Edirne: Gurbetten önce son çıkış

Trakya bana hep hüzünlü gelmiştir. Yaban ellere varmazdan önceki son topraklar fikri beni duygulandırır, bir yandan da hep anlatılagelen şiveleri, rahat hayatları, modernlikleri de coşku verir. İstanbul'da olmanın en iyi yanlarından biri, Trakya'ya yakın (hatta coğrafi olarak içinde) olmaktır bence.

Trakya'nın tadını - kokusunu geçen yıllarda parça parça almıştık. Kıyıköy'le başlayan ve orada pek de aradığımızı bulamadığımız bir yol hikayesi bizi aynı gün hem Kırklareli'ne, hem Lüleburgaz'a atmıştı. Kırklareli küçük, ama çok da güzel bir kent. Aydınlık bir de. İnsanlardaki aydınlığı hissedebiliyorsunuz. Lüleburgaz da ilçe olmasına karşın neredeyse Kırklareli kadar bir yer. Bu kısa tur sonrasında Tekirdağ'a çeşitli vesilelerle bölük pörçük de olsa birkaç kez gittik. Rakı fabrikasından gelen anason kokusunun caddeyi kapladığı, güzel bir sahil şeridi olan, tatlı bir kent. Tekrar gidilmeyi kesinlikle hak ediyor. Ama Edirne... Onu hep "sonra"ya, "daha geniş bir zaman"a saklamıştık. Kısmet bu zamanlara, 18-19 Ocak 2014'eymiş...

Edirne için bir ön araştırma kesinlikle şart. Gidince de gördük ki, gezilebilecek onlarca tarihi eser ve cami var. Özellikle zaman kısa ise, önceliklendirmek şart. Biz iki tam gün geçirdik, koşturmadan geniş geniş gezdik ve hiç sıkılmadık, "bitti" hissine kapılmadık. Sabah erken çıkıp 2,5 saatlik yolculuktan sonra merkeze varıp kendimizi Meriç nehrinin öte yanındaki Karaağaç mahallesine attık. Burada Limon Cafe diye çok tatlı, sıcacık, rengarenk döşenmiş kafede güzel bir kahvaltı ettik. Karaağaç mahallesi, eski Edirne garının olduğu yemyeşil bir bölge. Gar artık Trakya Üniversitesi'nin rektörlük binası olarak kullanılıyor, üniversite bölgesi ve nehir kıyısında yeşillikler içinde olduğundan çok eski, yıkık evlerle beraber çok güzel kafeler, restoranlar ve çay bahçeleri var. Pazar günü gördük ki, bütün Edirne dinlenmek için buraya geldiğinden tek gidiş tek gelişlik Meriç köprüsünde akşamüstü dönüş trafiği oluyor. Yunanistan'dan önceki son topraklar. ki zaten  1. Dünya Savaşı sonunda Meriç nehri sınır kabul edilince Karaağaç tarafı Yunanistan'a bırakılmış; sonradan Yunanlıların Ege'de sebep olduğu tahribatın karşılığı olarak 1923'te Lozan'la geri alınmış. Edirne istasyonu tamamlanmış olmasına karşın, Rumeli topraklarının çoğu sınırlar dışında kalınca ve trenler Yunanistan topraklarına girmek zorunda kalınca işlevsiz hale gelmiş. 1971 yılına kadar hizmet vermiş ancak daha sonra yeni gar binasına taşınmış ve 1977'den bu yana üniversitenin kullanımına verilmiş. Şimdi temsili olarak bir parça ray ve bir tren hala istasyonun önünde bekliyor.

Eski garın biraz ilerisinde Lozan Anıtı uzanıyor. Üniversitenin destekleriyle yaptırılan bu anıt, Lozan'la Türkiye'ye yeniden katılan Karaağaç'a anlamlı bir armağan. Anıtın üç sütunundan en yüksek olanı Anadolu'yu, orta boyu Trakya'yı, kısa olanı da Karaağaç'ı - yani ülkenin birbirinden suyla ayrılan üç parçasını temsil ediyor. Kız heykelinin bir elindeki güvercin barış, diğer elindeki belge de Lozan Barış Anlaşması'nı anlatıyor. Anıt, sınırdan sadece 3 km uzakta, Yunanistan'dan da rahatça görülebiliyormuş.

Lozan Anıtı

Karaağaç'ı, eğer ertesi gün güneş yüzünü daha fazla gösterirse yeniden gelmek üzere, terk ettik. Resepsiyondan da önerildiği üzere, II. Bayezid Külliyesi'ne gittik. Burası şehir merkezine görece uzak kalıyor, Süleymaniye Camii ve Eski Camii gibi merkezdeki yerlerin gezildiği zamandan ayrılabilir. Ancak gerçekten görülmeye değer bir yer. 15.yy'ın sonlarında Sultan II. Bayezid tarafından Mimar Hayrettin'e yaptırılmış. Külliye, bir cami ve çevresine bulunan imarethane, medrese, sebil, hastane vb yapıların tümüne verilen isim; ve burası adını sonuna kadar hak ediyor. Burası 1997 yılında Trakya Üniversitesi'ne devredilmiş ve restore edilmiş, 2004'te Avrupa'nın En İyi Müzesi, 2007'de de Avrupa Kültür Mirası Mükemmellik Kulübü En İyi Sunum ödüllerini almış.Önce Tıp Medresesi'ni gezdik. Burada verilen eğitim ve medresedeki yaşantı, her bir odada mankenlerle canlandırılmış. Tüm mizansenlerin oldukça başarılı olduğunu söylemek gerek. Ardından Darüşşifa'ya, zamanında hastane olarak kullanılan şimdiki Sağlık Müzesi'ne geçtik.  Darüşşifa'da musiki ile tedaviden çok faydalanılmış, bu yüzden girer girmez ziyaretçileri bir saz ekibi karşılıyor. Odalarında, yine mankenli mizansenler var, hastaların tedavi süreçleri anlatılıyor. Son durak, II. Bayezid Camii. Selimiye ve Eski Cami'nin damgasını vurduğu bir kentte pek turistik sayılmadığından mıdır, havanın kasvetinden midir bilmem, bu cami beni çok etkiledi, huzur verdi. Tüm bu alanı gezmek, eğer bizim gibi meraklı çıkar da duvardaki yazıların çoğunu okumaya kalkarsanız, iki saate yakın zaman alıyor; ancak oldukça zevkli.

Medresede tıp eğitimi alan öğrenciler

Medresedeki yatakhane

Külliyenin bahçesi

Darüşşifa

II. Bayezid Camii

Külliye

"Madem şehrin dışından başladık, arabayla merkeze uzak kalan yerleri tamamlayalım" düşüncesiyle külliyenin ardından Balkan Şehitliği'ni de ziyaret ettik. Burası şehitler için yapılmış bir abide, hemen yan tarafında ise Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı stadyum bulunuyor. Abideyi gezerken, aslında hepimizin çok iyi bildiği ve değer verdiği, eminim hakkında pek çok anıt, şiir, makale, film vb. gördüğü Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nın yanında Balkan Savaşları'nın ne kadar geri planda kaldığını, ancak o savaşların ülkemizin şimdiki bütünlüğü için -elbette- ne kadar değerli olduğunun oldukça geç de olsa farkına vardım. Zannediyorum Edirne'de Balkan Savaşları'nın anısına bu kadar sahip çıkılmasaydı ve/veya Edirne'ye gitmeseydim, bu eksikle yaşamaya devam edecektim. Buradaki halkın kahramanlıklarını bir kez daha minnetle anıyorum.

Balkan Şehitleri Anıtı

Kırkpınar Stadı

 Kırkpınar Stadı

Şehrin bir diğer yanındaki Şükrü Paşa Anıtı ve Balkan Savaşları Müzesi, o günkü gezimizin son durağı oldu.  Şükrü Paşa Anıtı'nın bulunduğu yer, şehrin en yüksek noktasıymış. Şükrü Paşa, Balkan Savaşı sırasında Edirne'yi çok iyi bir şekilde savunmuş ve şehrin bu en yüksek noktasına Kıyık Tabya'sını inşa etmiş. Tabya sonrdan müze haline getirilmiş. Yine bolca manken, savaştan kalan silahlar, giysiler vb, fotoğraflar, gazete küpürleri ile savaş zamanı yaşam ve şartlar anlatılıyor. Bir de ses efektleri eklenmiş. Öyle ki, bazı yerlerde sensörlerle çalışan bu sistemler gezenleri korkutabiliyor. Şükrü Paşa'nın duygusal ve kahramanca vasiyetini de eklemeden olmaz: "Düşman, hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu  mahale gömeceksiniz. Ve gelen nesiller, üzerime bir abide dikeceklerdir."
  Balkan Savaşı Müzesi - sığınaklar
 Balkan Savaşı Müzesi
Şükrü Paşa anıtı

Onca gezmenin ardından günü batırdık, kahvaltıdan beri bir şey yemediğimiz için meşhur Edirne ciğerini yerinde yemek için de yeterince bilenmiştik tabii. Burada çok meşhur olduğu yazılıp çizilen birkaç ciğerci var. Biz günü tarihi mekanları gezmekle geçirdiğimizden şehir merkezini pek görememiştik, merkezi gezerken anladık ki bu meşhur ciğerciler şubeleşmiş. Edirne öyle de değişik bir yer, bildiğimiz zincir yiyecek içecekçiler (mesela Burger King, Starbucks vb) hiç ortalıkta görünmüyor. Belki kentteki 1-2 AVM'de varlardır, ancak merkezi tamamen yerel işletmeler sahiplenmiş. Ciğerci Niyazi Usta bu meşhur ciğercilerden biri, biz de ilk yemeği orada yedik. Ciğer sevmem, yemem diyen adama bir porsiyonu silip süpürtecek kadar güzel ciğerleri. Yanında kuru acı kırmızı biber getiriyorlar ancak gerçekten çok acı, sevmeyenlere tavsiye edilmez. Ciğerin yanına cacık aldık, evde yaptığımızdan daha koyu kıvamlı ve daha büyük salatalık parçalı, Yunan cacığına daha çok benziyor. Daha ne istenir ki? Zaten ciğercilerin çoğunda ciğerden başka bir şey de bulunmuyor.

Şehirde bolca göreceğiniz yerel zincirlerden bir diğeri de kurabiyeci/badem ezmeciler. Bunların en meşhurları Keçecizade ve Aslanzade. Keçecizade'den badem ezmesi ve Edirne'ye özgü Hardaliye içeceği aldık. Hardaliye üzüm suyu ve hardaldan yapılıyor, alkolsüz ve buralarda pek meşhur. Öyle ki otelin mini barında bile vardı. Atatürk zamanında Kırklareli'nde hardaliye içince bunun milli içeceğimiz olmasını istemiş, ancak sanırım oldukça geri plana atılmış ki ancak yerine gidince tanışabildik. Keçecizade'den bademli ve tahinli kurabiye, Aslanzade'den de Edirne'nin patentli kurabiyesi olduğu söylenen Kallavi kurabiyesi yemeli, her biri birbirinden güzel. Kallavi kurabiyesi bal, safran ve fıstıktan yapılıyor. Acıbadem kıvamında, ama içinde un ve yağ yok. Edirne'den alınıp getirilesi bir diğer yiyecek de peynir. Ezine peynirine benziyor ve çok lezzetli. 

Edirne'nin çarşıları da kendine özgü. Camilerin yakınında bulunan eski bedestenler artık genelde Edirne'ye özgü ürünlerin ve hediyeliklerin satıldığı geniş çarşılara dönmüş. En sık rastlananlar Edirne işlemeli havlular, meyve şeklinde rengarenk mis sabunları, boy boy aynalı süpürgeler, magnetler. Elbette istemediğiniz kadar atkı-bere-ayakkabı hatta giysi satan dükkan da mevcut. Aynalı süpürgenin ne olduğunu önceleri anlayamadık, sonra Saraçlar yakınında süpürge yapan adam heykelini görüp hikayesini okuyunca magnet şeklinde olan bir tane de biz aldık. Aslında bildiğimiz çalı süpürgesi, elle yapılıyor, telleri bir bir diziliyor sonra da dikiliyor. Bir usta günde 10-30 süpürge üretebiliyor. Süpürge yapanlar, bütün güçlerini kullanabilsinler diye kendilerini bir halat ya da zincirle bir yere bağlayıp sabitlerlermiş. Süpürgenin süslü ve aynalı olmasınınsa Edirne geleneklerinde yeri var. Evlenen genç kızların çeyizinde mutlaka bir tane aynalı süpürge bulunuyor. Bu konudaki birkaç hikaye şöyle:

"Güzel bir gelin, bir de kayınvalidesi varmış. Gelin çok süslüymüş, günde defalarca aynaya bakarmış. Bu nedenle pek iş yapamazmış. Bu konuya çözüm bulmak gerektiğini düşünen kayınvalide, süpürgeye ayna takarak gelinin eline vermiş. (Gelin! Gelin! Al sana aynalı süpürge, hem aynaya bak, hem de işine bak) demiş.
Aynalı süpürgenin, evlenme çağındaki genç kızların evlerinin önünü süpürürken sokaktan geçen delikanlıları aynadan izlemeleri için kullandığı da söyleniyor.
Bir diğer rivayete göre, eskiden aynalı süpürgenin başında ''kabara'' adı verilen iri başlı bir çivi bulunurdu. Bu, genç kız için bir temizlik, saflık simgesiydi. Aynalı süpürge, evin dış kapısına asılmışsa 'evimizde evlilik çağında kızımız var' anlamı taşırdı. Gelin kızın çeyiz sandığına, evine düşkün, eli iş tutan, becerikli ve temiz bir kız olduğunu anlatmak için aynalı süpürge konulurdu.
Ev işini yapmaya üşenen gelin, kayınvalidesinin geldiğini süpürgenin kendisine doğru olan tarafındaki aynadan görür ve kendisine çeki düzen verirmiş. Kayınvalidesiyle küsen, sözünden incinen gelinler ise ''Dön de kendine bak'' demek için süpürgenin aynasını abartılı hareketlerle kayınvalidesine doğru tutarak bu hislerini anlatırmış."
Edirne'deki bir diğer el sanatı da ahşaba boyayla işlenerek yapılan Edirnekari. Örneklerini müzelerde de, çarşıda da görmek mümkün. 

Edirne, "Akşam yapılacak çok bir şey olmaz" diyenleri utandıracak kadar farklı seçenekler sunan bir şehir. Biz, sırf merakımızdan, üniversiteyi görelim diye Ayşekadın'a gittik. Bir sokak boyunca büyük şehirlerdekileri aratmayacak 5-6 disko/bar, restoranlar ve kocaman bir Leman Kültür varmış meğer. Oldukça da hareketli, akşamın erken saatleri olmasına karşın insanlar eğlenmeye başlamıştı. "Trakya'dan rakısız dönülmez" düsturuyla burada birer çay içip kendimizi kentin en işlek yerlerinden olan Saraçlar Caddesi'ne attık. Burası sağlı sollu mağazaların, lokantaların olduğu bir kapalı yol. Geceyi Zindanaltı Meyhanesi'nde bitirdik. Ufacık mekan ama çok güzel canlı müzik, yemek ve güzel insanlarla dolu... 
Akşam vakti Eski Cami

Akşam vakti Selimiye


Saraçlar'daki heykel-havuzlardan biri


Kapalı çarşılardan bir görünüm

Edirne'deki ikinci günümüzü merkezdeki camileri gezmeye ayırdık. İlk durak Eski Cami. Adının eski olduğuna bakmayın, oldukça bakımlı, ama gerçekten eski, 1414'ten beri ayakta. Caminin içinde görmeye pek alışık olmadığımız ancak insanı çok etkileyen yazılar 18. ve 20.yy'da ünlü hattatlar tarafından yazılmış. Caminin bir duvarında Kabe'den getirildiğine inanılan bir taş var. Yüzyıllar içinde insanlar bu taşa elini süre süre etrafındaki duvarı aşındırmışlar, çare ise şeffaf bir koruma plakası ile bulunmuş. Eski Cami'yi anlatırken Ara Güler'in caminin dışındaki Allah yazısı önünde çektiği efsanevi fotoğrafını anmadan olmaz, o da burada.
Eski Cami'nin içi

Eski Cami'nin içi

Kabe'den getirilen taş

Dışarıdan Eski Cami

İkinci durak tabii ki Eski Cami'nin karşısına konumlanmış heybetli, Edirne'nin her yerinden, Meriç'in öbür kıyısından, hatta muhtemelen Yunanistan topraklarından bile görünen devasa Selimiye Cami. Önünde koca bir Koca Sinan heykeli. Burası, elbette ki Eski Cami'den bile daha kalabalık. II. Bayezid Külliyesi'nde bulduğum huzuru kalabalıklar içinde Selimiye Cami'nde bulamadığımı söylemek zorundayım. Çok turistik, kalabalık camileri gezmek, bende ulvi hisler aşılamaktan çok mimari/görsel inceleme isteği uyandırıyor sanırım, Edirne'de iki günde dört cami gezince bunu fark ettim. Eski Cami'nin verdiği huşu hissi, Selimiye'ye girince "Sultanahmet'ten daha yüksek kubbeli, ne kadar da büyük! Ne muhteşem!" hissine bıraktı. Her bir köşesine uzun uzun bakıp hapsetmek istedim adeta.

Selimiye, Mimar Sinan'ın kendi deyişiyle "ustalık dönemi eseri". Bir özelliği, asıl kubbenin yarım kubbeler üzerinde yükselmeyip, kendisinin 43m yükseklikte oluşu. İçine girince verdiği "sonsuz büyüklük" hissinin sebebi bu olabilir. Caminin üç şerefeli minarelerinin ana binaya yakın olması, caminin göğe uzanıyormuş gibi görünmesini sağlıyor. Bu caminin de bir bedesteni var, ve çarşının bir yerinden doğrudan caminin avlusuna çıkmak mümkün. Ayrıca, küçük bir müzesi de bulunuyor. Bir rivayete göre, Ayasofya'dan daha ihtişamlı bir eser yaratmak için tasarlanmış. Cami yapılmadan önce, bulunduğu arazide bir lale bahçesi varmış. Bahçenin sahibi araziyi satmak istememiş, sonunda da caminin içine bir lale motifi yapılması şartıyla araziyi vermeye razı olmuş. Mimar Sinan da adamın tersliğini simgelemek için müezzin mahfilinin ayaklarından birinin mermerine ters lale motifi kazımış. Bu lale de yüzyıllar içinde ellenmekten aşınmış, Eski Cami'deki şeffaf tabela burada da imdada koşmuş. Ters lale, Edirne'nin simgelerinden biri olmuş. Öyle ki, şehir merkezinde bir yerde kocaman bir üçlü lale heykeli var; bir tanesinin çiçeği aşağı bakıyor.

 Mimar Sinan, Edirne'nin Gaudi'si sanki. Şehir ona çok şey borçlu.

Sonsuz Selimiye

Selimiye'nin içi

Ters lale motifi

Selimiye'nin içi

Selimiye'nin içi

Edirne tarih ve camiler şehri. Elbette en ünlüsü Selimiye Camii, ama gelmişken Üç Şerefeli Camii'yi görmeden de olmaz. Bu caminin yapım tarihi tam bilinmiyor, ancak 1400'lü yılların ilk yarısında inşa edildiği tahmin ediliyor. Caminin özelliği, klasik Osmanlı mimarisine geçiş niteliği taşıması, Mimar Sinan'ın da esinlendiği cami yapısını teşkil etmesi. Üç Şerefeli Cami'nin hepsi başka türlü tasarlanmış dört minaresi var. Minarelerin en yüksek olanı üç şerefeli, ve her şerefeye ayrı bir çıkış yolu var. Özellikle burgu şeklindeki minare oldukça enteresan.

Üç Şerefeli Cami'nin içi


Üç Şerefeli Cami'nin farklı minareleri

Daha gezecek irili ufaklı çok cami var Edirne'de, ancak soğuğun da etkisiyle biz biraz erken tükendik sanırım. Çok aç olmamamıza rağmen dayanamayıp Ciğerci Bahri Bey'de 24 saati doldurmadan 2. porsiyon ciğerleri götürdük. Edirne'de tarifelerin standart olduğunu da söylemek lazım. En azından şu meşhur ciğercilerde porsiyonlar 10'ar TL, yanında ayran mı, cacık mı, kola mı artık ne alırsanız o da ekleniyor hesaba. Yemekler arasında çok büyük fark yok bence. Yalnız, belki bize denk gelen bir iki husus, Niyazi Usta'da ortam daha hijyenik duruyor, Bahri Bey'de de çalışanlar çok daha güleryüzlü. 

Gezme-görme zincirine Sv.Georgi Bulgar Kilisesi'ni de ekleyip kalan son birkaç saatimizi biraz keyfe ayırdık. Kilise mahalle arasında, kapısında bir zil var, çalınca papaz ya da ailesinden biri gelip kapıyı açıyor ve sizi içeri buyur ediyor. Bizi papazın ilkokul çağındaki oğlu karşıladı, sorularımıza da cevap verdi sağ olsun. Edirne'de okuyormuş, papazın lojmanında yaşıyorlarmış, kilisenin ayinlerine Edirne'de kalan bir avuç azınlık ve onların Bulgaristan'daki akrabaları da katılıyormuş. Kilise çok büyük sayılmaz, ancak bakımlı. 1880 yılında Edirne'de yaşayan Bulgarlara hizmet etmesi için açılmış, sonra Balkan Savaşı vb derken sahipsiz kalmış, mevcut papazın (Aleksandr Çıkırık) babasının çabalarıyla 1940'lara kadar ibadete açık kalmış. Daha sonra uzunca bir süre harabe halindeymiş, 2004'te ise restore edilerek mevcut görünümüne kavuşturulmuş. Şu anda içinde bir küçük odada Bulgar kültürüne ait bir mini müze de var. Bu arada, şimdi internetten tekrar bakarken fark ettim ki, Edirne'de bir de Sinagog varmış, hem de Türkiye'deki en büyük, Avrupa'daki ise 2. büyük sinagog imiş. Biz mi atladık, şehirde çok yönlendirme mi yoktu onu bilemiyorum.


Sv. Georgi Kilisesi


Gezinin son demlerinde şansımıza hava açmıştı, biz de Meriç'i bir kez de güneşli havada görebilmek için yeniden Karaağaç tarafında geçip Meriç kıyısındaki belediye çay bahçesinde biraz oturduk. Güneş batarken Selimiye Cami'nin uzaktan ışıldaması nehir kıyısındaki çıplak ağaç dallarına toplu halde konup kalkan kuşların dansıyla birleşince tadına doyulmaz bir seyirlik oldu bize. Biz otururken pazar günlerini sayfiye alanında ya da nehir kenarındaki güzel kafelerde geçiren Edirneliler de Meriç Köprüsü'nde arabalarıyla kuyruk olmuşlardı. Ucundan da olsa Edirne'nin bu "trafik"ine biz de girdik, eh tahmin edersiniz ki çok uzun sürmedi. "Yola çıkacağız, aç gidilmez" düşüncesiyle bir tur da Edirne'de köfte yiyelim dedik ve merkezde Köfteci Osman'da birer porsiyon (hem de dolu dolu porsiyonlar!) köfte yedik - bunlar da gayet lezzetliydi. 

Günbatımında Meriç




Edirne'yi heyecanlı yapan, tarihi, insanı ve kendi halinde doğal güzelliğinin yanısıra -bence- bir de dibinde "el toprakları" bulundurması. Bu aslında yazarken bile bana hüzün veren bir durum. Ben özellikle şu sıralar komşuluk eden milletlerin çoğunun birbiriyle aslında "bir" olduğunu, zamanında yıllarca, yüzyıllarca bir arada yaşayıp dilinde kelime, ocağında yemek, ailesinde kız, müziğinde ezgi alışverişi yapmış olanın aslında temelde bir yerlerde "bir" olduğunu düşünüyorum. Bulgarları pek bilmem tanımam ama, özellikle Yunanlılarla da işte böyle bir "bir"lik içinde olduğumuza inanıyorum. Durum böyle olunca, sınırı geçip öte tarafta bir musakka yiyemiyor, bir kadeh rakı da orada parlatamıyor olmak kanıma dokunuyor. Ama yine de, Edirne'nin dört köşesinde "Kapıkule (Bulgaristan)" - "Pazarkule (Yunanistan)" yazınca, Bulgaristan sınırı merkeze 20, Yunanistan sınırı 10km olunca, ne bileyim, daha az önce kıyısında çay içtiğimiz Meriç'in aslında sınır olarak kabul edildiğini, Karaağaç'ın sonradan bize bırakıldığını, Karaağaç'ın yakınındaki Bosnaköy'ün sınıra sadece 1,5km uzaklıktaki bir sınır köyü olduğunu düşündükçe çıldıracak gibi, ağlayacak gibi oluyorum. Dünya gerçekten garip bir yer. Belki de insanlar, çok büyük sorunlar dışında en azından komşu ülkelere vizesiz ya da kapıda vize uygulamalarıyla geçebilmeli. Her neyse, biz yine de vizesizliğimiz, hatta vizesizliğimizin verdiği umutsuzlukla yanımıza bile almadığımız pasaportlarımıza rağmen en azından bir sınır kapımızı görelim diye Kapıkule'ye bir değelim istedik. İnce uzun bir yolda, kimi zaman daha karanlıkta, kimi zaman yol kıyısında ufak yerleşim yerleri/iş yerleriyle, ama son düzlükte bolca TIR görerek "sınırdan önce çok çıkış" tabelasını görene kadar ilerledik. Sonra döndük - Edirne - İstanbul oklarıyla. "Türkiye'ye hoş geldiniz"...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)