Suyun Öte Yanı

Bu yazıyı en çok ocakta memleketinden aldığım, şu hayatta en sevdiğim yemek olan börülce kaynarken yazmak istedim ama olmadı, denk getiremedim. Şimdi, aklımdaki karelerle çektiklerim yeni buluşmuşken başlıyorum Yunan Adaları'ndan kalanlara...


20 Ağustos 2012 - bu senenin "yıllık" izninin başlangıcı. Küçükken, daha doğrusu okurken -ki pek de küçük sayılmazdım okulun son yıllarında- seneler hep yaz tatillerine göre hesaplar, ona göre sayardım. Hala da öyle aslında. Yılları yaz tatillerime göre ayırıyorum, tek farkı, artık yazlarım eskisinden çok daha kısa.

Aslında uzun zamandır aklımızda olan, ama çıkıp gitmeyi -biraz da benim aklımda- erteleyip durduğumuz "yarım Yunanistan" saydığım Yunan Adaları turu 22 Ağustos Pazar günü İzmir'de başladı. Herkes için "ilk" gemi yolculuğu. Uçağa kıyasla inanılmaz kolay bir pasaport kontrolünden sonra, çantalarımız dahi aranmadan gemiye buyur edildik. Uçak misali, yanındayken bir sürü küçük pencere, içine girince koca bir binaymış gemi dedikleri. Yüzmek için biraz fazla büyük, tıpkı uçağın da uçmaya alabildiğine elverişsiz görünmesi gibi.

Gemiyi görece "yakından" ilk görüşümüz, Kordon - İzmir


Gemiye binerken pasaportlarımızı alıp bize yolculuk boyunca hem gemi içi harcamalarda kullanabileceğimiz, hem de limanlarda geçerli kimliğimiz olacak plastik gemi kartlarını verdiler. Daha sonra geminin içinde kısa bir tur atıp odalara geçtik. Öğle saatlerinde limana uğrayıp sefer saatinden çok önce eşyaları teslim ettiğimiz için valizleri aklımızdaki "gemi odası"ndan çok daha iyi durumdaki odalara çoktan bırakmışlardı. Gemi 18:00'de kalktı, tahminimden daha yavaş ilerleyerek yol almaya başladı. Ardımızda ömrümün anlamlı bir kısmını paylaştığım İzmir'i bırakarak, Kordon'u, Üçkuyular'ı, Narlıdere'yi karşıdan uzun uzun seyrederek körfezden çıkmaya çabaladık uzun süre. İlk akşam istikamet Rodos olunca, önce İzmir körfezinden Ege'ye çıkmak, sonra da boylu boyunca, ta Marmaris'e kadar güneye inmek gerekti. O gün Türkiye'ye yakın gitmiş olacağız ki cep telefonları tüm gece Türkiye'den servis aldı.

Güzel İzmir geride kalırken

Gemideki en büyük dezavantaj, kaçacak bir delik olmadığı için süren eğlence/animasyon programına alternatifin üç beş slot machine'in olduğu yalandan casino'da zaman geçirmek, odada televizyon seyretmek ya da oldukça rüzgarlı olan üst güvertede pek de parlak olmayan müzik yayını eşliğinde oturmak. (Evet, bir "disko"nun varlığından söz ediliyor ama ben rastlamadım :) ) Neyse ki gemideki programlar hiç fena sayılmazdı, benim gibi otel animasyonlarına en baştan mesafeli yaklaşan biri için bile sıkıcı ve çirkin değildi. En başta, gemideki Ukraynalı dans ekibi oldukça başarılıydı. Otellerde bolca bulunan insanları kolundan çekiştirici, laubali muhabbetler açmaya eğilimli animatörler de olmayınca akşamlar güzel geçti.

Turun en büyük ve benim en önemsediğim sürprizi Katy Garbi konseriydi - Yunan müziği sevenler ve gittiği yerleri hissetmek isteyenler için bulunmaz fırsat. Ben zaten aşığıyım, Yunanca olsun, ben dinlerim, severim, söylerim. Bir de Katy Garbi yahu, daha ne olsun? Konser, geminin orta büyüklükte sayılacak, oturmalı, yari amfi denilecek show salonunda oldu. Elbette ne ortam, ne insanlar, ne de söylenen şarkılar eşlik etmeye tam olarak uygun değildi; ancak ben çok zevk aldım. Mutevazı bir orkestrayla, çok da iyi sayılmayacak şartlarda Yunan müziğini, Kaiti Garbi'nin güzel ve güçlü sesini, canlı canlı Esena Mono'yu dinlemek; kırık dökük Türkçe'si ile ikinci yarıyı söylediği Stoxos (Of Of'un Yunanca cover'ı)'a eşlik etmek inanılmaz keyifliydi. Bir de sıcakkanlı, sevimli, hoş da bir kadındı ki, bir kat daha sevdim.

İşte bir de böyle fotoğraf çekenlere poz veriyordu Katy Garbi


Şahane konserle renklenen akşamdan sonra bütün odak adalar oldu. Ertesi gün kahvaltının hemen ardından koca bir şehir gibi göründü Rodos, Casino Rodos oteli, kalesi ve kıyıya demirlemiş yatlarıyla. Gemiler limanlara yanaşırken onlara romorkörler eşlik ediyormuş, İzmir'de de vardı bir tane ancak Yunanistan'dakinin adı Herakles olunca daha bir güzel göründü gözüme.

Güzel Rodos

Kentin ilk 5 yıldızlı oteli Casino Rodos

En asil romörkör Herakles 3

Gemi Rodos limanına yaklaştıktan sonra, gemi kartlarımızı kapıdaki görevliye okutup yürüyerek dışarı çıktık. Dünya Kültür Mirasları arasında sayılan Ortaçağ'dan kalma Eski Rodos'u gezmeye başladık. Rodos Mandraki Limanı'nın girişinde, eski çağlarda dev bir Helios (güneş tanrısı) heykeli olduğuna ve gemilerin onun bacaklarının arasından geçerek limana yanaşırmış. Antik çağın yedi harikasından biri olan 30m yüksekliğindeki bu heykel, daha sonra bir depremde zarar görmüş, sonra ise Arapların saldırısı sırasında yıkılmış ve madeni eritilerek satılmış. Şu anda yerinde "Elefos" ile "Elafina" adlı biri erkek biri dişi iki küçük geyik heykeli mevcut, heykelin çizimleri ise Rodos'ta  pek çok yeri süslüyor.



Eski Rodos'ta önce, Ortaçağ Rodos şövalyelerinin kaldığı Great Masters' Palace (Büyük Üstatlar Sarayı)'a gittik.  Saray oldukça korunaklı yapılmış, yüksek surlarla ve hendeklerle çevrili. Duvarları geçince sarayın kendisinin de oldukça ihtişamlı ve yine sağlam yapılı olduğu görülüyor. Nitekim saraya girerken anlaşılıyor ki, olası bir saldırıyı olabildiğince az hasarla atlatabilmek için girişi  de keskin dönüşlerle, şaşırtmalı şekilde tasarlanmış. Saldırı zamanlarında kent halkının da sarayın içine alınarak korunurmuş. Saray, 2. Dünya Savaşı öncesinde Rodos İtalyanların hakimiyetindeyken, zamanın kraliçesinin yazlık sarayı olarak kullanılmak üzere restore edilmiş, ancak savaş patlak verince hiçbir zaman kullanılamamış.




 Burada zamanında yedi milletten şövalyeler yaşarmış, bu yüzden sarayın yedi kapısı varmış ve her birinden bir millet sorumluymuş. Yedi sayısı sadece kapılarda değil, sarayın çeşitli yerlerinde karşımıza çıktı, örneğin aşağıdaki fotoğrafta görülen oturaklarda. Bir diğer fotoğrafta da Maltalı şövalyelerin sorumlu olduğu kapı var.

Sarayın yerleri Kos adasından getirilen ince işçilikli mozaiklerle kaplı. Restorasyon sırasında ünlü heykellerin replikaları da saraya getirilmiş. 

Saraydaki yedi milleti sembolize eden modern bir tablo

  
Hazır bir tarafta 2012 Londra olimpiyatları sürerken, Rodos'ta dünyanın en eski stadyumlarından birinin varlığını da es geçmemek gerek. Stadyumun ebatları, efsaneye göre Herakles'in tek nefeste koştuğu yolun uzunluğu ile belirlenmiş ve stadyum uzunluk birimi iken spor olimpiyatlarının yapıldığı sahaya evrilmiş. İlk olimpiyatlar (M.Ö. 776'dan beri yapılır) sadece koşu üzerineymiş. Stadyumlara seyirciler için olan amfiler de sonradan eklenmiş. 




Büyük Üstatlar Sarayı'ndan çıkınca hemen yanda uzanan sokak, hiç şaşırtıcı değil, Şövalyeler Sokağı. Zamanında Şövalyelerin kaldığı hanlar bu sokakta yan yana, şu anda ise birçoğu Kültür Bakanlığı'na ait resmi binalar, yabancı elçilikler ve müze olarak kullanılıyor. 




Hanların tepelerinde enteresan süslemeler görmek mümkün

Uyuyan köpeğinin üstünü örten sevimli akordeoncu



Eski Rodos'u böylece turladıktan sonra, denize girmek için Faliraki plajına gittik. Deniz güzel, Akdeniz kadar hızlı olmasa da bir yerden sonra derinleşiyor, su ılık. Hızlı bir deniz molasından sonra, yeni şehrin yeşil yollarından geçerek son bir turlama ve alışveriş için tekrar eski şehre vardık. Rodos, Yunan Adaları arasında tatlı su bulunan tek ada, bu tatlı suyun kaynağı da 18 km. ötede bulunan Bozburun tarafındaki bir kaynak. Ada bu yüzden çok yeşil. Ayrıca, uzun yıllar Osmanlı egemenliğinde kaldığından ve buraya Türkler yerleştirildiğinden adada toplam 14 cami bulunuyor, ancak bunların sadece 1 tanesi şu anda ibadete açık. Şu anda yaşayan Türk sayısı ise ~3500 imiş. Bu Türklerden birkaçına eski şehirdeki Sokrates sokağında alışveriş yaparken rastladık, gayet sevimli, kırık bir Türkçe ile konuşan insanlardı. 

     Yeni Rodos'tan eski şehre giderken

Hediyelik eşyacıların yoğun olduğu Sokrates sokağı

Sokağın sonundaki Süleymaniye Camisi



Rodos'tan ne alınır? Bir kere en baştan söylemek gerek, Rodos Yunan Adaları içinde, özellikle Santorini ve hele de Mikonos'a kıyasla en ucuz ada. Ayrıca, sakızlı ürünler bu üçü arasında (muhtemelen Sakız Adası'na daha yakın olduğundan) en fazla Rodos'ta bulunuyor. Bu yüzden, eğer seviyorsanız sakızlı kurabiye, sakızlı lokum, sakızlı Uzo, sakız likörü gibi ürünlerden alabilirsiniz. Uzo'nun sadesi (bizim rakıya eşdeğer) ve sakızlısının yanısıra kahvelisi ve karamellisi de mevcut. Çoğu dükkan bunlardan tatmanıza izin veriyor, ben kahvelisini çok beğendim, sakızlı alma sorunsalını da şöyle çözdüm: İçinde damla sakızı parçaları olan bir şişe sakız likörü aldım; bununla rakıyı ya da Uzo'yu karıştırabiliyorsun; likör bitince de şişeye rakı/Uzo doldurup bir gece bekletince yine o aroma elde edilebiliyormuş (yaklaşık 5-6 doluma kadar aroma vermeye devam edeceği söylendi). Uzo'ların paketlemeleri oldukça enteresan ve şık, Santorini'de de farklı şişeler gördük ancak hiçbiri aşağıdaki kadar efsane değildi.

Uzo deyip geçmeyin, çeşitleri mevcut :)


Yukarıda saydıklarımın dışında, bol miktarda nazar boncuğu, bazı tipleri bizdekinden daha farklı olmakla beraber pakette (muhtemelen kurutulmuş) baklava, lokum, Kapalıçarşı'da bolca bulunan cam işi abajurlar, Rodos baskılı mutfak setleri (fırın eldiveni, mutfak bezi, önlüğü), zeytin dalı işlemeli masa örtüleri, yastık kılıfları, zeytin ve zeytin yağı çeşitleri bulmak mümkün. Bunların tümü Türkiye'de de olduğundan, biz buradan Rodos'a ait işlemeli tekstil ürünleri, Uzo ve damla sakızlı yiyeceklerden başka bir şey almadık.

Rodos'taki (ve Santorini'de de) esnaf son yıllardaki Türk turist akınına alışmış; pek çok dükkanın girişinde "çok guzel sarap", "hos geldin" diye seslenen satıcıları görebilirsiniz. Ayrıca, pazarlık yapmaya kalkmayın, gerçekten buradakiler Barcelona'daki Hintli esnafa benzemiyor. Her şey hakikaten son fiyat :)


Rodos, eski yapıları, tarihi, insanları, sıcaklığı ve yeşilliğiyle tadını damaklarda bırakan güzellikte bir ada.  Adanın bir diğer adı Güneş Adası. Efsaneye göre, Zeus, adaları tanrılara paylaştırmaya karar verir ancak bu dağıtımda Helios'u unutur. Helios'un itirazı üzerine var olan dağıtımı değiştiremeyeceğini, ancak sudan belirecek adayı ona verebileceğini söyler. Güneş tanrısı Helios, ortaya çıkan adayı yıkar ve güzelleştirerek Rodos'a dönüştürür.  Gezdiklerimiz arasında en "Yunan" olanı bir de. Alışverişin ardından, eski şehrin o meşhur kapılarından birinden çıkarak tekrar gemiye binmek üzere limana yürüdük.



TemSa marka belediye otobüsleri

Taksilerin çoğu Mercedes idi

Rodos'a günbatımı ile romantik veda

İkinci durağımız Santorini'ye sabah 8 sularında ulaştık. Varış bu kadar erken olunca, saati biraz daha önceye kurup gün doğumunu izlememek olmazdı. Santorini, tepelere kurulu bir ada, gemilerin yanaşabileceği büyük bir limanı yok. Bu yüzden gemiden tender botlara binerek karaya çıkabildik. Sonra da ilk durak olan Oia köyüne varmak için otobüslere geçtik. 




Santorini volkanik bir ada,  önceleri disk şeklinde tek bir ada iken MÖ1450 yılında büyük bir patlama sonucu adalar parçalanmış ve bir krater gölü oluşmuş. Bu disk şeklindeki adanın kayıp Atlantis kıtası olduğu da inanışlar arasında. Şu anda o büyük adadan arta kalan büyük, yaya benzer Santorini adası ve Kaldera adası denen diğer ufak tefek adacıklar.
 Kaldera adaları
 Tepeye çıkarken sağlı sollu görünen volkanik taştan dağlar



Gerçekten dar ve virajlı yolları tırmanarak tepedeki köye ulaştık. Bu yollarda özellikle turistler motosiklet ya da arabayla çok sık kaza yaptığı için, en yoğun kaza yapılan noktalara küçük kilise maketleri dikilmiş. Bu şekilde hem insanların dikkatli olması için bir işaret konmuş, hem de kazalarda ölen (geneli Avrupalı-Hristiyan) turistlerin aileleri kazaların yıl dönümünde bu ufak maketlere gelip anma törenleri düzenlemesine, mum yakmalarına imkan sağlanmış. 

Santorini'de düzlüğe çıkınca yol boyunca bolca üzüm bağı ve fıstık ağacı bulunuyor. Santorini volkanik bir ada, adada en çok bulunan taş ise ponza. Adanın taş-toprak yapısı su geçirmez olduğundan ve adada tatlı su bulunmadığından tarım fazla gelişmiş değil. Örneğin, aşağıdaki resimde görünen üzüm bağlarının Türkiye'den alışık olduğumuz gibi dikine değil yatay olması da bu sebepten. Üzümler, saksı ya da sepetlere dikilip bu taşların belli yerlerine çukurlar açılarak oralara yerleştiriliyormuş. Doğal toprak su geçirmediği için yıl boyunca doğal yağmur suları bu saksılardaki toprakta birikerek bitkilerin su ihtiyacını karşılıyormuş. Üzüm bu kadar bol olunca, şarapçılık da haliyle yaygın ve ünlü. Santorini şaraplarının özelliği, üzümlerden yaşken değil birkaç gün kuruduktan sonra şarap yapılması. Bu şekilde kuru üzümün daha şekerli olmasından kaynaklanan tatlı ve alkol oranı daha yüksek şarapları var, gitmişken bir şişe almak isteyebilirsiniz - Vinsanto en meşhur kırmızı şaraplardan.
Yatay üzüm bağları


 Ünlü Santorini eşekleri

Santorini, yamaçlara kurulu bir ada olduğundan evler genelde merdiven şeklinde inşa edilmiş. Serin olsun diye kubbe şeklinde çatıları ya da düz damları var. Yer dar olduğundan düz damlı olan evler, basamak basamak kurulunca, üstte kalan ev alt komşusunun damını balkon olarak kullanıyormuş. Evler hep beyaz badanalı,  bu beyazlığa farklı renkte boyalı çatılar ve kapı-pencereler canlılık katıyor ve ortaya gerçekten kartpostal gibi görüntüler çıkıyor. Santorini sakin ve doğal güzelliklerini tamamen korumuş bir ada. Onca turiste karşın "masumiyetini" korumayı başarmış.

Köyün merkezindeki yollar oldukça dar olduğundan otobüsle gidilebilecek en yakın noktaya kadar çıkıp kısa bir yokuş tırmanışının ardından merkez kiliseye, yani köyün meydanına vardık.

 Merkez kilise


 Oia sokakları ve yağlı boya manzaraları

Yeri gelmişken, kültürün bizimkine ne kadar benzediğinden söz etmiştim değil mi?
 Eski antenlerden kim kalmış?
 Hediyelik eşya dükkanı
Dışarıda çamaşır kurutan birkaç milletten biri de Yunanlar



Oia köyünde dolaştıktan sonra denize girmek için Perissa Plajı'na gittik. Buranın denizi Rodos'tan daha sığ ve güzeldi. Ama denizden öte, en ilginç yanı volkanik taşlardan oluşan siyah kumsalı. Çok ince kum olmasa da, incecik taşlarla bezeli siyah kumsalı dünyada kaç yerde daha vardır bilmiyorum. Santorini'de yine volkanik taşların oluşturduğu kırmızı kumsal varmış, ancak oraya gitmedik.

Denizin ardından sahildeki lokantada yediğimiz Yunan mezeleri. Bizimkinden daha susuz Tzatziki (Cacık), mücver benzeri ama kabak yerine domatesle yapılan domates köftesi, bizdekinden daha sıvı fava, karidesli saganaki ve meşhur Santorini domatesleriyle yapılmış Santorini salatası.



Denizden çıkınca, yine otobüsle bu kez adanın merkez köyü Fira'ya gittik. Santorini yüksekte, yarların üstünde kurulu bir ada olduğundan denize iniş çıkış biraz problemli. Sabahları belli bir saate kadar tur otobüslerinin bizi aldığı yere inerek grupları yukarı taşımasına izin verilmiş, ancak inerken ya da otobüs dışında yukarı çıkarken kullanılabilecek en rahat yol, Fira'da çalışan teleferik. Ya da, dar ve dolambaçlı yollardan yürüyerek, belki de orada katır-taksi yapanlar katırcılardan yardım alarak ada ile deniz arası ulaşımı halledebilirsiniz.

Fira köyünün de bir merkez kilisesi, yani köy meydanı var. Fira, Oia'dan daha hareketli ve daha kalabalık, çarşısı daha geniş, evler yine benzer yapıda. 

 Santorini haritası: Kuzeyde Oia, tam ortada merkez köy Fira, güneydoğuda siyah Perissa plajı

Panoramik Fira


Yunan Adaları'nda bir buziki görmemek olmazdı
 Fira sokakları

Fira'da biraz zaman geçirdikten sonra, aşağı inmenin en akıl karı yolu olan teleferiğe binmek üzere yürümeye başladık. Teleferik sırası beklediğimizden çok daha uzundu, yoğunlukla Türk, İngiliz ve Amerikalı olan turist grubu sıcağın altında kuyruk bekliyordu. Tam 50 dk'lık beklemenin ardından teleferik durağının içine girip az da olsa serinleyebildik. Kıssadan hisse: gemiye yetişmeniz gerekiyorsa teleferiğe gemi kalkışından yaklaşık 80-90dk önce varın, zira bir de aşağıda tender bot sırası bekleyeceksiniz. Aşağısı içinse korkmayın, birkaç kafe ve freeshop'ta zaman geçirilebilir.

 Teleferik durağında giderayak hatırlatılan Santorini eşekleri

Bu arada, lise ve üniversitedeki fizik derslerinde "hocam, bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak?" diyenler (ve gerçekten de günlük hayatta hiç mi hiç kullanmamışlar) varsa hemen yanıtlayayım: Yunanca'yı okumada oldukça işe yarıyor!
Teleferik, Yunanca: Teleferik (lamda, fi ve sigma'ya dikkat)


Uğrunda yarım kilo ter dökülen işte o teleferik


Yaya ya da katırla Fira'ya çıkılan dar yollar

                                                              Türlü çeşitli Ouzo şişeleri

Aşağıdan Fira


Akşamüstü 17:00 sularında Fira'dan ayrıldıktan sonra istikamet son durağımız olan Mikonos idi. Eğlencenin şekri Mikonos'a o gece 22:00'de ulaştık. Bu defa yerleşim kıyıdaydı, ancak gemi yine açıkta demirledi ve karaya ulaşım yine tender botlarla sağlandı. Mikonos, yine bembeyazdı, ama kalabalığıyla, canlılığıyla Santorini'den epeyce ayrılıyordu. Deniz kıyısında sıralanan tavernalar (ki bunlar hayalimdekinden oldukça farklı, canlı müzik ve dans olmayan, bizdeki meyhane ayarında lokantalardı), kafeler, hediyelik eşya dükkanları, dondurmacılar... ve yolun sonunda barlar bölgesi Little Venice (küçük Venedik). Mikonos'un plajları, gece hayatı ve rahat insanlarının namını önceden duymuştuk. Gerçekten de etrafta dolanan güzel ve bakımlı kızlar, yakışıklı erkekler, öpüşen homo ve heteroseksüel çiftler, rahat tavırlı ve güleryüzlü insanlar cennetiymiş ada, anlamış olduk.

 Pırıl pırıl denizi ve ışıklarıyla Mikonos

 Mikonos'un ünlü yeldeğirmenleri
Her yer taş, her yer bembeyaz


Küçük Venedik'te o çok ünlü gece hayatının da ucundan nasiplendikten sonra sabaha karşı yine tender'larla gemiye dönüp Mikonos gündüzüne hazırlandık. Mikonos, gündüz daha da iyi görülüyor ki, çorak bir ada. Belli ki Santorini kadar bile tarım yapılmıyor. Temel geçim kaynağı turizm, yaz turizmi ve eğlencede Avrupa'da İbiza ile yarışıyor. Bu adanın ve Santorini'nin ortak güzelliği, yeni yapılan evlerin de eski mimariye uydurulması ve yerleşim yerlerinde görüntüde birlik sağlanması. Böylece adaların kimliği korunmuş oluyor. 

Yeni yapılmış bir ev, köşeleri yuvarlatılmış ve taş görüntüsü verilmiş

Ezeli rekabet

Mikonos'ta meşhur birkaç plaj var. Biz o günü Super Paradise'ta geçirdik. Bu plajın asıl güzelliği akşamüstü başlayan çılgın partilerindeymiş ancak geminin kalkış saatinden ötürü biz o kısma kalamadık. Anlatılanlara göre, insanların birbirini şampanyayla ıslattığı, deli gibi dans ettiği, dansçılarla coştuğu oldukça eğlenceli partiler yapılıyormuş. Deniz, adanın merkezinde gece bile anlaşıldığı gibi, çok temiz, dalgasız ve sığ; kumsal da oldukça güzel. Denizdeki onca balık da cabası :) Plajın bir diğer özelliği de, dedik ya Mikonos rahatlıklar adası diye, plajda kıyafetin "opsiyonel" oluşu. Aslında tam anlamıyla bir çıplaklar kampı durumu yok tabii, ancak teorik olarak siz burada denize mayoyla da girseniz, üstsüz de girseniz, çırılçıplak da girseniz kimse bir şey demiyor. Biz gemiden bir grup olarak gidip aynı bölgedeki şezlonglara oturduğumuz için elbette etrafta çıplak kimse yoktu, ancak koyun denize doğru bakınca sağ tarafına gidildikçe çıplaklar ve gay'ler görülmeye başlıyor. Çıplak gay/hetero çiftler, mayolu gay'ler, birbirinin çıplak poposuna güneş kremi sürenler, çırılçıplak uzanmış kitap okuyanlar - ve herkes, mayolular çıplaklara dahil olmak üzere, birbiriyle ilgisiz, kendi halinde. Plajdaki gençlerin, özellikle erkeklerin çoğunun oldukça bakımlı, kaslı ve yakışıklı olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Pek çoğu gay olan bu arkadaşların önemli bir kısmı da İtalyan'dı konuşmalarından anlaşıldığı kadarıyla.

Adada görmenin oldukça normalleştiği kaslı-yakışıklı-pozör insanlardan

 Super Paradise'ın süper seksi plaj garsonu - 1
  Super Paradise'ın süper seksi plaj garsonu - 2
Mikonos'un denizi gerçekten çok temiz, gece bile içinden taşları açıkça görülüyor

Akşamüstü gemiye yetişebilmek için tam da partinin başlayacağı saatlerde plajdan (gözüm arkada kala kala) ayrılmak zorunda kaldık. Yine otobüslerle çorak ve dar Mikonos yollarından geçerek şehre   en yakın noktada inip gece yürüdüğümüz yolu bir kez de gündüz gözüyle alıp şehri gün ışığında gördük.

Ahtapot bacakları ve tekne - Yunan tavernası

Panoramik Mikonos


Akşam adada bir yerde oturup yemek yememiştik, hazır fırsat varken bunu da es geçmedik. Yunan mutfağı bizimkiyle oldukça benzer, yemek adları bile. İsimde en çok farklılaşan şey onların "Souvlaki (suflaki)" dedikleri şiş; bir de Yunanlar döner, şiş, dürüm gibi kebap/döner/et çeşitlerini mutlaka cacık ile servis ediyorlar. Yoğurt, beyaz peynir, lor, zeytin ve zeytinyağı tüketimi oldukça fazla. Kahvaltıda biraz ayrışıyoruz, alttaki menüde de görüleceği gibi tatlı ağırlıklı Avrupa kahvaltısı sunuyorlar (durum evlerde nasıl bilmiyorum). Ayrıca, Mikonos'un ara sokaklarından birinde denk geldiğim küçük bir markette Amerika'da sıkça görmeye alışık olduğum Smirnoff Ice, Philadelphia gibi markaların bulunduğunu görmek beni çok şaşırttı.

Bir önceki gün Santorini'deki öğle yemeğinde yemediğimiz birkaç meze denemeye karar verdik. Musakka, sarma (onlar hem sarmaya hem dolmaya ntolmades diyorlar), börülce ve Yunanistan'ın en meşhur ikinci birası Alpha (ilki Mythos imiş ancak burada satılmıyordu)... Bunun için bir porsiyon "variety of cold appetizers" ve bir tabak musakka aldık. Burada börülcenin içini sundular, ancak Super Paradise'te taze börülce yemeği gördüm, yemin ederim! Bu bile Yunanları sevmem için bir sebeptir :) Sarması bize çok benzer, sadece harcında ufak farklılıklar var, diğer peynirli ve balıklı mezelerin bire bir karşılığını bulamasak da tatlarını çok sevdik. Ancak Yunan musakkası bizimkinden olukça farklı. Bizim musakka diye yediğimiz kıymalı-patlıcanlı yemeği burada altına patates, üstüne bizim musakka, onun da üstüne beşamel sos olarak üç kat yapıp fırınlıyorlar ve bizdekine göre çok daha katı, börek gibi bir kıvamda yiyorlar. Tadı yine gayet güzel ama, orası sabit. Zeytinleri de Ege'de bulabileceğimiz ev yapımı siyah zeytinlerden.


Oturduğumuz restoranın menüsü

"variety of cold appetizers" (cacık, sarma, zeytin, börülce, balık tarama, peynir salatası) + musakka

A+lamda+fi+A = Alfa :)


Yemeğin ardından "belki şu burna varınca yeldeğirmenlerini gündüz de fotoğraflayabilirim" düşüncesiyle koşarak biraz daha adayı turladım. Yeldeğirmenlerini görmeye muvaffak olamadım, ama birkaç fotoğraf daha çektim. Saatin ilerlediğini, gemiye gidecek son otobüsün saatine çok az kaldığını fark edince koşarak geri döndüm. Aslında tam zamanında. Ortada toplanmış bir kalabalık, ve ailemin beni çağıran sesi. Ben yeldeğirmeni koştururken Mikonos'un bir başka, hem de görmenin daha zor olduğu simgesi orada beni bekliyordu : )

Mikonos'un Petros'u

Petros, aslında 1958 yılında yolunu kaybedip adaya gelen yaralı bir pelikana halkın taktığı isim. Yunanca "petro" - kaya (aynı zamanda yaşlı ve hırçın)dan geliyor. Petros'a 1985 yılında bir araba çarpmış ve pelikanı kurtaramamışlar. Daha sonradan adaya gelen/getirilen 2-3 pelikan şu anda orada yaşıyormuş, ve tümüne, asıl Petros'un anısına Petros deniyormuş. Petros, oldukça uysal ve insancıl bir kuş - ancak yanına fazla yaklaşmamak ve dokunmamak kaydıyla, aksi takdirde yüksek bir "gaak" sesi, ve belki de bir gaga hamlesiyle karşılaşmaya hazır olmak gerek :)

Yunan adaları macerası, en azından şimdilik bu şekilde sonlandı. Son birkaç kare, Mikonos'tan ayrılmadan çektiğim bir Yunan plakası ve gün batımından...




Yıllardır Yunan müziğini severim, kültürün bu kadar benzer olmasından mütevellit bizi Yunanlarla bir tutarım, merak ederim. Yunan adaları turu, bu merakımın hiç olmazsa bir kısmını kırıp tatmin etmek için güzel, ama kısa, ama fazla turistik ve az "Yunan" bir gezi oldu. Üç güzel günün sonunda, 25 Temmuz 2012 akşamı buradan ayrılırken, asıl anakara Yunanistan'ı mutlaka görmek, ve adalara tatil için en az birer kez daha gelmek üzere veda ettim. Neyse ki bu masal aleminden doğrudan eve ve işe dönmedik, arkasına bağladığımız üç günlük Çeşme-Ilıca tatili Ege rüyasından yavaş yavaş uyanmamıza yardımcı oldu. İyi ki birbirimizin parçalarını taşıyoruz diye düşünerek hem de.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)