kontrolü yapmadı. Sınırı geçince sıra sıra küçük bakkal ve döviz bürolarının olduğu bir alana çıkılıyor. Burada biraz para bozdurup otobüsün de kapıdan geçmesini bekledik. Tüm bu işlemler toplamda 3 saate yakın zaman aldı sanırım. Bolca ter ve sinir bozukluğunu da unutmamak lazım.
Türkiye - Gürcistan Sarp Sınır Kapısı

Batum enteresan bir kent. Sovyet zamanından kalma işçi evleri ile "modern" gökdelenler, oteller, iş merkezleri dip dibe. Ülkede fakirlik hakim, turizm gelişmeye çalışıyor, kumarhaneler, lüks oteller insanları Batum'a çağırıyor. Para birimleri Lari. 1 Lira yaklaşık 0.8 Lari'ye denk geliyor. Benzin oldukça ucuz, litresi 2,2 - 2,5 Lari, yani 3 TL civarı. Türkiye'den geçip depoyu doldurup dönen otobüslerin, araçların varlığından bahsediliyor. Ortalama maaşın 300-400 Lari civarı olduğu söyleniyor. Batum ve Tiflis için biraz düşük, kırsalda yaşamak içinse yeterli para. Batum dediğimiz Karadeniz kıyılarının devamı, ama burada sahiller daha geniş (bizdekiler belki sahil yolu projesine kurban gitmiştir). Deniz o kadar korkutucu değil bu arada, Karadeniz'in tehlike arz eden kısmı Marmara'yla birleşen taraflarıymış meğer. Özellikle doğuya gittikçe deniz gayet girilebilir bir hal alıyor.
Batum'da komünizmden kalan işçi bloklarıyla kapitalizmin simgesi gökdelenler yan yana

Karadeniz ikliminin bol yağmurundan etkilenmesin diye çinko kaplanmış işçi blokları

Gürcü mutfağı meşhur, ancak onlar için en az yemekler kadar önemli olan masa adabı. Uzun süren, kalabalık sofraları var. Resmi yemeklerde, özel toplantılarda Tamada dedikleri bir masa başkanı ortamı yönetiyor. Yemeğin açılış konuşmasını yapıyor, gruba yeni katılan biri varsa kısaca tanıtıp, masadakilerle kaynaşabileceği özelliklerini aktarıp onu gruba dahil ediyor. Masada tek konu konuşuluyor, Tamada'nın bir görevi de bu ortak sohbeti açmak, şenlendirmek. Şarap Gürcü kültüründe önemli yer tutuyor, genelde şarabı soğuk içiyorlar. Masada herkes eşit şarapla başlıyor, kadeh kaldırılınca şaraplar fondip yapılıyor. Yapamayan olursa, onlarınki de bir sonraki turda bütünlenerek yine herkesle eşit miktara getiriliyor. Enteresan bir nokta da, cenazelerde ölünün ardından bir konuşma yapılması ve votka kadehi kaldırılması. İçkinin her alanda bu kadar yaygın olmasının sebebi olarak, Sovyet zamanında erkeklerin Sibirya'ya ortalama 6 yıl boyunca çalışmaya gönderilmesi, ve bu sırada ısınmak için votka içmesi gösteriliyor.

Bizim yediğimiz Gürcü yemeklerinin bir kısmı bizimkilere benziyordu. Farklı ve en meşhur olanlarsa aşağıda. Armut gazozları var, alkolsüz, pek güzel. Batum'un içinde olduğu Acara bölgesinde bizim görüp yediğimiz iki tür Haçapuri'leri var. İlki, geçen sene Bakü'deki Gürcü restoranında benzerini yediğimiz Imeruli Haçapuri, daha çok böreği andırıyor. Imeruli, İmereti bölgesine has bir peynir türü. Bol peynirli, çok lezzetli. Diğeri daha buraya özgü, kahvaltılarda yenen Acaristan Haçapurisi. Bol peynirli pidenin üstüne yumurta kırıp tereyağ gezdiriyorlar. Pidenin kenarlarını koparıp içine banarak yeniyor. Gürcü mantısı da oldukça ünlü. Kocaman hamur toplarının içinde kıyma var. Bizim yediğimiz yerde içine kişniş koymuşlardı, Hint yemeklerini andıran bir aroma almıştı.
Gürcülerin meşhur armut gazozu "Limonat"

Imeruli Haçapuri (Imeretian khachapuri)

Kişnişli Gürcü mantısı (Hinkali)

Daha çok kahvaltıda yenen Acaristan haçapurisi (Adjaruli khachapuri)

Batum küçük bir sahil şehri. Gezilmesi gereken yerleri, şehir merkezinde ve sahilde turlamak dışında, Etnoğrafya müzesi ve Botanik Parkı. Müze küçük ve biraz kontrolsüz, yine de kültür ve tarihte kesişimlerimizi görmek için güzel. Botanik Parkı oldukça geniş ve bakımlı. 

Batum sokakları

Batum Etnoğrafya Müzesi

Müze çıkışında bir çinko kaplı evinde Gürcü teyze

Batum Botanik Parkı

Batum Botanik Parkı

Batum Botanik Parkı'nda bambu ağaçları

Şehrin merkezi bize biraz Üsküp'ü hatırlattı. Bir yandan şehri yenileme, güzelleştirme; bir yandan tarihi ön plana çıkarma çabası... Yenilenen binalar eski mimariye göre yapılıyor, her tarafa heykeller, "attraction point"ler dikiliyor. Bunların ilki Medea ve elindeki kutsal koçun altın postu. Medea hem tıp, hem de büyücülükle ilgili bir kadın. Efsaneye göre, tanrıya kurban edilecek kral çocukları Phrixus ve Helle'yi kurtarmak için Zeus altın postlu kanatlı bir koç gönderir. Helle, havada yol alırken koçtan denize düşer. Bu yüzden denize Helle adı verilmiştir, Yunan basketbol takımının göğsündeki "Hellas" yazısı buradan gelir. Phrixus, altın koç onu Gürcistan'on Kolhida bölgesine ulaştırdıktan sonra koçu Zeus için kurban eder ve postunu kutsal meşe ağacına asar. Altın postun ünü her yere yayılmıştır, kralın kızı Medea bir koyunu kurban edip ciğerinden fal bakar ve düşmanın postu almaya geleceğini görür. "Ben onun ciğerini bilirim" sözünün de işte bu ciğerden fal bakma olayından geldiği söyleniyor. Medea'nın hikayesi, postu almaya gelen Iason'a aşık olur, Iason'a büyülü bir merhem hazırlayıp bu savaştan galip çıkmasını sağlar. Medea'nın babası kral, postu Iason'a vermeyi kabul etmemesine karşın Medea postu yaptığı büyülerle ele geçirip Iason'la birlikte ülkesinden ayrılır. Medea'nın tıbba ilgisinden ötürü medicine, medical gibi kelimelerin adından türetildiği söyleniyor. Medea ve Iason'un batıdaki kentleri kurduğuna inanıldığı için heykelin yönü batıya doğru yapılmış.
Medea ve elinde altın post
Dijital bayraklı, dönmedolaplı gökdelen

Heykelin bulunduğu alan Avrupa Meydanı diye de anılıyor

Avrupa Meydanı

Bir restoran menüsü

İşin aslı, bence Batum gece ışıklar yanınca gündüzünden daha güzel. Özellikle sahil bandı çok iyi düzenlenmiş. Işıkla dans eden fıskiyeler de var, fotoğrafını çekmeden duramayacağınız heykeller de, gayet güzel müzik yapan sokak müzisyenleri de...
Batum sahili

Türk, Ajara ve Gürcü bayrakları



Gürcü kahvesi


Gürcüce enteresan bir dil. Alfabelerini bir şeye benzetmek olanaksız, ne Kiril alfabesine, ne Yunan'a, ne Arap'a benziyor. Sanırım Kart alfabesi diye adlandırıyorlar. Büyük-küçük harf ayrımı yok, 33 harfin sadece 5'i sesli.
Alfabe Kulesi

Batum'dan - Gürcüce fiş ve 5 Lari

Batum'da kaldığımız Intourist Otel'in kumarhanesine inip bakalım dedik, ancak işler Vegas'taki gibi değilmiş. Kapıda kimlik kaydı alıyorlar, X-Ray'den geçerek, izbandut gibi güvenlik görevlilerinin arasından aynalarla dolu bir koridordan sonra kumarhaneye girilebiliyor. Bu ortam bizi biraz gerdi, girmeye yeltenmedik. Sabah erkenden kalkıldı, bu sefer daha az beklemek umuduyla Türkiye'ye dönüş başladı. Bu sefer de memurların vardiya değişimine denk gelmişiz, kapıdan geçip sınırın Türk tarafına gelmemiz 2 saati buldu. Türk sınırındaki köylerde Müslümanlar yaşıyor, camiler var. Şehirlerde ezan okunmasına izin verilmiyormuş, ama köylerde serbestmiş. Bizim Sarp sınır kapımız, Gürcüler için Sarpi; bir de onların tarafı daha temiz ve bakımlı - ne yazık ki...

Sınırdaki sıkıntıları ve ortamı anlatmaya çalışmıştım ya, son bir notla taçlandırayım. Dönüşte Türk kapısında beklerken radyo çalıyordu. Müzik yayını demeyeyim ama, sanki pasaport görevlilerinin kabininden ses geliyordu. Baya Feridun Düzağaç, Cem Adrian falan... Bekleyenlere iyi güzel de, uçakla hava gümrük kapılarından özellikle Avrupa/Amerika ülkelerine giriş yaparkenki ortama kıyaslayınca hayli garip, laçka bir ortam.


Batum'daki otel kahvaltısı: İmeruli peyniri, koyu yeşil ve kırmızı zeytinlere dikkat!

Gürcistan - Türkiye Sarpi sınır kapısı

Sarp sınır kapısının dibinde Artvin var. Haritadan bakınca deniz kıyısında görünen Artvin. Ama kazın ayağı pek öyle değil, orada önce Kayaşehir, ardından Hopa var. Dağları tırmanmaya başlayınca başlıyor Artvin'in hikayesi. Rehber baştan uyarıyor "Türkiye'nin trafik ışığı olmayan tek kenti. Tek bir yolu var, 'aşağı doğru mu, yukarı doğru mu' diye anlatılır". Nasıl, kafanızda pek canlanmadı değil mi? Hopa'dan dağları aşıp güneye, kent merkezine ve diğer yerleşimlere giderken bir geçit var, adı Cankurtaran Geçidi. Boşa değil, köylere karayolunu bağlayıp yardım getirdiği için bu adı almış.

Artvin'ni girişindeki gülümseyen (ve bence çok duygulu) fotoğrafları suratıma ilk şapşal sırıtmayı kondurdu. Otobüs şehir merkezinde durmaksızın önce resmi binaları, sonra çarşıyı ve mahalleleri gerçekten de tek gidiş tek dönüş, tamamen virajlı ve ışıksız bir yolla yararken burayla garip bir bağ kurduğumu hissettim. Dağların arasında tamamen izole gibi duran, normal bir şehirde görmeyi beklediğiniz bazı mağazaları, yapıları göremediğiniz, naif ama bir o kadar da zorlu bir kent burası. Coğrafi yapısı tarım ve hayvancılığa uygun değil, bu yüzden şehirde tahsil görmek çok önemseniyor; okuma yazma ve yüksek öğrenim oranları hayli yüksek. Yarını garantilemek için özellikle doktorluk, öğretmenlik gibi "garanti" işler tercih ediliyor. Haliyle dışarı çok göç veriyor. Kapıdaki "gitmemek üzere tekrar gelin" söylemi böyle bakınca daha anlamlı.

Kıyıda görünen yerleşim Hopa


Artvin'in girişi - sağdan 3. resimdeki Maşuk Gül 27.06.2014'te 85 yaşında vefat etmiş

Artvin

Artvin

Şehir merkezinde (ne yazık ki) zaman geçirmeden ilk yaylaya çıkıyoruz. Boğa güreşlerinin yapıldığı, 1200m rakımlı Kafkasör Yaylası. Yayla kültürü Karadeniz'de çok yaygın. Mayıs ayında, kardelen çiçeği çıkınca yaylaya göçülüyor, eylül sonunda vargit çiçeği zamanında ise köye/kente dönülüyor. Yaylaya çıkış için 20 mayıs bahar bayramı tarihi de söyleniyor, artık pek yaşamayan geleneklere göre denizde el ayak yıkanır, denize taş atılır, hayvanlar yıkanır ve uğursuzluk böylece atıldıktan sonra yaylaya çıkılırmış. Her köyün ayrı yaylası var, herkes orada yayla evi yapıp oturuyor. Yayla denen yer, dağlarda ağaçlar bittikten sonra yaklaşık 2000m rakımda başlıyor, dolayısıyla yerleşim yerlerine sıkça gidip gelmek pek kolay değil. İnsanlar genelde yaylaların pazar yerlerine gidiyor (bunların bir kısmı da yayla, ama yerleşimler daha da yukarıda, oradan pay biçin), ya da erzakını yanında götürüyor. Trabzon ekmeklerinin meşhur olması da bundan, ekmekler uzun dayansın, hemen bayatlamasın diye özel olarak pişiriliyor. Yaylacılığın birkaç sebebi var, sağlık bunların biri, oksijen oranı yüksekte azalınca vücut alyuvarları artırıyor, nefes düzeni ayarlanıyor, kondüsyon artıyor. Hayvanlar burada otluyor (bunun için de buraların coğrafyasına uyum sağlamaları gerekiyor), kış için ot biçilmesi gibi hazırlıklar yapılıyor. Sosyalleşmek için de bir fırsat, tüm aile, tüm köy bir arada olduğu ve yapacak pek bir şey olmadığı için insanlar birbiriyle iletişimde oluyor. Bazı yaylalarda sırf bu gelenekler sürsün diye elektrik  ve telefon olmadığını öğrendik.

Kafkasör Festivali'nde yapılan boğa güreşleri oldukça ateşli geçiyor. 50-60 bin kişinin yaylaya çıkıp şenliklere katıldığı, boğa güreşlerini izlediği söyleniyor. Şimdi belediyeyi uzun yıllardan sonra CHP'den alan yeni belediye başkanı buraya güzel bir stad yapacağını, güreşlerin koşullarını iyileştireceğini vadediyormuş. Kafkasör'ün ardından Borçka'daki Karagöl'e de uğradık ve kısa bir yürüyüş yaptık. Buranın insanının piknik sevgisi de inanılacak gibi değil. Tam teçhizatlı şekilde tüpünden halısına, yastığına kadar maaile pikniğe geliyorlar, ve gölün çevresindeki çamurlu yürüme yolundan bu eşyaları sırtlayıp öte kıyıya kadar taşıyorlar.

Kafkasör Yaylası, Artvin

Kafkasör Yaylası, Artvin

Kafkasör Yaylası'ndan Artvin manzarası

Artvinlilerin Atatürk sevgisi çok başka. Buranın yöresel oyunu Ata barının adı aslında Artvin barı imiş. 1936-37 yıllarında İstanbul'da Atatürk'ün huzurunda bu oyun oynanırken Atatürk oyuna katılıp bitene kadar eşlik etmiş. O günden sonra oyunun adı Ata barı kalmış. Atatepe de Ata'ya dağların ardından çakılan bir selam. 22m'lik heykel oldukça etkileyici görünüyor.
Atatepe, Artvin

Artvin merkez

Ertesi gün, rehberin baştan beri söylediği üzere "dağlı" olma zamanımız gelmişti. Trabzon'un yaylalarına doğru yola çıktık. Karadeniz'de yayla gezmek, dağlar denize paralel uzandığından bir tarağın dişlerine gidebilmek için sürekli kıyıya inip tekrar dağlara tırmanmayı gerektiriyor.

Trabzon'un en meşhur sayfiye yerlerinden, yaylalarından biri de Uzungöl, 1100m rakımlı. Ama buralarda yaylanın da yaylası var. Mesela biz Uzungöl'ün yukarısına, 1900m rakımlı Lustra Yaylası'na çıktık o sabah. Uzungöl'e çok rağbet olduğundan, fazla kalabalığa kalmadan öğle saatlerinde oradan ayrılmayı hedeflemiştik, bu yüzden yayla ziyareti erkence oldu. Yayla dedikleri ağaçlar bittikten sonra başlar demiştim, yukarılarda mis gibi tertemiz, nemsiz, terletmeyen bir hava var. Renk renk çiçekler, güzel hayvanlar, doğanın tam kucağı. Makinemdeki fotoğrafları bilgisayara aktarınca fark ettim ki bugüne kadarki en iyi fotoğraflarımdan bazılarını (güzel havanın da desteğiyle) burada çekmişim. Lustra'da bir çeşme var, suyundan içen gerçek aşkı bulur diyorlar. Ben buldum ama, yine de içmekten geri durmadım :)

"Yetmez ama evet" diyenler için Lustra'nın da yukarısı var: Karester Yaylası. 2100m'de. Havanın biraz daha serin esmesi pahasına şık ve manzara burada bir kat daha güzelleşiyor.

Windows masaüstü resmi olmaya layık, hem de photoshop'suz, filtresiz.
Karester Yaylası - Çaykara, Trabzon

Karester Yaylası'da ezilmiş zavallı kurbağa

Karester Yaylası - Çaykara, Trabzon

Yaylada kış hazırlığı yapıldığını söylemiştim. Burada Emine Abla'nın evi diye bir mini tesis işliyor. Mehtap adlı ineğin taze sağılmış sütünden içmek (hele ki buraların balıyla tatlandırılınca gerçekten çok lezzetli), yaylanın balından almak mümkün. Bal meselesi mühim. Arılar balı ne kadar fazla çeşitli çiçekten yaparsa o kadar lezzetli ve kaliteli olurmuş. Hani yerken o çiçek kokusunu duyacaksın diyorlar. Anzer balı denen en pahalı balın özelliği ise hem çok çiçekten üretilmesi, hem de peteklerin içinden maden suyu çıkan kayaların içinde olmasıymış. Bu balın aslı size düşmez, çoktan ya üreticisine, ya çok hatırlı (zengin?) alıcısına gitmiştir diyorlar. Kestane balı denen bal tatlı niyetine yenmiyor, hatta tadının hafif acımsı olduğunu söyleniyor; ama çok şifalıymış. Asıl hikaye ise deli balda; fazlası hakikaten zarar. MÖ 300-60 yılları arasında bu topraklarda hüküm süren, Amasya başkentli Pontos devleti, Roma imparatorluğuyla savaşırken savaşı yaylalara çekmiş. Peşlerinden gelen düşman askeri için yollara kovanlarla deli bal koyarak yukarılara çıkmışlar. Yolda bu baldan yiyen Romalı askerleri bal tutuyor, tansiyonları düşerek ölüyorlar. Sonunda Sezar kendisi savaşa müdahale ediyor ve Tokat-Zile'de Pontos ordusunu yeniyor. "Veni vidi vici" ("Geldim, gördüm, yendim") işte bu zaferden sonra Sezar'ın yazdığı üç kelimelik mektup. Bu arada, bir rivayete göre Kayseri'nin adı da Sezerya'dan geliyormuş.

1204 yılında Trabzon bölgesinde Komnenos İmparatorluğu kuruluyor. Fatih burayı savaşsız fethetmek için buradaki boya İstanbul'da toprak veriyor. O bölgenin bugünkü adı da işte bu sebeple Beyoğlu. Başka benzer bir rivayet de, Komnenos imparatorunun oğullarından birinin bu bölgede yaşamış olması.

Yaylada kış hazırlıkları: Biçilen otlar kış için kurutuluyor

Yaylada kış hazırlıkları

Karester'in asıl sahipleri, sahibinin dibinden ayrılmayan buzağılar

Karester Yaylası

Karester Yaylası

Karester Yaylası'ndan inerken Uzungöl manzarası

Yayladan inince Uzungöl'de öğle yemeği ve dolaşma molası verdik. Aslında Uzungöl de bir yayla, ama daha çok daha yukarılardaki yaylaların pazar yeri olarak kullanılıyor. Borçka Karagöl gibi burası da bir krater gölü, ama Karagöl'den çok daha büyük ve güzel; ancak kontrolsüzce yapılaşmaya kurban gitmiş. Turist sayısı hayli fazla, son zamanlarda Arap turistlerin de istilasına uğramış. Bizler için bu kadar "popüler" değilken nereden duyarlar, nasıl gelirler anlamak zor. Öğle yemeğinden sonra saat 14:00 gibi dönüş yolunda rehberin haklı olduğunu gördük; Uzungöl'ün girişinde çok uzun araç kuyruğu vardı.
Uzungöl

Günün ikinci yarısındaki durağımız Ovit Yaylası'ydı. Yaylaya Rize'nin İkizdere ilçesinden geçerek çıkılıyor. İlçenin Güneysu beldesinde enteresan bir köprü var, altında bir avize asılı. Hakkında çeşitli söylentiler mevcut. Bir tanesi halktan cami restorasyonu için para toplandığı, para artınca bir avize alınıp buraya takıldığı yönünde. Belediye başkanının gazetelerde çıkan açıklaması da "köprünün altında var olan zinciri değerlendirmek için buraya özel bir avize yaptırdıkları, köprüyü aydınlatmak istedikleri" yönünde.
Avizeli köprü

Bundan önce çıktığımız Kafkasör ve Uzungöl'ün üstündeki yaylalarında (ve dahi Sümela'da) otobüs bizi belli bir noktaya kadar çıkarmış, sonrasını daha çevik ve küçük minibüslerle (ve tabii buraların acar şoförleriyle) almıştık. Ovit, gezi sırasında çıkacağımız en yüksek yayla olduğu halde (2640m, şaka değil) otobüs bizi oraya kadar çıkarabildi çünkü buranın yolları geniş ve görece düzgün. Zira Ovit yaylası, kuzey ve güney illeri birbirine bağlayan Erzurum - Rize karayolu üstünde kalıyor. Elbette yine dağları tırmanmak, bol virajlı yolları almak durumundasınız. Biz yazını gördük ama, kışın bu kadar yüksek yerdeki yolun kardan kapanacağını düşünmek için de alim olmaya gerek yok. Durumu bir nebze olsun iyileştirmek ve yolu kısaltmak için Ovit dağı tüneli projesi hayata geçmiş. Biz oradayken inşaatı sürüyordu, birkaç yıla tamamlanınca Türkiye'nin en uzun tüneli olacakmış. Yaklaşık 14km ile dünyanın da sayılı uzun tünellerinden olması bekleniyor.

Ovit'te bir buzul gölü var. Ortalık önceki yaylalar kadar yeşillik değil, daha çok Nemrut'a çıkmış gibi hissettirdi bana. Burada da büyük şenlikler düzenleniyor, bu seneki de ziyaretimizden birkaç gün sonra yapıldı. İsmail YK konseri ve sütlaç rekoruyla oldukça ses getirdi. Daha önceki sütlaç rekoru Yunanistan'ınmış (303 kg), buradakinin neti 1295kg, egale edilmesi biraz güç bir rekor.

Ovit yaylası

Ovit yaylası

Gezinin son gecesi Ayder Yaylası'nda konaklayacaktık. Bütün günü Fırtına Vadisi boyunca gezerek geçirdik. Fırtına Vadisi, Kaçkar'ların üç büyük zirvesinin altındaki bölge. İlk durak, Ardeşen üstünden geçerek Hoşdere Köyü. Burada derenin üstüne kurulmuş bolca taş ve ahşap köprüler var. Taş ve tek kemerli olanların çoğu Cenevizlilerden kalma, ahşaplarınsa çoğunu buralara ev kuranlar kendi ulaşımları için yapmış. Halkın dereyi aşmak için kullandığı başka bir yol da tel üstünden insan ve eşya taşıma. Biraz taşıma, biraz turistik amaçla yapılanı Zipline, 10 TL karşılığında sizi bir tel üstünden derenin karşı kıyısına itip geri getiriyorlar. Gayet eğlenceli, ama biraz kısa sürüyor tabii. Diğer sistem, çoğu zaman yamaçta kalan evler için de kullanılıyor, biraz inşaat asansörü sistemine de benziyor. Bir ucundan yük bindirince zilini çalıyorsunuz, diğer taraf çekmeye başlıyor.

Hoşdere Köyü'nde Zipline

Hoşdere Köyü

Hoşdere Köyü, 2014 ramazanında akşam ezanını 10dk önce okuyan ve fark edince "yarın da 10 dk sonra okuruz uşağum" diyen imamın camisinin de olduğu yer.

Fırtına Vadisi boyunca doğa iyiden iyiye yeşillere büründü. Etrafta kivi bağları, çaylıklar, dereler, ladin ağaçları...
Kivi asmaları


Çaylık

Minibüslerle biraz daha tırmanınca eskiden buraların ticaret yolunda kaldığının bir kanıtına, Zil Kale'ye varılıyor. Kalenin eski adı Zir Kale, yani aşağı kale. Çünkü bu kalenin 30km yukarısında Kale-i Baala diye bir kale daha var, aynı şekilde deniz kıyısında, Rize'nin Pazar ilçesinde de Kız Kalesi var. Bu kaleler İpekyolu'nun (Erzurum - Rize - Zigana - Trabzon) kervansaray ve karakolları. En iyi korunmuş olanı da Zilkale. Kaleye çıkarken 1696'da yapılmış Çinçiva (Şenyuva - yakınındaki köyün adı) köprüsünü de görmek mümkün.

Rehberimiz sağ olsun çok hikayesever, dile ve kelimelerin geçmişine meraklı biriydi. Kalenin kervansaraylık görevini anlatırken, kervanların hem girişte hem çıkışta sayıldığını, eğer içeride bir hırsızlık olduysa bunu kervancının üstlendiğini, böylelikle bir nevi kaçakçılık önleme görevi de gördüğünü anlattı. Bu mal sayımının zaptını tutan katipler gece boyu ellerinde kağıt kalem çalışırlarmış. Mürekkep kurumasın diye sürekli yaladıkları için dilleri kapkara olurmuş. "Mürekkep yalamış" deyişinin kökü de buradan geliyormuş.

Zilkale

Zilkale'den manzara

Çinçiva (Şenyuva) Köprüsü


Fırtına vadisinde rafting yapmadan dönülmez diyorlar. Türkiye'nin raftinge en uygun parkurlarından biri, özellikle Mayıs-Haziran aylarında, karlar eriyip su yükselince profesyonel bir parkura dönüşüyor. Biz Temmuz sonunda ziyaret ettiğimizden su seviyesi görece düşüktü, ama ilk kez yapan biri için bence gayet uygun ve eğlenceliydi. Hakikaten onca yeşilliğin arasında yapmadan dönmemek lazım. Üstelik hizmet kalitesi de oldukça yüksek. Biz Dağraft'ta yaptık; 50 TL ücrete yedek kıyafeti, mayosu, şortu olmayana tertemiz kıyafetler, dönüşte kurulanmak için havlusu olmayana yine tertemiz havlular, tüm ekipmanlar, yaklaşık 45-50dk rafting ve bu sırada çekilen tüm fotoğrafların yüksek kaliteli olarak CD'de sunulması dahil. Aslında bu iyi hizmet, Karadeniz bölgesinde çok rastlanır bir şey değil. Genel olarak turizme alışma evresinde oldukları çok net hissediliyor: genelde servis yavaş, nezaket beklentinin biraz daha altında (ama samimi). Yapılaşmaya biraz dur denebilirse turizm ve servis sektörünün de alıp yürüyeceğini düşünüyorum. Ama asıl ziyaret sebebinin doğası olan bir bölgede irili ufaklı derelerin önüne dikilmiş kocaman HES'ler, onların su altında bıraktığı araziler, kesilen ağaçlar, çılgın "yaylalar arası teleferik" projeleri (=ağaç katliamı), gelenlere kalacak yer vereceğiz diye bir anda var olan plansız ve çirkin yapılaşma (Ayder de öyle, Uzungöl de; Uzungöl Ayder'den daha fena) aslında buraların özelliğini, özgünlüğünü yitirmesine yol açacak...

Akşam saatlerinde Ayder'e vardık. Rehber "Haylaz Otel'de kalacağız, yani 'merhaba laz!'" deyip güldüğünde espri yapıyor sanmıştım. Otele varınca anladım ki adı gerçekten Hi-Laz. Küçük ama sevimli bir otel, yemek ve kahvaltı açık büfe ama ev yapımı. Akşam terasına oralı birkaç genç gelip tulum çaldı, türküler söyledi, Artvin horonu oynadı ve katılmak isteyenlere öğretti. Şov biraz kısa sürünce öğrendik ki belli başlı birkaç ekip var, otelleri/restoranları sıra sıra geziyorlar. Biz de kısa bir yürüyüşe çıktık. Bir yokuş boyunca sağlı sollu bolca otel, restoran, hediyelik eşyacı sıralanmış durumda. Aşağı inerken iyi hoş, ama yokuşu tırmanmak hayli yorucu. Dişini sıkıp biraz daha yukarı çıkabilenleri nazlı nazlı akan, incecik Gelin Tülü şelalesi bekliyor. Ayder'de konaklamanın en iyi tarafı için serinlik diyenler çıkabilir, gerçekten güneş çekiliverince ceketsiz dolaşmak, gece yorgansız yatmak imkansız. Benim için en tatlı tarafı akşam Fırtına Deresi'nin sesini dinleyip yıldızlarla dolu gökyüzünü izlemekti.

Sadece Hi-Laz mı sandınız, bolca ilginçlik mevcut
Gelin Tülü Şelalesi

Ayder Yaylası'nda akşam

Gezinin son gününü Trabzon merkeze ayırdık. Ayder'den inerken Çamlıhemşin - Hoşdere Köyü - Ardeşen güzergahı izleniyor. Ardeşen'de, tam Fırtına Deresi'nin başladığı yere 2012'de dev bir atmaca heykeki dikilmiş. Buraya efsane vali Recep Yazıcıoğlu'nun adı verilmiş, "Fırtına Vadisi Vali Recep Yazıcıoğlu Kano ve Rafting Spor Turizmi projesi kapsamında düzenlenmiş. Atmaca kuşu bölgenin simgesi, bir kere burnunun ve bakışlarının Karadeniz insanını yansıtıyor. Atmaca avcılığı kimisi için hobi, kimisi için bıldırcın avlamada kullanmak üzere bir araç; ama buralarda çay ve kivinin ardından atmacacılık geliyor. Konunun özünü bir alıntıyla açıklayayım:

"Atmaca avlamak için önce gaço denilen bir tür kuş bulunuyor. Gaço atmacayı kandırmak için bir süre eğitiliyor. Hızlı ve çevik hareketler kazandırılıyor. Ardından atmacanın avlanacağı yere bir ağ geriliyor, gerilen ağa eğitilmiş gaço bağlanıyor. Gaçonun hareket ettiğini gören atmaca yakalamak için taarruza geçiyor. Bu hareketlere daha önceden alıştırılan yemlik kuş çevik bir hareketle ağın arka kısmına geçiyor ve gelen atmaca ağa takılarak yakalanıyor. Yakalanan atmaca da bıldırcın avında kullanılmak veya ehlileştirilmek için bir ila birbuçuk hafta arasında eğitime tabi tutuluyor.

Eğitimden geçen atmaca artık satılmaya veya ava götürülmeye hazırdır. Atmacaların kaybolmaları ihtimaline karşın ayağına bir zil takılır. Zil'in çıkarmış olduğu ses sayesinde ormanda kaybolan atmacayı kolayca bulmak mümkündür. Hergün bir yumurta ve 50 gram kuşbaşı et ile beslenen atmacalar bir yaşına kadar geçirmiş oldukları hastalıkları atlatmaları halinde ortalama 10 ila 12 yıl yaşayabilirler."



Ardeşen Kültür Parkı


Trabzon'a giderken yolda daha önce de her yerde tabelalarını ve satış noktalarını gördüğümüz Sürdövbısa'nın fabrika satış mağazasına uğradık. Sürdövbısa ilk görüşte çok garip ve çetrefilli bir isim/marka, ama açılımını bilince kolaylaşıyor: Sürmene Dövme Bıçak Sanayi'nin kısaltması aslında. Bir de benzer Sürbısa firması var. Buralarda bıçakçılık da oldukça iyi yapılıyor ve önemli. Aynı şekilde silah üretimi de yaygın ve meşhur. Silahların üstünde "Made in mapi" (Lazca-İngilizce karışık "ben yaptım") yazarmış, buraların silahlarının markası haline gelmiş. Hatta bir kaçakçılık sırasında silahın bu bölgeye ait olduğu bu yazıdan anlaşılmış diye bir hikaye var. Silah taşıma oranı hayli yüksek, bunun sebebini de dağınık yerleşme, yüksek ve çetin coğrafyada hayatta kalma çabası ve bir tür "bölgende kendi asayişini sağlama zorunluluğu" olarak açıklıyorlar. Mesela yaylada bir problem oldu, dağın başı, jandarma gelene kadar çoktan geç olmuş olacak. Halk da kendi sorununu kendisi çözmek için silahlanmayı seçmiş. 

Bıçak da benzer şekilde, günlük hayattan türeyen bir beceri. Horon ekibinin kıyafetinde (yani geleneksel yerel giysilerde) iki tür bıçak bulunurmuş, biri max 7cm'lik, günlük işlerde kullanılmak üzere. Diğer mektup açacağı gibi ortası oyuklu, kavga sırasında adam yaralamakta kullanılan türden. Oluklu oluşu da delikanlılığın namından, iç kanama olmasın, kan dışa akabilsin diye. Bıçakçılığın asıl ustaları Rum'muş, onlar göç edince Türkler de aynı teknikleri sürdürerek bu jilet gibi keskin bıçakların üretimine devam etmiş. Satın alırken boyları ile tek parça üstüne sap çakmalı (genelde ahşap saplı) ve yarım saplı (geneli plastik) oluşuna göre fiyatları değişiyor ama keskinlikte hepsi aynı iyilikte. Tek uyarıları (tüm bıçaklar için geçerli) bulaşık makinesinde kullanılmaması. Yüksek sıcaklık ve deterjanlar çeliğin keskinliğine zarar veriyormuş.

Trabzon'un merkezinde kentin sahil şeridini tepeden gören Boztepe'ye çıkıp biraz dinlendik. Karadeniz'in bir simgesi de hamsi tabii, hoş mevsimi olmadığından, hatta avlanma yasağı olduğundan gezi boyunca hiç deniz ürünü yiyemedik. Ama Trabzonlular bu simgelerini Boztepe'ye yakın, yüksek bir noktaya diktikleri hamsi heykeliyle dosta düşmana tanıtıyorlar.  
Boztepe'den hamsi heykeli ve Trabzon kent merkezi

Karadeniz yemekleri meşhur ve farklı. Bugüne kadar karalahana dolması (pazı dolmasından çok farklı değil bence), muhlama/kuymak (İstanbul'da yediklerim hep yağ içindeydi, buralardaki hakikaten farklı ve güzel), kaygana (Sümela Manastırı'na çıkmadan oradaki restoranda yedik, bana biraz tatsız tuzsuz ve kuru geldi. Belki onların beceriksizliğidir...), turşu kavurması (Hoşdere Köyü'nde yedik, güzel ama oldukça tuzlu. Yanında bol ekmek ve su kaldırır.), laz böreği (bunu da Hoşdere Köyü'nde yedik. Milföy hamuru arası muhallebi kıvamında bir tatlı, gayet güzel), Çayeli kurufasülyesi (bir Uzungöl'de bir Artvin Kafkasör dönüşü küçük bir esnaf lokantasında olmak üzere iki kere falan yedik, gerçekten lezzetli yapıyorlar), sütlaç (Hamsiköy'de yedik, çok numarasını göremedik. Esnaf lokantasındaki çok daha iyiydi), Sinop mantısı (orada Sinop Mantı ve Teyze'nin Yeri), Sinop nokulu (cevizli üzümlü tahinli olanı hakikaten baya iyiydi)... Bir de Trabzon'un Akçaabat köftesi var işte. Bunun için de Akçaabat'ta Nihat Usta'ya geldik. Kocaman bir restoran burası, hem deniz kıyısında açık alanda yeri var, hem de devasa bir salonu. Köfteler çok lezzetli. Laz böreği Hoşdere'de yediğimizden daha farklıydı, yine güzeldi.

Akçaabat köftesi - Nihat Usta

Trabzon'un merkezine tekrar döndük. Ayasofya Kilisesi'ne (gerçi bir kararla 2013'ten beri camiye çevrilmiş) giderken yolda horona duran (horon tepilmezmiş efendim, horona durulurmuş) Trabzonluları anlatan bir eser var. Horon demişken, son zamanların modası Kolbastı da soruldu rehbere. Verdiği bilgi şu yönde: Kolbastı, jandarma bastı anlamındaymış bir kere. Eskiden eğlenceyi jandarmalar basarmış. Genel olarak müzik türü kol havasıymış, insanların dans ettiği içkili, sazlı sözlü alemlerde çalan müzik aslında. Kökeni İç Anadolu (mesela Konyalım türküsü) iken Karadeniz kıyılarına da ulaşmış. Kolbastı'nın en bilinen şarkısı (hadi gülüm yandan yandan yandan / biz korkmayız ondan bundan / biz korkmayız jandarmadan) aslında Giresun türküsü; ama oyun Trabzon'un Faroz mahallesinden. Faroz'un da namı büyük, delikanlı, biraz fevri, mahalle bilinci yüksek bir mahalle. Aslında denize sıfırmış ama deniz doldurulunca şimdi içerde kalmış. Genelde balıkçılar yaşıyormuş. Faroz'da bu Giresun türküsü (Yaylanın Çimenine) daha hareketli çalınırmış, katılımcılar da aslında çoğu yansıtma hareketlerle oynarmış. Türküde de geçen "mahallenin mastisi" dedikleri mesela, mahallenin delisi anlamında, bu sırada el burna götürülüp deli hareketi yapılıyor. Kolbastıda da denizci adamın hareketleri (ağ atma, ağ toplama vb), onu bekleyen, denizi gözleyen kadının hareketleri vb yapılıyor. Oyunun asıl adı kolbastı ya da Faroz kesmesiyken, zamanla hiphop ve rap hareketleri karışınca hoptek adını alıyor.

Horona duran Trabzonlular


Ayasofya Müzesi'nin tam karşısında Trabzon'un ünlü gümüş işlerinin yapıldığı ve satıldığı dükkanlar bulunuyor. Mardin Midyat'ta telkari işi meşhurdu, telkari burada da yapılıyor ancak yöreye özgü işin adı kazaziye. Kaynak kullanılmadan, çok ince gümüş tellerle, tamamen elle işlenerek yapılıyor. Trabzon'da bu işçiliği layıkıyla yapan ve bilen sayılı aile olduğu söyleniyor. Tarihi oldukça eski, MÖ2800'lü yıllarda bu bölgede yaşamış Lidyalılardan miras kaldığı tahmin ediliyor. Annemin de satın aldığı güzel bir örneği buradan görülebilir.

Ayasofya Müzesi, 1250-1260 yılları arasında Komnenos İmparatorluğu zamanında yaptırılmış bir Rum kilisesi. Kısa bir rehber notu: Kiliselerin adlarından sınıfları da anlaşılıyormuş. Aya/Hagia'lar Rum, Surp'lar Ermeni, Mor'lar Süryani, Saint'ler Katolik kilisesiymiş. Kilise, Yunanca "ekklesia"dan türemiş, çağrılıp toplanmış olan anlamına geliyor. Ayasofya'nın anlamı ise "Kutsal Bilgelik". Yapı denize oldukça yakın, freskolar nemden zarar görmesin diye kilisenin burunlarına tuz konmuş ve freskolar en az nemli olan burna yapılmış. Fatih'in Trabzon'u fethinden sonra da bir süre kilise olarak kullanılsa da, 1500'lü yılların sonunda camiye dönüştürülmüş. I. Dünya Savaşı sırasında Rus askerler tarafından hastane ve depo olarak kullanılmış. 1964'te ise Vakıflar'a devredilerek restore edilmiş ve müzeleştirilmiş. 2013 yılında ise yeni bir kararla (cami sayısı yetersiz bulunmuş olacak ki) yeniden cami olarak ibadete açılmış. Konuyla ilgili davalar hala sürüyor.

Kiliselerin camileştirilmesi meselesi tarihten bu yana yapılmakta olan bir şey. İslamiyet diğer din ve kitapların düzeltilerek gönderilmişi olarak kabul edilir. İbadethaneler de bu inanışa paralel olarak "düzeltilebilir"dir, kiliseler, havralar camiye çevrilebilirmiş. 


Ayasofya Müzesi - Trabzon

Ayasofya Müzesi - Trabzon

Kiliseyi camiye çevirirken hem tarihe zarar vermeyelim hem cami şartlarını yerine getirelim diye düşünmüşler sağ olsunlar, tavandaki freskoları kazımak/boyamak yerine bir perde gererek görünmez kılmışlar. Ama gelin görün ki, kadınlara ayrılan küçük abdesthanenin tavanları ve duvarlarında freskolar açıkta. E şimdi o abdestler namazlar sayılmayacak mı acaba?
Ayasofya Müzesi - Trabzon

Ayasofya Müzesi - Trabzon

Trabzon'da son durağımız Atatürk Köşkü. Köşk, 1890 yılında Trabzonlu banker Kabayandis tarafından yazlık olarak yaptırılmış. Kabayandis 1924 mübadelesinde Türkiye'den göç etmiş. Atatürk, şehri ziyaretinde Soğuksu ziyaretinde kıyıdan geçerken köşkü görüp çok beğenmiş, sonraki gelişlerinde ziyaret etmiş. 1931 yılında Trabzon Özel İdaresi köşkü Atatürk adına satın almış, bir heyet Ankara'ya giderek köşkün tapusunu ve anahtarlarını Ata'ya teslim etmiş. 1937'de Trabzonu üçüncü ve son ziyaretinde Atatürk burada iki gece konaklamış, hatta tüm malvarlığını Türk ulusuna bağışladığını bildiren vasiyetini de burada yazmış, ancak bu köşkün bir şekilde unutulmuş. Atatürk'ün vefatından sonra köşk kız kardeşi Makbule'ye kalmış, sonrasında 1943 yılında Vakıflar tarafından satın alınarak müze haline getirilmiş.

Köşk yeşiler içinde, harika bir çamlığın ortasında konumlanmış. Ağaçların çoğunun üstünde dikilme tarihlerini belirten tabelalar var, bir kısmı 1930'lara tarihleniyor. Ziyaret ettiğimiz dönemde restorasyonda olduğundan içini ne yazık ki gezemedik, ancak köşkün içinin de en az dışı kadar güzel ve özellikli olduğu söyleniyor. Yapıldığı tarihte çok ileri teknikler kullanılmış, 110-120 yıldır çalışan Amerikan malı buzdolabı, kartonpiyerler, merkezi ısıtma sistemi, İtalya'dan özel olarak getirilmiş yer döşemeleri bulunuyormuş. Yemek odasının camlı kapısında ise Kabayandis'in buzlu camdan portresi varmış.

Atatürk Köşkü - Trabzon

Trabzon'dan dönüş uçağımız akşam 20:00 sularındaydı, akşamüstü 18:00 gibi buralıların deyişiyle "Trabzon Uçak Havaalanı"na doğru yollandık. Karadeniz, Türkiye'nin aslında ne büyük çeşitliliklere yuva olduğunu bir kez daha anlattı bana. Doğası ayrı güzel, insanları bambaşka, dilleri, kültürleri kendi içlerinde bile apayrı. Karadeniz deyince Laz der geçeriz değil mi? Oysa durum başka. Laz köyleri ancak Rize'nin Pazar ilçesinden sonra başlıyormuş, oldukça doğuda yani. Artvin'de Gürcü nüfus fazla. Dile gelirsek, mesela Uzungöl civarında Karadeniz Rumcası duyulurken Rize'nin merkezinde Rumca bitiyor. Lazca Rize'nin doğusunda başlıyor, ancak örneğin Rize-Pazar ile Artvin-Hopa'nın konuştuğu Lazca da birbirinden biraz farklı. Lazca, kıyıda Gürcüce'den, iç kesimlerde Ermenice'den etkilenmiş. Artvin Borçka'da halk kendi arasında Gürcüce konuşurken Uzungöl'de Rumca, Çayeli'nde Lazca konuşuluyor. İnsan gidip gezince daha iyi anlayıp hak veriyor, kitaplarda hep yazardı dağınık yerleşme diye ama gerçekten görünce başka. Dağlar o kadar yüksek, düzlük o kadar az, coğrafya o kadar çetin ki; insanların belli bir alanda yerleşip bir sonraki yerleşim yeriyle ilişkiyi minimuma indirebilmesi, kısacık mesafelerde dilin, kültürün, oyunların bu kadar değişmesi gayet doğal. Bu zorlu yerlerde ev yapmak maharet, Karadenizlilerin müteahhit olması bu yüzden beklenebilir. Yaylada ekmek, pasta vb bayatlamadan uzun süre durmak zorunda, Karadenizlilerden iyi fırıncı çıkması bu yüzden normal.

Anlatmakla olmuyor gerçekten, görerek öğrenmek lazım Karadeniz'in güzelliğini.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)