Başka Memleketler

Son zamanlarda herkes bir şeyler anlatıyor Dubrovnik hakkında. Kimisi beğendiğini söylüyor, kimisi hiçbir şey yok diyor. İtiraf etmek gerekirse, Dubrovnik'i öncelikle vizesiz gidilebildiği ve 2013 Temmuz'unda vizeye tabi olma ihtimali yüksek olduğu; bir de 4 günlük bir tatil için yakınlığı ve kompaktlığı için uygun bulduğumuzdan görmek istedik. Fazla bir araştırma yapmadan, beklenti yaratmayıp ne bulacağımızı bilmeden,  öylesine, olduğu gibi kabullenmek üzere yola çıktık. Ama burası da bir başka çıktı...


Yaklaşık 80dk'lık bir uçuşun ardından ETS turun charter uçağı Dubrovnik için inişe geçtiğinde, denizin üstünde irili ufaklı birçok ada belirdi birden. İtalya'nın tam karşı (doğu) kıyısında kalan Hırvatistan'ın toplamda 3300 kilometre karelik alana sahip binden fazla adası olduğu biliniyor. Ara ara sadece bir grup kaya gibi duran kara parçalarını uçaktan görmek oldukça ilginç.



Artık yere inmeye hazırlanırken, şehir ve Adriyatik denizi iyice belirmeye başlıyor, sonra uçağın tekerlekleri yere dokunduğunda bir anda solda, uçağın dibinde bir dağ beliriyor. Her nasıl bir yerse burası, havaalanı hem denizin dibinde, hem de pistin yanı başında bir dağ yükseliyor.



Havaalanı oldukça küçük, bilenler için anlamlı olacaktır, Antalya Havalimanı İç Hatlar'ın eski hali, ya da Adana Havaalanı kadar. Pasaport kontrolü sorunsuz geçiyor, herhangi bir giriş damgası yemeden valiz almaya gidiyoruz. Valizler için de sadece iki bant mevcut. Valizleri aldıktan sonra otobüslere dağılıp havaalanından Dubrovnik merkezine doğru yola çıkıyoruz. Bu noktada otobüsün sol tarafında (şoför arkasında) oturanların şanslı olduğunu söylemek gerek, zira deniz -ve dolayısıyla yerleşim- solda kalıyor, sağ taraf tamamen dağlarla kaplı. Havaalanından şehir merkezine kadar olan yaklaşık 20dk'lık yolculuk boyunca dağın etekleri boyunca denize doğru inen yolda çevre yerleşimleri yukardan izlemek oldukça eğlenceli.

Yugoslav savaşı sırasında bombalanan ve tamir edilmeyen bir otel


Dubrovnik eski şehir - Old Town

Eski şehre varmak için önce yeni limandan geçmek gerekiyor. Yeni limanda cruise gemileri demirlemiş, Yunan adaları gezisinde öğrendiğimiz üzere, bu "şehir merkezi gündüz çok kalabalık olacak" demek. 


Limanın hemen ardından, eski şehre inebilmek için bir köprüyü pas geçiyoruz. Rehber, 518m'lik Tudjman köprüsünün üstünden geçerek Mostar tarafına gidilebileceğini söylüyor. Biz bu gezide Bosna-Hersek'e geçmediğimiz için köprüyü sadece karşıdan görmekle yetiniyoruz. Köprünün yapımına 1989'da başlanmış, ancak Hırvatistan Bağımsızlık Savaşı sırasında inşaasına ara verilmiş. Adının önceleri Dubrovnik Köprüsü olması düşünülürken, 2002'de kullanıma açıldığında Hırvatların ilk başkanı olan Tudjman'ın adı konmaya karar verilmiş.



Sonunda uzaktan gördüğümüz eski şehre varıp otobüsten iniyoruz. Bizi ilk karşılayan, aslında daha sonra devamını oldukça sık göreceğimiz bir çeşme. Hava hafif puslu gibi olmasına karşın aslında oldukça sıcak, ancak fazla nemli değil. Dubrovnik'te çeşmelerin suyu içilebiliyor, ancak eski şehirdeki tarihi çeşmeler genel olarak eğilip içmeye müsait olmadığından bir şişe ile dolaşıp onu çeşmelerden doldurmakta fayda var. Çeşmenin hemen arkasından denize doğru ilerleyince karşıda Lovrijenac Kalesi görünüyor. Bu kalenin üstünde NON BENE PRO TOTO LIBERTAS VENDITUR AURO yazılıymış, yani "Özgürlük dünyanın bütün altınlarına bile satılamaz". Kalenin girişinin üstünde ise şehrin sahibi sayılan ve şehri koruyan kişinin, patron aziz St.Blaise'nin bir heykeli var. St.Blaise'nin doğum yerinin Sivas olduğu ve Türkçe adının Aziz Vlas olduğunu öğreniyoruz. Bu heykeli Eski Şehrin içinde 1-2 yerde daha gördük. Bence heykelin en önemli ve özgün tarafı, şehrin sahibinin Dubrovnik eski şehrinin bir maketini elinde taşıyor olması.



Eski şehre girmek için iki ana kapı var; Pile ve Ploce. Asıl işlek olanı Stradun'a açılan Pile. Eskiden her iki kapı da geceleri kapatılıyor ve şehre girişler yasaklanıyormuş. Şimdi ise sadece akşamları belli bir saat aralığında Pile'nin girişinde şekil olsun diye iki muhafız dikiliyor; ancak şehre girişler hala portatif, kapının taş duvarlarına zincirlerle bağlı tahta bir yoldan yapılıyor.

Pile'nin önü gecenin geç saatlerine kadar hep çok kalabalık

Pile muhafızları ve ahşap geçit

Pile'nin açıldığı yer Stradun. Eski şehrin ana caddesi. Cadde dediğime bakmayın, elbette eski şehrin içine araç girişi yasak, ve elbette cadde dedikleri Santorini'nin Oia ya da Fira köylerindeki "cadde"lerin iki katı büyüklüğünde. Bu ana caddeyi çok sayıda isimsiz sokak kesiyor. Şehir inanılmaz düzgün tasarlanmış ve inşa edilmiş. Aslında Stradun'un iki tarafı yaklaşık 3 katla yükseliyor, yani Stradun'u dik kesen sokakları da merdivenlerle çıkılarak enine kesen ikişer sokak daha var. Burada ilk olarak sağda Onofrio'nun 16-gen Büyük Çeşmesi görülüyor. Çeşmenin her musluğunda farklı bir baş motifi var.




Stradun'un başında, hemen solunuzda dünyanın 3. eczanesinin de içinde bulunduğu bir manastır var. Eczaneye girip baktık, elbette şimdilikileri andırır şekilde düzenlenmiş. Kendi yapımları olan birtakım kremler satılıyordu, ancak modern ilaçları da bulmak mümkün.

Stradun boyunca birçok kilise ve tarihi yapı bulunuyor. Ahtapot kollarından yapılmış analog saatin üstünde çan, altında ise saati Roma rakamı, dakikayı ise normal rakamlarla gösteren bir "dijitalimsi" saat var. Bu "dijital" saatin dakikası beş dakikada bir değişiyor, yani sadece 5'in katları olan dakikaları gösteriyor (10:05 ile 10:09 arası daima beş yani).



Saat kulesinin çaprazında St.Blaise Kilisesi bulunuyor. St.Blaise'nin Sivas doğumlu olduğununa inanıldığın söylemiştik değil mi? Bu kilisenin akşam görüntüsü, aydınlaıtılmış vitrayları ile gündüzden çok daha güzel bu arada. Akşam buradan geçecek olursanız önündeki merdivenlerde pek çok kişinin oturup dinlendiğini, birasını içip dondurma yediğini ve bu esnada hemen dibindeki kafede -çok da güzel- çalan iki genci dinlediğini göreceksiniz. Bu güruha kısa süreli de olsa mutlaka katılın, kim bilir, belki siz de bizim gibi "Behind Blue Eyes" dinleme şansı yakalarsınız.

St.Blaise Kilisesi - Barok stili

St.Blaise gece görüntüsü

St.Blaise'in içi


Saat kulesinin civarında Sponza Sarayı, Rektör'ün Sarayı gibi birkaç önemli yapı daha mevcut. Tüm bunların içini gezmek biraz vakit alıyor ve tümü gezmeye gerçekten değer mi emin değilim. Biz sadece St.Blaise'e ve Francis Manastırı'na girdik. Rektör'ün Sarayı'na vakit ayıramadık, oysa oldukça niyetlenmiştik. Şehrin kapılarının anahtarları orada saklanıyormuş.

 Sponza Sarayı - Gotik-Rönesans stili

Rektörün Sarayı (solda)

Stradun'un başında gece-gündüz duran, oranın bir nevi sembolü haline gelmiş güzel papağanlar var. Uzanan her eli dal belleyip sorgusuz sualsiz atlayıveriyorlar, bazen de birbirlerine sarıp kavgaya tutuşuyorlar. Bir keresinde tünedikleri sehpayı bile devirdiler!



Dubrovnik'te çok "özel" bir yeme-içme tarzı yok. Her deniz kıyısı memleket gibi, her ne kadar bizde pek öyle olmasa da, deniz ürünleri oldukça ağırlıklı ve meşhur. Biz ilk günün öğle yemeğini Taj Mahal adlı Bosna restoranında yedik. Planlarımıza göre bu turda Mostar gezisine katılmayacak, bir tam günü Dubrovnik'e ayırıp  sadece Karadağ'a gidecektik; bu durumda Boşnak yemeklerinden tatmak için elimizde sadece bu seçenek kaldı. Bu güzel korunmuş, aslında Sırpların bombardımanından sonra iyi bir şekilde yeniden yapılandırılabilmiş eski şehirde dükkanların gelişigüzel tabela asmasına izin verilmediğinden her taraf birbirine benziyor ve restoranların, hediyelik eşyacıların adları kolayca görülemiyor. Dubrovnik'in eski şehrinde Stradun'u dik kesen pek çok sokağın uzandığını söylemiştim, işte bu ara sokakların her birinin girişinde, görünür bir yerde tek tip bordo kumaştan levhalar üzerinde sokaktaki restoranların ve dükkanların adı yazıyor. Bu şekilde aradığınız yeri oldukça kolay bulabiliyorsunuz.

Taj Mahal, okuduğum kadarıyla akşamları kapısında kuyruklar olan bir restoranmış, ancak öğle vakti gidince sıra bekleme derdimiz olmadı. Buradaki öğle yemeğimiz Boşnak böreği ve "Cheerful Bosnian" idi. Böreğin Türkiye'deki gibi küçük geleceğini düşünüp iki porsiyon söyledik, ancak sonunda bitiremeyip üç parçasını paketleyip yanımıza aldık. Cheerful Bosnian, içine peynir, biber, baharatlarla yapılmış bir harç konmuş dana eti. Boşnak böreği de bildiğimiz soğanlı ve kıymalı börek . Yemeklerin ikisi de oldukça lezzetli ve doyurucuydu. Garson, her ne kadar adı Emir olsa ve birkaç kelime Türkçe bilse de oldukça yavaş servis yaptığından biraz puanını kırdık.

Cheerful Bosnian

Akşam yemeğimiz Dubrovnik usulü olsun diye düşünüp soluğu deniz ürünleri yapan restoranların arasında aldık. Orada seçim yapmak oldukça zor, hepsi birbirine çok benziyor gibi duruyor. Deniz mahsullerinde dikkat edilmesi gereken temel nokta, Hırvatların (aslında İspanyollar gibi) kabuklu deniz ürünlerini genelde kabuklarıyla servis etmesi, bu şekilde yiyemiyorsanız doğrudan balığa yönelmelisiniz. Dubrovnik'te midye de çok ünlü, ancak bizdekinden farklı olarak burada midyeleri kabuklarıyla doğrudan haşlayıp öyle servis ediyorlar. Midye yiyecekler de buna dikkat ederlerse hayal kırıklığına uğramazlar.

Sonunda Moby Dick adlı restorana oturup deniz mahsullü siyah risotto ile ızgara balık aldık. Risotto, içinde birkaç parça bulunan kabuklu deniz ürünü dışında ilginç ve güzeldi. Izgara balığı da biraz farklılaştırmışlar, üzerinde zeytinyağı-sarımsak-maydanoz ile hazırlanan nefis bir sosla servis ediyorlar.



İkinci gün, olabildiğince Dubrovnik'i anlamak üzerine geçti. Sabah ilk iş olarak Dubrovnik teleferiğine binip şehrin en yüksek yerine, Srdj (bunu nasıl okuyorlar gerçekten bilmiyorum, sanıyorum sırdi gibi bir şey) tepesine çıktık. Buradan eski şehir, tüm ağaçlık alanlar, yeni yerleşim yerleri ve masmavi Adriyatik çok net görülebiliyor, ayrıca yukarıda akşamları da hizmet veren bir Panorama Restoran açılmış. Aşağıda bembeyaz parlayan büyük hac da teleferiğin hemen dibinde.

Lokrum Adası ve Eski Şehir

Eski Liman ve Eski Şehir

Bu tepeye çıkmamızdaki asıl amaç şehri yukarıdan görmek falan değildi, itiraf edeyim. Burada Imperial Fort dedikleri bir eski kale olduğunu, içinde de Hırvat Bağımsızlık Savaşı Müzesi (Homeland War Museum) bulunduğunu öğrenince, bu kadar yakın tarihli ve burnumuzun dibinde vuku bulan savaşa dair birkaç şey öğrenme isteğiyle Srdj tepesine çıkmaya karar verdik. Bu müzede aslında "çok fazla" bir şey yok, ancak yine de çok etkileyici. Imperial Fort 1800'lerin başında Fransızlar tarafından yapılmış, ve tüm eski şehri kuşbakışı gördüğü için Dubrovnik'in savunulmasında çok önemli rol oynamış. 1991 yılında başlayıp 1995'e kadar süren Sırp saldırıları sırasında şehrin durumunu, insanların kışın düştüğü yokluğu ve savaşın dünyayı ne kadar içler acısı bir hale getirdiğini anlatan videolar izlemek mümkün. Bu görüntülerden sonra Hırvatlar Dubrovnik'i gerçekten çok iyi toparlamışlar diye düşünüyor insan. Buradaki bir diğer garip durum da, müzede biletleri kesen görevli Hırvat'ın 21 yıl önce başlayan bu savaşı bizzat görmüş yaşamış olması. Rahatsız etmeyeceğinden emin olsa insanın sorular sorası, ek bilgi alası geliyor; ancak mümkün değil tabii...

Yaklaşık 2,5-3 saatlik Srdj tepesi gezisinden sonra tekrar eski şehre indik. Eski limanda Boşnak böreklerimizle Hırvat birası Ozujsko - bugünkü öğle yemeği bu kadar. Eski eczaneyi, Francis Manastırı'nı, ara sokakları ve orada kurulmuş küçük pazarı gezdik. Pazarda bolca meyve likörü ve rakısı (Brandy diyorlar ama kanmayın, bildiğimiz rakı çeşitleri: erik, incir, üzüm :) ), kuru incir, kravat şeklinde açacaklar (evet, kravat vakti zamanında Fransız askerlerinin Hırvat askerlerinin boynuna bağladığı ufak eşarpları fark edip benzerlerini takmaya başlamasından ve bu kumaşların adına "de Croat" (of Croat) demesinden geliyor), el işi kemerler, magnet gibi hediyelikler, kuru ve şekerli portakal kabukları, badem ve fıstık bulmak mümkün. Adettendir diye oraya özgü kuru incir, badem ve portakal kabuğu karışık paketlerden, bir de likör ve farklı rakılardan almak fena fikir değil. Tabii ki kısa bir uyarı, sakın incirleri bizim şahane Aydın incirlerimiz gibi düşünmeyin. Hırvatlar o ufacık, buruşuk incirlerini nasıl da pazarlıyorlar inanılır gibi değil. Farklı şekilde paketlenmiş kuru incirler, el yapımı incirli çikolatalar, incirden yapılmış sucuk lokum benzeri tatlılar... Bizim incirlerimizi bu kadar iyi ve çeşitli sunamıyor olmamız gerçekten sinirimi bozdu.

Pek kıymetli Hırvat incirleri

Pazar yeri

Tezgahlar

İkinci günü Dubrovnik'e adamışken yüzmemek olmazdı, biz de eski şehrin dibindeki yemyeşil adaya, Lokrum'a gittik. Dubrovnik, dağın ve denizin arasında dar bir alana sıkışmış bir şehir, çok fazla kumsalı da yok. Denize genelde kayalardan ya da iri çakıllı kumsallardan giriliyor. Kaldığımız otel Lopud bölgesindeydi (Vlamar Lacroma, süper bir otel) ve otelin çakıllık sahilinden ilk gün kısa da olsa denize girmiştik. Adriyatik beklediğimden daha ılık çıktı, kesinlikle bir Ayvalık ya da Bozcaada değil, kabul edilebilir serinlikte, temiz, hızlı derinleşen, şirin balıklı bir deniz. Lokrum'da da denize girme amacıyla eski limandan her yarım saatte bir kalkan teknelere binip kişi başı gidiş dönüş 50 kuna'ya (~7 Euro) adaya geçtik. Karşıdan koyu yeşil bir bulut gibi duran ada aslında çok iyi düzenlenmiş, yürüyüş yolları yapılmış, denize girilen farklı bölgeleri ve görülebilecek yerleri (botanik bahçesi, manastır vb.) işaretlenmiş bir yer çıktı. Biiir sürü de başıboş dolanan, insancıl tavuskuşları.

Lokrum yolunda denizden eski şehrin surları

 Srdj Tepesi'ndeki hac

Lokrum

Lokrum'un gerçek sahipleri


Lokrum'da eğer çıplaklar koyu gibi özel bir arayış içinde değilseniz, hem duşun ve soyunma kabininin yakın olması hem de denize inmek için bir merdiven bulunması sebebiyle teknenin yanaştığı limanın yakınındaki alan denize girmek için oldukça müsait. Buraya ulaşmak için adayı sağ ve sol olarak ikiye ayıran çatalda soldan ilerlemek gerekiyor. Yaptığımız hızlı ada turunda diğer koyların, mesela Dead Sea dedikleri ölü deniz tarafının bu kadar güzel, rahat ve temiz olmadığını düşündük.

Denize girdiğimiz koy

Adada outdoor fitness okları var ya, işte buraya varıyor. Bizim belediyelerin parklara koyduğu aletlere yani :)
Bunu iyi belleyin: Outdoor Fitness. Nokta.

Tavuskuşları da susar

Dubrovnik'te yapılabilecek bir güzel şey de eski şehrin surlarının üstünde yürüyüp Old City'i çepeçevre dolaşmak. Bunun için ilk şart rahat ayakkabılar giymek, zira pek çok merdiven inip çıkmak ve uzun bir süre (fotoğraf için makul zaman ayırarak ve audio tour almadan ~70dk) yürüyüş gerektiriyor. Ek olarak yanınıza bir şişe su da alırsanız rahat edersiniz.

Biraz daha zaman ayırabilirseniz Adriyatik'te "kayaking" yapmak süper fikir - içimde kaldı

Surlarda gezerken eski şehrin enteresan yüzünü görebilirsiniz

Doğrudan surlara açılan evlerden biri


Surların üstünen eski liman

Old Town ve Lokrum

Surlardan Srdj tepesi

Buradan ta Dubrovnik'e kadar gitmişken, kara yoluyla birkaç saat süren komşularından birine ya da birkaçına gitmek adetten olmuş. Zaten Dubrovnik genel olarak küçük bir şehir olduğundan, özellikle denize girmeye gitmemişseniz (ki gerçekten bu amaçla gidiliyorsa Ege ve Akdeniz kıyılarımıza büyük haksızlık edilmiş demektir) 3-4 günlük tatilinizin bir kısmını Saraybosna/Mostar, Karadağ ya da Hırvatistan'ın ikinci büyük kenti Split'te geçirebilirsiniz. Bizim seçimimiz Karadağ'dan yana oldu. Karadağ'a Dubrovnik'ten yaklaşık 2 saatlik otobüs yolculuğu ile karadan geçtik. Karadan sınır geçmek benim hep hayalim olan bir şeydi, bunu elbette tam saymıyorum, sonuçta vizesiz bir yerde tur otobüsü ile ülke değiştirdik ama yine de ilginç bir deneyimdi. Sınırda bazı araçları ve otobüsleri didik didik arıyorlardı, bunların kaçakçılığın çok yaygın olduğu Arnavutluk'tan Hırvatistan'a gelenler olduğunu öğrendik. Eğer önünüze böyle bir araç denk gelirse yandığınızın resmi, sınırda saatlerce beklemek zorunda kalabilirsiniz.

Karadağ, Yugoslavya dağıldıktan sonra yıllarca Sırbistan'la birlikte var olmuş, 2006 yılında ise bağımsızlığını ilan etmiş genç bir ülke. Yıllar boyunca hep Rusya'yla "Ortodoks din kardeşliği" vesilesi ile yakın olmuş, dolayısıyla bu gücüyle de Yugoslavya döneminde bile daha "bağımsız" kalabilmiş bir ülke burası. Bağımsızlıklarını ilan eder etmez Euro kullanmaya başlamışlar. İnsanları tembellikleriyle, uzun yaşamaları ve uzun boylarıyla meşhur. Keza, Hırvatistan ile arada kalan tampon bölgeyi geçip Karadağ'a girince yolun solunda 4-5 tane "duty free" yazan tek katlı binalar görüp heyecanlanıyorsunuz ama nafile - Karadağlılar bu binaları birkaç sene önce yapmış ancak tembelliklerinden işletmeye açmakta henüz muvaffak olamamışlar. Bu konuda 10 tembellik ilkesi dedikleri bir kurallar listeleri bile var. Yerel halkın genel olarak Hırvatlardan daha çirkin olduğunu düşündüğümü söylemek zorundayım. Gerçekten de Dubrovnik'teki garsonlar, şoförler, görevliler kadın erkek fark etmez hep eli yüzü düzgün insanlar; ancak aynı potansiyeli burada bulamadım.

Karadağ'ın kendi dilindeki adı (Crna Gora) da, İngilizce adı da (Montenegro) hep aynı anlamda: Kara dağ. Bunun sebebi ülkenin aşırı dağlık olması ve dağlarının siyah denecek kadar koyu yeşil ormanlarla kaplı olması. Bu dağlar ütülenecek olsaydı, Karadağ'ın Avrupa'nın en geniş ülkesi olacağı söyleniyor. Dil demişken, ilk gittiğimizde yazılardan ve konuşmalardan Karadağlıların da Hırvatça konuştuğunu düşünmüştüm ancak burada Karadağca konuşuluyormuş. "O nedir?" derseniz, Hırvatça'nın bir yaklaşığı; her iki dil de Sırpça'dan türemiş zaten. Hırvatça'da Türkçe ile birkaç ortak kelime bulmak çok zor olmadı, restoranların menülerinde Burek, jogurt, nar gibi kelimelere rastlamak çok olası. Su "Voda", merhaba "bok", teşekkürler ise "hvala". Dilleri düşünmeyi ve anlamaya çalışmayı çok seven biri olarak, o turist kafasından çıkıp gördüğüm her yazıyı incelemeye çalıştım. Karadağ ve Hırvatistan'da ortak olarak görüp de aynı olduklarını fark ettiğim ise mağazaların kapsında yazılı "çalışma saatleri" yazısıydı: "radno vrijeme". Ayrıca her otelde Sobe / Rooms yazısını da görmek bir hayli olası. Bu dili okurken j'leri y, üstü dalgalı c'leri ç, yine üstü dalgalı s'leri de ş olarak okumak ilk aşamada kritik bir bilgi.

Karadağ'da, muhteşem dağ-deniz girintilerinin arasında ilerlerken ilk durağımız Perast kasabası oldu. Burada biri doğal, biri ise denizcilerin taşları biriktirmesi sonucunda oluşmuş yapay olan iki adacık var. Bu adalardan birinde, Church of Our Lady of the Rocks adlı eski bir kilise mevcut, diğer ada olan St. George Adası'nda da bir okul var ve adaya girmek yasak. Kilisenin içinde pekçok resim, denizcilerin dileklerini ve ona dair adaklarını yazıp duvarlara astıkları plakalar mevcut. Kiliseyle eşi denizci olan ve uzun bir sefere çıkan bir bayan ilgilenmiş. Hatta bu kadın, 25 yıllık bekleyişi sırasında gümüş telleri kullanarak ve kendi saçlarını kopararak bir tablo yapmış.

St.George Adası

Our Lady of the Rocks adası

Gümüş tel ve gerçek insan saçlarından yapılan tablo

Our Lady on the Rocks'ın taşınmış taşları

Our Lady on the Rocks'tan Perast manzarası

Perast'ın ardından, kıyıyı takip ederek Karadağ'ın eski ve bir o kadar güzel şehri Kotor'a ulaştık. Kotor da denizcilik için çok önemli bir şehir, dağların ve denizin bir kelebek oluşturduğu yere kurulduğu için, yüksek yerlerinden şehre yaklaşan tüm gemileri çok önceden görebiliyorlarmış. Eski şehrin surları Venedikliler tarafından inşa edilmiş. Eski şehir Karadağ'da da Hırvatistan'daki gibi "Stradi Grad" demek. Şehrin giriş kapısında 1944 yılında Nazilerden kurtuluşun bir işareti olan yıldız ve Tito'nun "Başkasına ait olanı istemeyiz, kendimizin olanı asla bırakmayız" anlamındaki sözü yer alıyor.

Kalenin eski şehri çevreleyen deniz üstü surları

Şehrin giriş kapısı

Eski şehrin 52m'lik en uzun balkonu

Kotor eski şehri meydanlar, kiliseler ve saraylarla dolu. Ana kapıdan içeri girildiğinde Silahlar Meydanı'na çıkılıyor, tam karşıda da utanç duvarı kalıyor. Bu duvar, geçmişte bazı suçların cezalandırılmasında kullanılırmış. Mahkeme suçlunun burada ne kadar zaman kalacağına karar verir, sonra suçlu buraya getirilip elleri arkaya verilerek bağlanır, buradan gelip geçen halk da suçluya dilediği cezayı (bir şeyler fırlatmak, tekmelemek...) verirmiş.


Kotor'da Sırp Ortodoks Kilisesi; Sırp bayrağındaki dört s'nin anlamı "Sırpın Sırptan başka dostu yoktur" imiş

Ortodoks kilisesinin içi

Burada yeri gelmişken, Ortodoks kiliselerinin Katolik kiliselerinden yapısal  farklarını da öğrendiğim kadarıyla yazmalıyım: Katolik kiliselerinde oturma sıraları varken Ortodosta yokmuş. Katolik kiliseleri  vitraylarla, Ortodokslar ise resim ve heykellerle süslenirmiş. 

Kotor'da gerçekten çok az gezebildik. Genel izlenimim Dubrovnik'ten daha bakımsız, daha kendi halinde, ama bir o kadar da güzel, Ortaçağ havasını çok iyi yansıtan bir şehir olduğu yönünde. Daha uzun kalmayı gerçekten isterdim. Bu arada, fiyatlar Dubrovnik'le aşağı yukarı aynı seviyede, ancak para birimi Euro'ya dönünce görülen sayılar da bir anda 1/7'sine düşüyor tabii : ) Bu güzel şehirden ayrılırken rehberin uyarısıyla eski şehri çevreleyen dağlardaki surları görmeye çalıştık. Kelebek şeklindeki Kotor körfezini tepeden gören surlar sayesindedenizin tüm giriş çıkışını kontrol edilebiliyormuş.

Kotor'un ardından Karadağ'ın başkenti Podgorica'dan (Podgoritsa okunuyor) sonraki en büyük 2. kentine, Budva'ya geçtik. Budva deniz kıyısında ve Hırvatistan'ın aksine kumsalı var; bu yüzden yaz turizminde oldukça popüler.Karadağ'da insanların tembellikleriyle meşhur olduğunu söylemiştim, biraz bundan ve Rusya ile olan sıkı ilişkilerden doğan sonuçlardan biri, Rus mafyasının kara para aklamak için Karadağ'ı tercih etmesiymiş. Rusların burada arazi alıp turizm işletmesi haline getiriyormuş. Bu durumdan turizm cenneti olmasının da etkisiyle Budva oldukça etkilenmiş, bütün şehirde ve işletmelerde Rus ağırlığı var - sanki Antalya'da gibi hissettiriyor, Rus kafası hakim olunca saça ip sarma bile var burada! Budva'da herkes denize girme peşinde, ancak denizin bulanık ve çok kalabalık olduğunu görünce vazgeçip Budva'nın Kotor ve Dubrovnik'le kıyaslanamayacak kadar küçük eski şehrinde dolaşmaya karar verdik. Ufak tefek hediyelik eşya dükkanlarını tarayarak Budva Juice Bar'a oturduk ve lazanya yiyip şahane meyve suyu karışımlarından içtik.



Budva'daki Arkeoloji müzesi

Budva'daki antikacılardan Eski Yugoslav paraları

Eski şehirden çıkıp sahil boyunca yürümeye başladık. Karadağ da Hırvatistan da çok yeşil ülkeler. Budva'nın sahilin hemen paralelinde uzanan yemyeşil yürüyüş yolu çok huzurluydu, ancak ne denizi ne kumsalı Dubrovnik'ten, hele de ülkemizden güzel değil, olamaz.

Budva sahilleri

 Kotor körfezi'nin bir haritası

Bu gezi sırasında da elimden geldiğince dili dinlemeye/okumaya ve marketlere bakarak bu insanlar ne yer ne içer anlamaya çalıştım. Karadağlılar da ayran biliyor, hem de çeşit çeşit. Alın size kayda değer bir benzerlik daha!


Budva'dan sonra tüm körfezi tekrar taramak yerine karşı kıyıya feribotla geçtik, bu şekilde 1-1,5 saatlik yolumuz dakikalara düştü. Denizden Kotor manzarası da cabası.


3 tam günlük Dubrovnik ve kısa Karadağ turu, zihnimizde Avrupa'nın ortasında ama aslında çok dışında bir dünyanın, Balkanlar'ın kapılarını açtı. Hırvatistan'ın eli yüzü düzgün/güzel, Karadağ'ın uzun ama tembel insanlarının, bildiğim/duyduğum dillere hiç benzemeyen ama Türkçe'yle bir sürü ortak kelime barındıran dilleri, bizim gibi börek yiyip ayran içmeleri, turistlere meyveli Brandy diye anlatsalar da erik, incir gibi farklı aromalarda Rakija yani bildiğimiz Rakı içmeleri, buruşuk bile olsa incir bilip, yetiştirip bir de utanmadan turistik halde satmaları ve daha bir sürü şey ile bize (Yunanlılarla kıyas kabul etmese de) az çok yakınlıklarını anlattı. 

Dubrovnik, tıpkı Yunan adaları gibi fazla turistik olduğu için insana Hırvatistan'da olduğunu tam hissettirmiyor. Hırvatistan'ı daha iyi anlamak için Split ve Zagreb'i de görmek gerek. Eh, çıkmışken de biraz daha zaman ayırıp Bosna Hersek'e, Mostar'a geçmek, az biraz daha açılıp Arnavutluk'u, Makedonya'yı tanımak gerek. Paris, Prag, Viyana'yı görmek bir kenara, özellikle biz Türklerin eni konu zaman ayırıp Balkanlar keşfine çıkmamız hayatımıza ve yayılan köklerimize farklı bir açıdan bakmak ve kendimizi, yakın tarihimizi tanımak için oldukça iyi bir fırsat olabilir.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)