Bir Balkan Hikayesi

Geç olsun, güç olmasın demişler. Biraz keyfim/ilhamım gelmediğinden, biraz hal durum değişikliğimden toparlayamadığım kafamdan, yine gecikti bu yazının başlangıcı. Bugün 6 Ekim, turdan döneli neredeyse 2 ay oldu, umarım bitişi 2. aydönümünden geç olmaz.

30 Ağustos 2012'deki Dubrovnik - Kotor - Budva seyahatini anlatırken Balkan coğrafyasının farklılığından, güzelliğinden söz etmiştim.  Hoş, bu yazıyı da döndükten 1,5 ay sonra yazabilmişim, neyse. Balkanların devamının geleceği malumdu, oraların övgülerini oradan buradan duyunca işler biraz hızlandı, kader beni bir yıl bile dolmadan yine aynı topraklarla, bu defa daha da uzun uzadıya eski Yugoslavya'nın Slovenya dışında kalan tüm ülkelerle, buluşturdu.

İstanbul'dan sabahın bir vakti çıkıp, sadece 1,5 saatlik bir uçuşla Belgrad'a, Sırpların deyişiyle Beograd - yani beyaz şehre, vardık. Havaalanında yine hiç bilmediğim, çoğunlukla tahmin bile edemediğim bir dil karşıladı bizi, tabii bir de Nikola Tesla'nın havalimanına da verilmiş adı. Belgrad'da sabahın erken saatlerinde şehri turlamaya başladık, önce Kalemegdan (evet doğru tahmin, Kalemeydan) adı verilen şehrin surlarına gittik. Burası Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği noktaya hakim, yüksekte, bol ağaçlı bir yer. Surların tarihi MÖ 4.yy'a dayanıyormuş, elbette tarih boyunca savaşlarla yıkılmış, Belgrad'a hükmeden her devlet tarafından da yeniden yapılmış. 1521 yılında Osmanlı Belgrad'ı alınca, 300 yıldan fazla süren Türk egemenliğinde bugünkü adını almış.
Surlar

Tuna nehri

Viktor / Zafer heykeli (Osmanlı'ya karşı kazanılan zaferlere binaen)


Kalemegdan'ın bazıları Türkçe isimli (Zindan kapısı gibi) birkaç farklı giriş kapısı, şehir surlarında genelde var olan topları, bir de adını yine Türkçe'den alan bir Sahat Kule'si var :)

Kalemegdan sadece turistik bir yer değil, aynı zamanda yerel insanların da zaman geçirdiği, ağaçların altında dinlendiği, konserlerin, festivallerin düzenlendiği bir alan. Surların hemen çıkışındaki geniş ağaçlık alanda soluklanırken gördüğümüz manzaradan da bu çok net belli oluyordu.
Yugoslavya ve Tito'ya ait bir şeyler görmek heyecan verici

Kalemegdan çıkışındaki park

Belgrad'ın bu kısmından kısa bir yürüyüşle Belgrad Üniversitesi'nin rektörlük binası ve birkaç bölümünün bulunduğu Öğrenciler Meydanı (Studentski Trg) le alışveriş ve yeme içme mekanlarıyla ünlü Knez Mihailova Caddesi'ne varmak mümkün. Gündüz gözüyle görmek, güzel yapıları incelemek için fırsat tanıyor. Akşam  elbette daha hareketli. Bu civarda, 1,5 saatte çok özledim diyenler için bir Türk restoranı da var, ancak bir kenti anlamanın en önemli etmenlerinden birinin oralılar gibi yiyip içmek olduğu düşünülürse, uzak durmakta fayda var.




Şehrin değişik bir yanı: elektrikli otobüsler (troleybüs diye kitaplarda geçerdi, görmek kısmetmiş)


Belgrad'da ayakta faal olarak duran Bayraklı Camii var bir de. Osmanlı'dan kalan belli başlı yapıların başında geliyor. Gittiğimizde ramazanın son günleri olması dolayısıyla cami avlusunda Müslüman derneklerinden duyurular da asılıydı. Çok büyük olmasa 16.yy'dan bu yana duran bu cami kısa bir ziyaretle görülebilir. 

Bayraklı Camii'nin içi


Sırbistan'ın para birimi Dinar. 1 € yaklaşık 110 Dinar'a tekabül ediyor. Benzinin litresi de yaklaşık 150 Dinar, yani max 3 TL kadar. Nikola Tesla ülkenin yetiştirdiği en büyük bilim adamlarından, havaalanına adını verdikleri gibi, 100 Dinar'ın üzerinde de resmi var. Bir de buluşlarının uygulamalı olarak anlatıldığı müzesi bulunuyor. Bu ziyarette Tito'nun mezarına gittiğimizden Nikola Tesla müzesine gidemedik, sonraki sefere sebep olur diye umuyorum. Bir de, yine zaman yokluğundan ziyaret edemediğimiz Aziz Sava Kilisesi var. Şehrin büyük çoğunluğu Sırp, dolayısıyla Ortodoks nüfus hakim. Bu kilise de tamamlandığında dünyanın en büyük Ortodoks kilisesi olacakmış.


Yugoslavya'nın, (Yugo, güney demekmiş. Yugoslavya da güneyde yaşayan Slavların yurdu) başkentliğini yapan Belgrad'da Yugoslavya'nın ünlü lideri Josip Broz Tito'nun mezarı var. Burası mezardan mozeleden çok dünya kültür müzesi gibi. Çeşitli ülkelerden Tito'ya sunulan hediyeler, anı eşyaları vb sergileniyor. Kendi halkının Tito'ya yazdığı mektuplar da ne kadar sevilen bir lider olduğunu kanıtlar nitelikte. Bu müze+mozelenin adı da Kuća Cveća, yani Çiçeklerin Evi. Burası Tito'nun sağlığında kış bahçesi olarak Tito'nun yaşadığı yere yakın bir yerde oluşturulmuş. Ölümünde ise Tito, isteği üzerine buraya gömülmüş. Buradaki yabancı ziyaretçilerin birinin üzerinde Gezi direnişinden sonra öne çıkan İstanbul United tişörtü dikkatimi çekti, ancak ne yazık ki fotoğraflayamadım.




Tito'nun el işlemesi portresi. Hafif Nazım'ı andırmıyor mu?


Tito'nun mozolesinin bulunduğu alan

Tito'nun ölümünden sonra bir arada tutulamayan Yugoslavya'nın parçalanmasından sonra Sırplar Hırvatistan, Bosna-Hersek ve Kosova'yı ellerinde tutmak için uzun uğraşlar verip savaştılar. 1999'daki Kosova savaşı sırasında Nato, Belgrad'ı bombalamış. O günlerin anısına, bombalanan radyo televizyon binası ve bazı bakanlıklar, hala o yıkık halleriyle saklanıyor.



Komünizm zamanından kalma toplu konutlar

Belgrad'da Türk etkileri yavaş yavaş hissedilmeye başlıyor. Osmanlı değil, Türk etkisi. Pegasus'un İstanbul'u sarmalayan reklamları tüm Balkanlar'da bu kez farklı dillerde devam ediyor. Türkiye'ye çok turist geliyormuş, Türkiye reklamını da sıkça görmek mümkün. Partizan Stadı'nda Acıbadem hastaneleri reklamı bile vardı, daha ne olsun?

Akşamüstü Tuna üzerinde tekne turuna çıktık. Manzara harika, Kalemegdan'ı nehirden görmek çok güzel, ancak Tuna'nın pisliğine ve kokusuna dayanmak hayli zor. Buna rağmen nehirde yüzenler de yok değil tabii, özellikle Sava nehrine kıyısı olan Ada Ciganlija kumsallarıyla ünlüymüş. Ayrıca nehrin diğer yakasını, Zebun tarafını da karşıdan da olsa görmek mümkün.


 Kalemegdan
Zemun
Belgrad'da akşam önce şehrin bohem tarafına, Skadarlija'ya gittik. Burası, küçük orkestraların masaların başında Sırp şarkıları çaldığı, kalabalık, tatlı bir kapalı yol. Cadde kısa, ancak oturanların aldığı keyif yüzlerinden okunuyor. Burada kısa bir turun ardından Terazije meydanına ve ardından Knez Mihailova'ya çıktık.Belgrad aslında bu kadarla bitecek yer değil, şimdi yazarken daha iyi fark ediyor insan. Bir ziyareti daha kesinlikle hak ediyor. Zira gece hayatının, clublarının methine de her yerde rastlamak mümkün. Yerel yemek sorarsanız, bir Sırp Salatası var (Sopska Salad), bol domatesli ve peynirli, pek güzel. Sadece burada değil, Balkan ülkelerinin çoğunda bulup yenebilecek bir yemek. Balkanların çok da Balkan olmayan, daha Avrupai yanı Belgrad, en az iki tam günü ayırmakla ancak tamamlanacak gibi...
Skadarlija

Turdaki ikinci durak Bosna Hersek. Sabah erkenden kalkıp yollara düştük, karayoluyla sınır geçerek öğleden sonra Saraybosna'ya (kendi dillerinde Sarajevo, Osmanlı'nın Saray Ovası adından kısaltmayla oluşturulmuş) vardık. Saraybosna, Osmanlı'nın kurduğu şehirlerden biri. Müslüman nüfus da fazla olunca, Türkiye'deymiş gibi hissettiriyor. Saraybosna'da Başçarşı'nın girişinde Miljacka nehri bulunuyor. 1. Dünya Savaşı'na sebep gösterilen Avusturya arşidükü Franz Ferdinand'ın bir Sırplı tarafından vurulması, bu nehrin üzerine kurulu Latin Köprüsü'nde gerçekleşmiş.
Miljacka Nehri

Nehrin kıyısında çok önemli birkaç bina var. İlki, Sırp saldırısı sırasında bombalanan ve içinde 2 milyona yakın kitapla birlikte kül olan Saraybosna Kütüphanesi. Kütüphane şehir Osmanlı'nın ardından Avusturya Macaristan hükmüne girdiği dönemde inşa edilmiş, ve içinde ülkenin ulusal arşivini de barındırıyormuş. Kütüphane 1992'de yakılmış, savaştan sonra, Avusturya ve AB'nin finansman desteğiyle restore edilmeye başlanmış. Şimdilik dış cephesi tamamlanmış, 2014 yılında da içinin bitmesi planlanıyor. Savaş anından bir fotoğrafı: Savaşta kütüphane

Restore edilen kütüphane

Nehrin kıyısındaki bir diğer enteresan yapı da Inat Kuca. Söylentiye göre, Avusturya Macaristan yukarıda sözü geçen kütüphanenin şu anki yerini en uygun arazi olarak belirlemiş ancak, orada bir Boşnak'ın evi varmış. Adam uzunca bir süre tüm vaatlere rağmen evini vermemiş, sonunda da nehrin diğer yakasına evinin birebir aynısının yapılması şartıyla araziyi bırakmaya razı olmuş. Şu anda o yeni yapılan ev İnat Kuca, yani İnat Ev adlı bir Boşnak restoranı. 

Kısa bir yürüyüşle buradan Başçarşı'ya ulaştık. Başçarşı, Osmanlı zamanından kalma hanları, kapalı çarşıları, camileri ile bizim eski küçük şehirlerimizi andırıyor. Dilde Türkçe etkisi daha fazla hissediliyor, özellikle Boşnakça harfleri usulünce okuyunca kelimelerin çoğunu anlamak ya da en azından tahmin etmek mümkün. 
 Başçarşı
 Çizmeciluk Sokağı
 Gazi Hüsrev Bey Müzesi

Başçarşı'dan devam edince, bir kırılma noktası var. Caddenin bir yerine gelince artık Osmanlı mimarisi bitiyor, Avusturya mimarisi başlıyor. Sağ tarafta eski Osmanlı'yı, solda orta Avrupalı bir cadde görmek hayli enteresan.



Satranç buralarda oldukça yaygın. Sokaktaki dev takım da yerel halkın birkaç hamle yaptığı, ya da bir oyun tamamladığı bir sosyalleşme noktası.

Bosna çok yakın tarihe kadar savaşla anılan bir memleket. Bu yüzyılın başında Dünya Savaşları, ardından bağımsızlık mücadelesi sırasında 4 sene süren Sırp saldırıları. Binaların çoğunda Bosna savaşından kalma kurşun izleri ve yıkıklar var, ekonomik sebeplerle tamir edilemediğinden duran bu izlerin yanısıra, Başçarşı civarında yerde temsili kan izlerini de görmek mümkün. Burası, pazar yerine atılan bomba sonucu 45 sivilin ölümüyle ve daha da fazlasının yaralanmasıyla sonuçlanan saldırının anısına yapılmış.


Başçarşı ile başlayıp Avusturya mimarisi ile biten kapalı yolun çıkışında 2. Dünya Savaşı sonrasında Yugoslava'nın bağımsızlığını kazanmasının anısına dikilmiş Ateş Anıtı bulunuyor. 1945'te yapılan bu anıt, bağımsızlığın Boşnak, Sırp, Hırvat bir arada kazanıldığını anlatıyor ve bu ateş -yazıktır ki bu halkların birbirini kırdığı 91-94 yılları dışında- o günden beri hep yanar halde.


Başçarşı'nın simgelerinden biri de Sebil denen Osmanlı çeşmesi. 


Başçarşı'da bolca Boşnak kahvesi, Boşnak böreği, Boşnak köftesi (Cevap Cici) bulmak mümkün. Biz köfte hakkımızı Mostar'a saklayıp burada börek - kahve için bir börekçiye oturduk. Şansımıza börekler o kadar da inanılmaz değildi, ancak özel bir şekerle kıtlama içtikleri kahve güzeldi. Burada para birimi Konvertible Mark (KM), 1€ yaklaşık 2KM.
 
Eski şehirden otele doğru giderken şehrin modern tarafından geçiyoruz. Burada da savaş sırasında tahrip olan binalar sıralanıyor. İronik olan, hemen diplerinde yepyeni binaların da dikilmiş olması.




Üçüncü günün sabahında, Mostar'a geçmeden önce buranın görülmezse olmazlarından Savaş Tüneli'ne gittik. Savaş Tüneli, Bosna savaşı sırasında havaalanına getirilen uluslarası yardımların ve silah desteğinin Bosna halkına ulaştırılması için kazılmış 1,6m yüksekliğinde 800m uzunluğunda bir tünel. Bu tüneli halk ve asker birlikte, gizlice kazıyor, zira bu olmazsa, şehri saran dağlara konuşlanan Sırplar, şehre yardım ve silah taşıyan herkesi bir bir vurduğunu düşünürsek, şehrin ayakta kalması imkansızmış. Tünele eşya taşımayı kolaylaştırması için bir de ray ve ufak vagonlar yerleştirilmiş. Kolar ailesi'nin evinin bahçesinden açılan bu tünel yüzünden evin Sırpların hedefi olduğunu söylemeye gerek bile yok, duvarlardaki izler bunu açıkça anlatıyor. İçeri girince tünelin 3-4m'lik kısmına girebiliyor, küçük müzeyi gezip savaşa dair 30dk'lk videoyu izleyebiliyorsunuz. Meyve ağaçlarının dalları doluysa birkaç erik toplamak da cabası.


Saraybosna'dan sonra Mostar'a doğru yola çıktık. Neretva Nehri'ndn geçerek Bosna Hersek'in Hersek tarafındaki Mostar'a ulaştık. Bu kısımda akdeniz iklimi hüküm sürüyor, Saraybosna'nın bulunduğu Bosna tarafında ise iklim daha sert. Yol boyunca bu değişikliği gözlemek mümkün, etraf giderek yeşilleniyor. Balkanlar yolculuğunda karayolu ile ülkeler, şehirler geçerken etraf o kadar güzel ki, insan hiç sıkıntılanmıyor. Yollar her daim yemyeşil, bakımlı köyler, deniz veya akarsularla dolu arazilerden geçiyor.

Mostar, Boşnakların ve Hırvatların yaşadığı çok güzel bir kent. Bosna Hersek'in ikinci önemli kenti. Bosna savaşı sırasında Saraybosna'da Sırp'larla savaş sürerken burada da Hırvatlarla çarpışmalar olmuş. Tarihi Mostar köprüsü de bu çarpışmalar sırasında Hırvatlar tarafından yıkılmış. Şehirde iki halk şimdilik barış içinde yaşıyor görünse de çekişmeleri ve ayrılıkları tam bitmiş sayılmaz. Hırvatların şehrin en görünür tepesine diktikleri kocaman haç, "burası Hristiyan şehridir" sinyali vermeye çalışsa da, Boşnaklar "hilal her gece gökyüzünde" diyerek ince bir espriyle karşılıyor. İki halk şehrin ayrı bölgelerinde (Müslümanlar doğusunda, Hristiyanlar batısında) yoğunlaşmış olarak yaşıyor.

Mostar Köprüsü, Neretva Nehri üzerinde Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından 1566 yılında inşa edilmiş. Köprüde at arabalarının rahat geçmesi için tekerlek çapınca aralık bırakılarak yükseltiler yapılmış. Bu basamakların sayısı ise Allah'ın 99 adından ötürü 99. Köprü yeniden yapılınca basamak sayısı 93 olmuş deniyor. yine bir rivayete göre, Mimar Hayreddin köprünün destekleri kaldırılınca yıkılmayacağına pek güvenemediğinden köprü yapılır yapılmaz Mostar'ı terk etmiş ve idam edileceği korkusuyla kendi mezarını kazmaya başlamış. Ancak köprü Hırvat saldırısına kadar 450 sene ayakta kalmış. 

Mostar Köprüsü'nde para karşılığı atlama yapan insanlar var. Bunun da hikayesi aslında başka: nişanlı erkekler, sevgilerinin bir ispatı olarak bu 24m yükseklikteki köprüden atlarlarmış. Şimdi hala böyle bir amaçla atlanıyor mu bilmiyorum ama turistler için güzel bir gösteri olduğu kesin. Yeniden yapılmasının ardından Mostar köprüsü ve Mostar, UNESCO dünya mirasları arasına alınmış. 

Mostar Köprüsü'nden Mostar

 Mostar Köprüsü'nden Mostar
 Mostar Köprüsü
 Köprünün taşları ve yükseltileri

  Boşnak kahve seti - Kahve cezve içinde servis ediliyor

Mostar'ın çarşısı da, pazarı da, manzarası da pek güzel. Hele bir de iş yemeğe geldi mi... Yanlış hatırlamıyorsam Sadrvan Restoran'da yedik. Buralarda servis genel olarak biraz ağır, o yüzden yemek için biraz uzun zaman bırakmak gerekiyor. Burası neyse ki şahane köfteleri ve dolmalarıyla bu yanını affettirebildi. Balkanların tam anlamıyla et memleketi olduğunu da söylemek lazım. Hayatımda yemediğim kadar güzel ve çok eti ben bu tatilde yedim. Bir de Bosna'nın özellikle kahvaltıda tüketilen ancak birayla da iyi giden isli kurutulmuş etleri (suho meso) var ki, muhteşem. Marketlerin çoğunda bulabiliyorsunuz, ancak dikkat, Bosna'dan sonra diğer ülkelerde Bosna yapımı olana denk gelmedim, dolayısıyla aynı lezzette midir bilemiyorum.
 Boşnak köftesi Cevabi
Soğan dolması, kuzu eti, sarma


Bunca savaş görmüş topraklarda mezarlık sayısının fazlalığı hiç şaşılmaması gereken bir durum. Peki o mezarların başında hep taze çiçekler durması, düzeni ve temizliği? Sadece halkın genel temiz tertipli olmasından mı, acının tazeliğinden mi, her ikisi de mi?

Mostar'dan sonraki durak Adriyatik'in incisi Dubrovnik. Oraya varmaya çalışırken son Osmanlı köyü denen Poçitel'de mola verdik ve son kez Boşnak kahvesi içtik. Ha bir de, kivi ağacı gördük : ) Bosna'dan Hırvatistan'a geçmekse sandığımızdan daha zor oldu. Meğer Bosna'dan çıkıp Hırvatistan'a girdikten bir süre sonra, yine Bosna'ya ait olan bir bölgeden geçmek için bir kez daha sınır geçmek gerekiyormuş. Bunu aşmak için denizden bir köprü yapılacağını öğrendik.



Dubrovnik'e akşam saatlerinde vardık. Otelde kısa zaman geçirip hemen kendimizi dışarı attık. Bir önceki gelişimde Muhteşem Yüzyıl görmüştüm, bu sefer televizyonda Hırvatça altyazıyla Adını Feriha Koydum oynuyordu. Dubrovnik'te çok değişiklik yok, yine canlı, yine aynı dükkanlar ve restoranlar açık, yine çok güzel. Bu defa oraya gelmişken oraya özgü bir yemek olsun diye siyah risotto yedik. Dubrovnik'le ilgili bilmediğim iki şey: eski adı Raguşa "kaya şehir" demekmiş; Dubrovnik ise "meşelik" anlamına geliyormuş.
 Hırvat birası Ozujsko
Deniz ürünlü siyah risotto

Bu gezinin en kötü tarafı, Dubrovnik'te fazla zaman geçiremememiz oldu. Oysa deniz yine çok güzel görünüyordu, ancak bu defa yüzemedik. Ertesi sabah da kısa bir gündüz turunun artından Kotor'a doğru yola koyulduk. Kotor - Budva ve Bar - denize girmek için sadece Bar'da zaman vardı ancak yine aynı Adriyatik olmasına rağmen Dubrovnik kadar güzel değildi. Ancak itiraf etmek gerekirse, geçen sene gittiğimde hiç sevmediğim Budva bu sefer nedense gözüme o kadar da kötü gelmedi. Bar ise gayet güzel bir yermiş, tıpkı bizim tatil beldeleri gibi, özellikle akşam gezintilerinde sokaklara taşan canlı müzik yapan cafe-barları çok hoşumuza gitti. Bar'dan birkaç manzara:





Buraya iki kısa anekdot da ekleyeyim. Geçen seneki yazıda bahsetmiş miydim bilmiyorum, Kotor ve Dubrovnik'te dikkat çekici iki söz yazılı. Kotor eski şehrin girişinde "Bizim olmayanı istemeyiz, bizim olanı vermeyiz"; Dubrovnik'te bir bina girişinde ise "Ben bir şeyi tartarken Tanrı da beni tartar" manasında sözler yazılı. Ben de buraya yazmış olayım, okundukça anımsansın. Bir de bu ülkelerde sıkça kullanılan Dobro sözcüğü var; güzel, tamam anlamında. Dobro dosli ise hoş geldiniz demek.

Bar'dan sonra Arnavutluk üzerinden Makedonya'ya doğru yola koyulduk. Arnavutluk, gördüğümüz Balkan ülkeleri arasında en geri kalmış olanı. Burada gördüğümüz tek kent Tiran oldu. Bir Türk'ün işlettiği restoranda yemek yiyip Tiran'ın meydanını kısaca gördükten sonra Makedonya'ya devam ettik. Tiran'dan yansıyan birkaç kare de şu şekilde, en etkileyici olanını da en sonra sakladım : )

Arnavutların 1000 yıl kadar kendi ülkeleri olmamış, ancak bölgenin dağlık olması sebebiyle dağların arasında kültürlerini korumayı başarmışlar. Nitekim şu anda da en homojen Balkan ülkesi, nüfusun %95'i Arnavutlardan oluşuyor, %30'u ise Müslüman. Yugoslavya'ya katılmamışlar, o zamanki liderleri Enver Hoca önderliğinde Rusya'ya daha yakın bir komünist rejimle yaşamışlar. Enver Hoca rejiminin kuralları Tito Yugoslavya'sından çok daha katıymış. Şehirde görülen rengarenk binalar, bu dönemin baskıcı tutumuna tepki olarak doğmuş. Tito'nun Belgrad'daki mezarına karşılık Enver Hoca için yapılmak istenen mozolenin kabul görmemesi de, halkın liderini sevip benimsemediği, korku ilişkisi içinde olduğunun bir göstergesi. Enver Hoca döneminde yapılmış fabrikalar ise şimdi kullanılmıyor, çürümeye terk edilmiş.

Tiran'da görülecek ne varsa neredeyse hepsi İskender Bey meydanı'nda. Enver Hoca döneminde müze olarak kullanılan Ethem Bey camisi, birkaç müze ve üniversite binaları göze çarpıyor, ancak içlerine girecek kadar vaktimiz olmadı. Para birimleri lek, 1€ 140 lek'e karşılık geliyor. Tiran'ın dışında herhangi bir Arnavutluk kentinde durmadan, Elbasan'dan geçerek Makedonya'ya vardık. Zaten Elbasan tava da Türkiye'de daha lezzetliymiş, gidenlerden öyle duyduk.

Tektipliğe tepki olarak rengarenk boyanmış binalar
 Milli kahramanları İskender Bey
 Müze binası

Gerçekten de öyle!

Arnavutluk'tan Makedonya'ya ilerlerken marketlerdeki Türk etkisi giderek artmaya başladı. Yolda mola verdiğimiz bir markete Bifa sponsor olmuş, daha ne demeli?

Avea'nın yeni logosunu Google Wallet'tan "çaldığı" tartışmalarının alevlendiği günlerde burada Eagle'ın Google chrome çakması amblemi de dikkat çekici

Herhalde gittiğimiz son ülke olduğundan, bana gezinin en tatlı yeri gelen Makedonya'ya, kelime anlamı ile "yüksek ülke"ye ulaştık sonunda. Tabii aradan zaman geçti ve yazarken daha objektif bakıyorum, ama gerçekten de gezecek en çok yer sanki Makedonya'daydı, biz de 2,5 gün geçirdik. İlk durak Struga. Ohrid gölünün normalin tersine  nehre dökülmeyip Kara Drim nehrini doğurduğu yer burası. Ohrid gölü ve kenti de UNESCO dünya mirası listesinde. Struga küçük, bir o kadar şirin bir turistik kent. Buranın yerli çocukları, nehrin doğduğu, suların deli gibi hızlı aktığı noktaya atlayışlar yapıyor, bir yandan da bizimle Türkçe konuşuyor. Makedonya, halkın önemli bir kısmının az çok Türkçe bildiği tek ülke. Para birimi Denar, 1€ yaklaşık 60 Denar ediyor. Dilleri Sırpça ve Hırvatçaya benzer olsa da biraz Bulgarca da karışmış. Yer yer Türkçe kelimeler de kullanıyorlar.

 Karadrim nehri

 Ölüm ilanları ağaçlara asılıyor, cenaze halka bu şekilde haber veriliyor



Şairler Parkı

Ohrid Gölü'ne nazır otele yerleştikten sonra o akşam yemeğini dışarda yedik. Burada üzüm rakısı meşhurmuş, çok az miktarda içilen, su katılmayan, viskiye benzer tadı olan sert bir içki. Buralıların sözüne göre, üçüncüden sonra sofraya şeytan da otururmuş, o kadar sert. O yüzden de likör bardaklarında, az ikram ediliyor.

Sabah erken uyanıp Ohrid Gölü'nde yüzdük. Göl, Balkanların en eski ve en derin gölü. Kıyısında  Makedonya'nın Struga, Ohrid ve Arnavutluk'un Pogradec şehirleri kurulmuş. Gölün 70%'i Makedonya sınırlarında. Turistik açıdan en yoğun ve görülesi olan kent Ohrid ve Struga. Tatlı ve durgun su olmasına karşın, Drim nehrinin Ohrid gölünden doğması sebebiyle göl kendini temizleyebiliyor - öyle ki direkt içilebileceğini bile söyleyenler gördük :) Bir de Ohrid gölünü besleyen, 200m daha yüksekte olan Prespa nehri var. Su gerçekten tertemizdi. Yüzmenin ardından Manastır'a doğru yola koyulduk. Yol üstünde önce Resne'ye uğradık. Resne küçük bir kent, ancak Resneli Niyazi Bey ile meşhur. Resneli Niyazi Bey'in yaptırdığı, ancak mevcutta çok iç açıcı durumda olmayan ve günümüzde kültür evi olarak kullanılan sarayı ve sarayın alt katında var ise sergiyi gezmek mümkün. Niyazi Bey, 2. Meşrutiyet'in ilanında önemli rol oynamış bir İttihat Terakkici. Yaptırdığı sarayda oturamadan, İttihat Terakki'nin kendisine gönderdiği koruması tarafından öldürülmüş. Bu şaibeli ölümün ardından "Ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi" sözü dilimize geçmiş. Kendisinin bize bir armağanı daha var, o da "geyik muhabbeti" tabiri. Niyazi Bey'in yanından hiç ayırmadığı, her gittiği yere, devlet dairelerine bile beraberinde götürdüğü bir geyiği varmış. Gazetelerde her gün Niyazi Bey ve geyiği ile ilgili yazılar, yorumlar, resimler çıkarmış. Bundan sıkılanlar "Yetti artık bu geyik muhabbeti" demeye başlamış, o günden beri de gereksiz konuşmalar geyik muhabbeti olarak adlandırılır olmuş. 

                                       
Resneli Niyazi Bey sarayındaki sergi - Kiril alfabesi o kadar zor değil aslında!

Makedonya'daki ikinci ana durak Manastır, Türklerin yoğun yaşadığı, Manastır Askeri İdadisi olsun, Manastır'ın Ortasında türküsü olsun hepimizin çok yakından bildiği, duyduğu bir kent. Bir o kadar da güzel... Makedonya'da Türkçe bilen çok kişi var, en azından temel konularda anlaşmak çok mümkün. Şanslıysanız, daha iyi bilenlerle daha uzun sohbet de edebilirsiniz.

Manastır'ın şu anda kullanılan adı Bitola. Onun da anlamı Manastır imiş. Meydanda o türkülere konu olan, ama şimdilerde kuruyan havuz var. Bir tane de cami, ve Osmanlı'dan kalan, sonradan tepesine bir hac dikilen bir saat kulesi. Musfata Kemal burada okurken sevdiği bir kız varmış, Eleni Karinte, onun yaşadığı ev çarşının tam göbeğinde. Makedonlar, yeni bağımsızlıklarını kazandıkları için halka "ulus" bilinci aşılamak amacıyla meydanlarına ulusal kahramanlarının heykelleriyle donatmaya başlamışlar. Bu kahramanların en önemlisi ise Büyük İskender. İskender'in Yunanlı mı, Makedon mu olduğu uzun yıllardır iki ülke arasında mesele haline gelmiş. Bunun da temeli, antik Makedonya bölgesinin bugün Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan'ın sınırlarına bölünmüş olması. Hatta, her ne kadar havaalanının adı olabildiyse de, başkent Üsküp'te dikilen dev İskender heykelinin adı bu gerginlik yüzünden İskender konamamış.  
 Manastır meydan
Manastır İskender heykeli

Manastır'da saat kulesi

Eleni'nin evi

Manastır'ın güzel balkonları

Çarşıyı boydan boya geçince, Askeri İdadi'ye varılıyor. Burası artık tamamen müze olmuş. Bir kısmı Makedon tarihi müzesi, bir kısmı da Türkiye'nin desteğiyle Atatürk müzesine çevrilmiş. İçeride Atatürk'ün eşyaları, sözleri, fotoğrafları ve hayat hikayesini anlatan, Rutkay Aziz'in seslendirdiği kısa bir video gösterimi var. Bir de hatıra defteri. Duvarda da Eleni'nin Kemal'ine yazdığı mektup...







Manastır'ın çarşısında gezerken, ne kadar dillerinde Türkçe'den kalmış ne kadar çok kelime olduğunu bir kez daha fark etmek mümkün. 

Makedonya'nın neşeli bayrağı

Manastır'ın ardından Ohrid'e geçtik. Ohrid'in alabalığı meşhur dediler, ilk iş öğle yemeğinde balık yedik. Balık bence çok farklı ve güzel değildi, ancak köftesi çok leziz. Zaten bu topraklar kırmızı etin bol, lezzetli ve ucuz olduğu yerler, ömrümde yemeğim eti yedirdi bana bir haftada. Bir de yanında sopska salatası!

Barkoda bittim :)





Ohrid, gölün kenarında olduğundan bölge halkının yaz tatiline geldiği çok önemli bir şehir. Tarihi olarak da bir o kadar önemli, Kiril alfabesi 9-10.yy'da Ohrid'de doğmuş. St.Kiril ve St.Methodius'un bulduğu alfabeyi bu iki azizin iki öğrencisi, St.Naum ve St.Clement yaymış. Bu sırada aynı zamanda misyoner gibi Hristiyanlığın da yayılmasında rol oynamışlar. Kiril alfabesinin bulunmasının, bölge dil ve kültürünün korunmasında etkili olduğu söyleniyor, zira Yunan alfabesinde bulunmayan ancak Slav dillerinde kullanılan seslileri bu şekilde yazıya dökebilmişler. 

St. Clement ve elinde Ohrid maketi


Bu heykellerin bulunduğu Çınar Meydanı'ndan biraz yukarı yürüyüp eski şehre girince, bir anda bizde de sıkça bulunan cumbalı evlerin sıralandığı dar sokaklara çıkılıyor. Aralardan görünen güzel göl manzarası, pek çok pansiyon, kafe ve kilise bulmak mümkün. Ohrid'de 365 tane kilise olduğu, her güne bir kilise düştüğü söylenirmiş.



Ayasofya Kilisesi, Osmanlı zamanında cami olarak kullanılmış

 Yeni ortaya çıkarılan antik tiyatronun bir kısmı sonradan tamamlanmış; şimdi konserlere ev sahipliği yapıyor


Eski şehir bitiminde meyve ağaçlarının arasından yürüyerek tekrar göl kıyısına varılıyor. Oradan 1-2 erik koparıp yemek de haktır herhalde : )

Hava o kadar sıcaktı ki, mayolar yanımızda olsa göle bir de Ohrid merkezinden girecektik. Ancak ne yazık ki yüzemedik, biz de Çınar Meydanı'nın yakınındaki ufak teknelerle yarı Türkçe yarı İngilizce pazarlığa tutuşup bir saatlik göl turu yapmakta bulduk. Kaptan zamanında Türkiye'de şoförlük yapmış, polislere sigara karşılığı nasıl iş hallettirdiğini, kendini affettirdiğini zar zor anlatıp bizi güldürdü.

 Gölden Ohrid manzaraları

Gün batımından sonra şehir daha da kalabalıklaşıyor. Tıpkı bizim tatil beldelerimizde olduğu gibi insanlar göl kıyısından şehir merkezine toplanıyor. Çınar Meydanı'ndan yukarı çıkan kapalı yol çarşısı hınca hınç, sahil dolu, eski şehir dolu... Ohrid Gölü'nden çıkarılan Ohrid incilerini bu kapalı yoldaki takı dükkanlarından bulmak mümkün, yeri gelmişken onu da söyleyeyim.

 Ohrid'in akşamı da pek güzel


Akşam yemeğini sahil kenarında müzikli bir restoranda yedik. Müzisyenler hem çok iyi çalıyor, hem de şarkıların bir kısmı ortak olduğundan çok keyif veriyor. Ayrıca, Türkçe şarkılar da söylüyorlar, mesela Osman Aga pek meşhur. Müzisyenlerin sürekli ayakta çalması da başka bir konu.
Burek - bu da pek leziz

Makedon köftesi


Bu tatlı da süperdi!

Bakınız, Migros bile var:)

Ohrid'den sonra son durak, Üsküp. Yol üstündeki Tetova'ya (Kalkandelen) da Alaca Cami'yi görmek için uğradık. Tetova Makedonya'nın 3. büyük kenti, bizim küçük şehirlerimize eş. Ancak Alaca Cami gerçekten görülmeye değer; alışık olmadığımız türde bir cami. Tetova'lı iki kız kardeş, Hurşide ve Mensure tarafından 1438'de yaptırılmış. Kız kardeşlerin mezarı da caminin yanındaki türbede.




Tetova'dan sonra başkent Üsküp'e vardık. Şehirde ilk gördüğümüz yer, Vardar Nehri'nin doğusunda kalan eski Osmanlı çarşısı. Burada birçok dükkan var, hediyelik eşyalar, berber, terzi, ayakkabıcı, restoranlar... Antikacısında 2. Dünya Savaşı'nda atılmış kartpostallar, savaşta kullanılmış ya da Yugoslav ordusuna ait miğferler, Yugoslav paraları, porselen ev eşyaları gibi enteresan eşyalar bulmak mümkün. Türkçe? Elbette biliyorlar!
Eski Türk Çarşısı


Eski Çarşı'da güzel bir öğle yemeği yedik. Buraların meşhur lezzeti güveçte kuru fasülye, "Dafçe grafçe". Bir de köfte tabii. Balkanlarda kırmızı etten ne bulunursa yenmeli, hepsi çok leziz. Hem buralarda ayran bile biliyorlar. Yemek yerken yan masada Türkçe bilen bir polis memuru ve Almanya'da çalışan, Eski Çarşı'da da bir pizzacısı olan bir arkadaşı vardı, onlarla çat pat anlaşarak sohbet edip kahvelerini içtik. Makedonya, Arnavutluk gibi ülkelerde halk fakir olduğundan tıpkı bizdeki gibi diğer Avrupa ülkelerine gidip çalışmak, para kazanıp kendi ülkelerinde ev yaptırmak, gurbetten aldıkları arabalarla gezmek prestij meselesi, ve aslında iyi bir hayat için biraz zorunluluk.

Eski Çarşı'da öğle yemeği

 Eski Çarşı'ya çok yakın, küçük ve çok değişik bir kilise var: Aziz Spas Kilisesi (St Spas Church). Kilisenin duvarları, kutsal kitaplardaki olayların oyularak betimlendiği ceviz plakalarla kaplı. İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan birkaç internet kaynağından iç kısmı görmek mümkün. Ayrıca tavanda, Tanrı ve İsa resmedilmiş. Tanrı'nın resmini ben ilk kez burada gördüm, başka bir kilisede de var mıdır, çok emin değilim.

Makedonlar "ulus" bilincini oluşturmak için kentlerini güncellemeye, güzelleştirmeye ve halk kahramanlarını ön plana çıkarmaya başlamışlar dedim ya; Üsküp bunun net olarak görülebileceği yer aslında. Meydanda devasa heykellerle İskender'in ailesi, doğumu ve kahramanlıkları anlatılıyor. Şehir merkezine çok geniş meydanlar, devasa heykeller yapmışlar; bütün binaları muntazam hale getirmişler. Şehrin sembolü Taş Köprü, Osmanlı'dan kalma. Vardar Nehri'nin ikiye böldüğü kenti bağlıyor. Eski Çarşı'nın olduğu kısımda Türk ve Arnavutlar, yeni şehir tarafında ise daha çok Makedonlar yaşıyor. Vardar'ın kıyısı ve meydanlar hala biraz inşaat halinde; Üsküp güzel müzikleri, yemekleri, ucuzluğu, güzelliğiyle birkaç yıl sonra tekrar görülmeyi hak ediyor.





1965'teki büyük depremi unutturmuyorlar
 Depremde hasar gören tren istasyonunu da ibret olsun diye onarmamışlar





 Üsküp'ün gecesi ışıl ışıl

 Piyanodaki çiçeklere dikkat!

Gezi direnişinden ilham alan, şehir merkezindeki çok eski çınarların sökülmesini protesto eden gençler!



 Antikacıdan birkaç görünüm


Balkanlar'da bir hafta gezmek, başka dünyalara tanıklık demek. Hem yakın tarihi, hem Osmanlı'yı, hem bugünü bir arada hissetmek demek. En güzel yemeklerden yemek, rahatça gezebilmek, dillerinde bizden kelimeler keşfetmek, insanların sıcaklığından mutlu olmak demek. Farklılık olsun, dünyaya biraz daha farklı bakayım diyen, köklerini tanımak isteyen herkesin gitmesi bilmesi lazım. Özellikle Sırbistan, Bosna Hersek ve Makedonya, bir kez daha gidilmeyi hak eden güzellikte. En kısa zamanda, yeni gözlerle...

Not: Yine işten güçten ve yeni diyarlardan uzatmışım işi, 2. aydönümünü geçmiş çoktan... Olsun, yeni ve tam nice hikayelere!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)