Barcelona'dan arta kalanlar: 25 Şubat - 1 Mart 2012

Bir Barcelona varmış kıtanın taa öbür ucunda.

Benim kaderim, yurt dışına olabilecek en uzak yerden başlayıp yavaş yavaş ülkeme yaklaşmakmış herhalde. İlk defa Avrupa anakarasında bir ülkede bulundum. Ne kadar Avrupa tartışılır, kafamda yarattığım, fotoğraflardan, dinlediklerimden, okuduklarımdan anladığım Avrupa şehirlerine pek benzemiyordu. Daha "bizden" geldi bana. Bugüne kadar gidip gördüğüm yerlerden bize en yakın duran, en çok benzeyen Barcelona bence - belki de İspanya, bilemiyorum. İnsanların tipleri, şehrin bazı özellikleri, dilin melodisi, ortak kelimeler... Belki de en baştan başlamak gerek bu altı günlük Barça seyahat notuna.

25 Şubat 2012 cumartesi günü yerel saatle 12 gibi uçak havalimanına indi. İnerken aklıma "yahu bu İspanyolların ne katkısı var dünyaya?" sorusu geldi, yani kültür sanattan başka, bir marka, bir ticari başarı düşünüyordum açıkçası. Ne yalan söyleyeyim o anda aklıma Mango-Zara-Massimo Dutti'den başkası gelmedi. (Sonradan bu sorunun yanıtına havalimanına yakın kocaman Pronovias fabrikası ve yollarda oldukça sık görülen Seat arabalar eklendi tabii.)

İlk defa bu kadar (tamamen) sorgu-sualsiz bir pasaport kontrolünden sonra otele geçtim, nerede olduğumdan tamamen bihaber bir şekilde. Genelde gideceğim yerleri (ilk kez gidiyorsam) gitmeden iyice etüt ederim - nereler görülmeli, metro ağı neye benzer, otel tam nerede, ulaşım nasıl... Ama bu defa bu ön çalışma için çok zamanım olmadı, sadece iki şey hazırladım: kısa bir gidilecek temel yerler listesi, bir de otelden katılacağım fuar alanına ve en ünlü cadde olan La Ramblas'a gitmek için gereken metro durakları (neyse ki her ikisi de otelle aynı metro hattındaydı). Bir de, ilk kez dilini bilmediğim bir ülkeye gittim - ve İngilizce bilen bir turist için bunun en temel zorluğu yer adlarını akılda tutmak ve anlamakmış, bunu fark ettim.

Zamanım az olduğu için otelden elimden geldiğince erken çıkıp otelin (Rey Juan Carlos I) yakınındaki Camp Nou (Katalanca Yeni Saha)'ya yürüdüm. Otelle stadyum arasındaki yol (Avinguda Diagonal) inanılmaz genişti ve ortasından geniş bir çim alanla ayrılmıştı. Çim alan derken Türkiye'dekiler gibi değil, üzerinde metro istasyonu olacak genişlikte bir yerden bahsediyorum. O yolun genişliğiyle birlikte bir özelliği de hafta içi sabah işe gidiş saatleri haricinde oldukça sakin olması, ve yol boyunca tıpkı İzmir ya da Antalya'da olduğu gibi balkonlu apartmanların sıralanması.


Stadyuma giderken etrafta birçok üniversite binası var. Güzel ve sakin bir yürüyüşün ardından stadyuma vardım. Nerede okusam giriş için uzun kuyruklar olduğunu görmüştüm ama bu defa öyle çok kalabalık değildi. Ancak yine de futbolla çok alakalı biri olmadığım, çok zamanım olmadığı ve saatin akşamüstüne yaklaşması sebebiyle sadece offical FCB store'a uğradım. Gerçekten çok büyük bir mağaza yapmışlar, ancak fiyatlar hayli yüksek. Yetişkinler için formalar €100, dandik kupalar €8-9 civarında... Niyetim uygun fiyata forma bulursam kardeşim için almaktı ancak bu durumda ben de kupa ve matara ile yetindim, birkaç kare fotoğraf çekip şehir merkezine ulaşmak için metroya yürüdüm.

Camp Nou'ya en yakın metro istasyonu Palau Reial, L3 (Linea / Line, yani hat demek. Bir de Vestel'in de zamanında reklamlarında kullandığı çizgi bir adam vardı Linea diye hatırlayanlar vardır, herhalde onun yaratıcısı da İspanyoldur, adını oradan almış olsa gerek) yeşil hattın üzerinde sondan (ya da baştan, artık nereden bakıyorsanız) 2. durak. Zaten son durak Zona Universitaria, o da benim otelime en yakın duraktı. Palau Reial'den metroya indim, kendime 10 binişlik, ancak şehrin tek bölgesinde geçerli bir bilet aldım. Zaten Barcelona'nın merkezi, yani muhtemelen kalınacak ve gezilecek her yer Zone 1 oluyormuş. Metroya indiğimde gördüğüm en büyük farklılık, trenlerin kapılarının manuel açılıyor olmasıydı. Barcelona'da kaldığım süre boyunca 18 kere (aktarmalarla eminim en az 25 olmuştur) metroya bindim, ve yeni trenlerde bu mekanizmanın tuş, eskilerde ise kolla çalıştığını fark ettim. 



Metrodan Espanya durağında inip fuar kimliğini almak için fuar alanına gitmem gerekiyordu - öyle de yaptım. Espanya durağı, daha çıkışındaki merdivenlerde yer alan şahane resimle ilginç ve güzel olacağını belli etti; yeryüzüne çıkınca da gerçekten beni bambaşka bir aleme attı. Nerde kaldı o otelin oradaki yol ve sakinlik, nerede Plaça d'Espanya'nın, eskiden boğa güreşlerinin yapıldığı ama şimdi güreşin yasaklanmasından sonra bir AVM'ye çevrilen Arenas de Barcelona, ve tabii ki MWC ile görkemli bir hale bürünen Fira... Ağzımı sevinç ve şaşkınlıktan açık bırakan ilk Barcelona manzarası Espanya'ya çıkar çıkmaz gördüklerimdi.





Espanya durağında merdivene yapılmış resim - gerçekten çok yaratıcı. Metro duraklarında bir sürü güzel müzik yapan müzisyenin yanısıra bu tarz hoşluklar da görmek mümkün.








Oraları biraz keşfetmeye çalışırken Avinguda del Paral-lel'de (Parallel yazarken iki l'nin arasına nokta ya da çizgi koymalarını da iki l yan yana gelince normalde y diye okumalarına, ve burada gerçekten de iki l sesi çıkarmak gerektiğine bağladım kendimce. Bir yerde bir örneğini daha gördüm başka bir kelimede) bir Türk lokantası gördüm desem şaşırmak olmaz herhalde. Bu arada, ilk kez bir dilde İstanbul'a başka bir şey dediklerini burada gördüm - Estambul!

Buralarda biraz turladıktan sonra, aklımda "görmeden gelme - sakın!" olarak kazınmış Sagrada Familia'ya gitmek üzere metroya bindim: Paral-lel durağından mor hat L2 ile Sagrada Familia durağına.  İndiğimde gördüklerim, burada her bir istasyondan çıkışta başka bir dünya sunulduğu yönündeki kanılarımı destekler niteliğindeydi. Tüm ihtişamıyla Sagrada Familia (Temple of the Holy Family - Kutsal Aile'nin tapınağı), bir sürü turist, süper hava - ama ben yalnızım! Yalnız gezmenin süper tarafları var: kimsenin derdini çekmek yok, acıkınca yersin, yorulunca dinlenirsin, dilediğin zaman dilediğin yerde olur, istediğin kadar zaman geçirirsin. Ama yalnızken gördüklerin hakkında kimseyle yorum alışverişinde bulunamazsın (bu eksikliği Whatsapp sayesinde biraz olsun gidermeye çalıştım) ve her dakika tanımadığın insanlardan fotoğraf çekmesini rica edemeyeceğin (ve çekilen fotoğrafların %70'i istediğin gibi olmadığından sonunda sinirden delirmek istemediğin için) fotoğraflarda asla sen olmazsın (bunu da kameranın geniş açılı lensini, gülümseme algılayınca otomatik çekme özelliğini, cep telefonunun ön kamerasını ve biraz da ileri açı ayarlama tekniklerimi kullanarak yine az çok hallettim sanırım, en azından korktuğum kadar az fotoğrafım olmadığını söylemeliyim). İşte şimdiye kadar gördüğüm en muhteşem yapı olan Sagrada Familia'dan bende kalanlar:





Yapı hakkında tek kelimelik bir yorum yap deseler; "ayrıntı" demek yanlış olmaz. Her yeri farklı, her yeri çok ayrıntılı, çok zekice bir tasarım.


                           



                                                                  

Bu da rica minnet çektirilen ama beklenen sonuç alınamayan fotoğraflar silsilesine bir örnek teşkil etsin. O kadar zor mu yani makineyi dik tutup biraz çömelmeyi düşünmek??


                       
Gaudi'nin tasarımı bu bazilika gerçekten çok büyük, alışılmış sarı renkli kiliseler gibi değil. İç mekan gün ışığıyla gayet güzel aydınlanıyor ve duvarlar da beyaz olduğu için çok ferah. Camlarsa tamamen renkli vitraylarla kaplanmış. 1882'den bu yana halkın bağışlarıyla yapılmakta olan kilisenin 2026 gibi tamamlanması bekleniyormuş. Gaudi 1926'da öldüğünde 18 kuleli olması gereken yapının sadece bir kulesinin bittiğini görebilmiş.  




Gaudi içerideki sütunları ağaçlar olarak tasarlamış, içeriyi orman olarak düşünerek yukarıda yaprakları birleşiyor gibi bir hava vermiş. Gaudi'nin eserlerinde geometri ve doğanın yansımalarının çok sık görülüyor. Özellikle burada hiperpolik yapıları çok kullanmış. 



Kulenin tepesindeki süslemeler de cennetle bu dünya arasında bir bağ teşkil ettiği söyleniyor. (Evet bu fotoğrafı çeken kadın bu işi bilenlerden biriydi, sağ olsun:) ) 


Buranın ziyareti sadece bazilikayı gezmekle bitmiyor, altında Gaudi'nin sanatı ve bu kilisenin yaratılışıyla ilgili iki tane müze var, onları da taramakta fayda var. Oralara inip bakmasaydım Papa Benedict XVI'nın Kasım 2010'a içinin yapımı tamamlandıktan sonra bazilikayı açtığını bilemezdim mesela. 


Sagrada Familia'da yaklaşık iki saat geçirdim (dışından bakmak yeterli, içine girmeye gerek yok diyen sivrizekalı insanlara ve turlarda insanlara burayı sadece dışından gösterip iki fotoğraf çekmeye izin verdikten sonra hemen otobüse bindiren tur rehberlerine selam olsun. Sayenizde buraya gelen pek çok kişi, pek çok Türk çok büyük bir fırsat kaçırıyor). Ben ki bugüne dek gördüğüm en ihtişamlı, en etkileyici tarihi/dini yapıyı Ayasofya bellemiştim, artık kesinlikle Sagrada Familia diyorum, ve muhtemelen görülebilecek diğer cami ve kiliseler bu sıralamayı değiştiremeyecek. 

Hava kararırken Sagrada Familia'dan çıktıktan sonra, madem çok meşhur, biz de bir gidelim bakalım diyerek kendimi Las Rambla'ya attım. Caddenin adı aslında La Rambla (The Avenue); ama üç farklı kısımdan oluştuğu için (bu kısımları yürürken sokak aydınlatmalarından anlayabiliyorsunuz) çoğul olarak Las Ramblas (ya da Katalanca Les Rambles) de deniyor. Gerçekten çok hareketli, Catalunya meydanından (Plaça del Catalunya) Christopher Colombus heykeline (Mirador de Colon) ve Port Vell'e kadar uzanıyor. Catalunya tarafında bolca mağaza (El Corde Ingles, H&M...), tiyatro ve opera binası, kütüphane; daha aşağılara indikçe ise turistik hediyelik eşya satan onlarca dükkan var. Dükkanların çoğunu Hintliler işletiyor. Asla etiket fiyatından alışveriş yapmayın, Türk olduğunuzu söyleyin (ya da bırakın tahmin edip anlasınlar), o zaman €14 yazan şeyleri €8-10'a kolayca alabiliyorsunuz - siz zorlamadan fiyata bakıp pahalı bulduğunuzu anladıkları anda kendileri teklif ediyor. (Hediyelik eşyalarda bir mozaik ağırlığı vardı, ilk akşam pek anlamadım, ama sonradan çıktı onun da kerameti...)

Las Ramblas'da yürüyüp denize ulaşınca denizi işaret eden bir Colombus heykeline ulaşılıyor, hemen karşısında ise Port Vell var. 




 Port del Barcelona - Barcelona Limanı



Limanın çevresi deniz kıyısında palmiyelerle bizim sahillerimizi andırıyor.



Bu denize karşı banka oturmuş kolsuz kadın-erkek heykelini çok sevdim - önden bakınca adam kadının omzuna kolunu atmış gibi duruyor.


İkinci güne erken başlamak durumunda kaldım - zira gezmek ve keşif için son tam günümdü. Oteldeki kahvaltya indim önce. Kahvaltı (otel olduğundan mıdır bilinmez) bizimkine görece daha yakın; ancak benim için kahvaltıda zeytin olmaması oldukça şaşırtıcıydı. Temelde birkaç çeşit peynir (elbette hiçbiri bizimkiler gibi tuzlu/ekşi değil, kaşardan hallice), yumurta/omlet, şimdiye kadar gördüğüm ülkelerin hiçbirinde sekmeyen meyve (özellikle ananas-kavun), bolca domuz ürünü ve tabii ki tatlı hamur işleri (kruvasan). Farklı olan birkaç şey şunlardı: 
- Omletin yanında garnitür olarak sebze sote (renkli biberler, kabak-patlıcan-biber-patates ve hatta börülce karşımı)
- Gerçek bir İspanyol tatlısı olan Churro (kıtır hamurdan, bizim lokma ya da tulumbanın şerbetsizi gibi, bir halkanın etrafında biraz şeker var gibi düşünün. İşte bu hamuru sıcak çikolata sosuna batırıp yiyorlar ki, gerçekten inanılmaz. Tatlı sevenlere ilaç niteliğinde. Kalori hesabına girmeyelim. Evet.)
- Müslinin yanına bizim normal düz yoğurttan koyup etiketine Greek Yoghurt yazmaları
- Otelin kahvaltıda buz dolu bir kova içinde bir şişe beyaz şarap, ve çevresinde bir sürü kadeh sunması
- Bundan daha da garibi, sabahın 8'inde şaraptan içen bir adam olması





Pazar günü, yani ikinci gün, ilk durak olarak Gaudi'nin tasarladığı ve evinin de bulunduğu Park Güell'i belirlemiştim. Park hem şehrin diğer bölgelerine görece uzak kalması, hem de başlı başına farklı bir konsepti olduğunu okuduğumdan yola çıktım, yine bir aktarma yaparak parka en yakın durakta indim. İndiğim yer Catalunya ya da Espanya meydanlarından oldukça farklıydı - mahalle arası, pazar günü rehaveti ve sakinliğinin sonuna kadar hissedildiği iddiasız bir bölge. Daha önce Cambridge, MA'de bir pazar kahvaltısına giderken gözlediklerimin bana hissettirdiklerinin aynısı. Yürürken bir anda arkama bakayım dediğimde tepede gördüğüm görkemli kilise de cabası.




Parka gitmek için yaklaşık yarım saat yürüdüm. Metrodan sonra yürünen güzergahta ana caddeyi İstanbul'daki ara yollar gibi oldukça dik yokuşlar kesiyordu. Ancak İspanyollar yokuş ya da merdiven çıkmak yerine yürüyen merdiven opsiyonu da yaratmışlar - ya keyiflerinden, ya da sosyal sorumluluk gereği...

Ve günlük güneşlik pazar günü tam da öğle vakti gerçekleşen uzun yürüyüş ve son kısımda yokuş tırmanma macerasından sonra mutlu son: Park Güell - Bir masallar diyarı...


Gaudi Park Güell'i bir yaşam alanı olarak tasarlamış. Parkın adı, bu parkı oluşturma fikrinin sahibi Kont Eusebi Güell'den geliyor. Adında park kelimesinin İspanyolcası olan Parc yerine İngilizce Park geçmesinin sebebi ise 1800'lerin sonunda bir İngiliz şehir planlama akımı olarak ortaya çıkan Park City Movement (parklarla çevrili yaşam alanları)'tan esinlenerek tasarlanması.

Parkın girişinden itibaren yerin toprak olması ve yeşillikler dikkat çekiyor. Orada yaşayanlar da bu yüzden  olsa gerek ki pazar günü köpeklerini ya da çocuklarını gezdirmek için burayı tercih etmişlerdi. Parkın girişinde Gaudi'nin meşhur mozaikleri ile oldukça görkemli.


 
Artık Barcelona'nın simgesi haline gelen  mozaik ejderha







Park birkaç kattan oluşuyor. İkinci kat olarak anılabilecek yerde bir seyir terası var. Gaudi burayı denizin dalgaları şeklinde tasarlamış ve mozaiklerle bezemiş, kırık seramik ve camları kullanarak yaptığı bu mozaikler ve yuvarlak hatlı - dalga benzeri tasarımlar Gaudi eserlerini belli eden en önemli özellikler. Bu terasın dalgalı şekilde tasarlanmasının bir sebebi de insanları sosyalleştirmekmiş. Oturacak yerler dümdüz olmadığı için yan yana bakan iki kişinin birbirine dönük olmadan oturması neredeyse imkansız. 




Parkın terasının harika bir Barcelona manzarası var. Sagrada Familia'yı yukardan görebilmek de güzel. Parktaki müzisyenler, ve onların çaldığı taştan geçitin akustiği özel olarak tasarlanmış. Gaudi'nin yaşadığı evi de burada bulunuyor, ancak görülmesi bence çok elzem değil (içine girdim oradan biliyorum).



Parka varmak için ne kadar uzun süre yürüdüğümden bahsetmiştim. Parkın içinde de bir hayli yol aldıktan, dağ bayır tırmandıktan, güzel Barselona manzarasını, insanlarını gördükten ve müzisyenleri dinledikten sonra oldukça yorulmuştum. Metroya ulaşmak için o yolu geri yürümek kabusu, tuvalet ihtiyacıyla birleşince gerçekten gözümü korkutur olmuştu. Tuvalet ararken, okları takip ede ede kendimi bir anda bozuk para ile çalışan kabin tuvaletlerin ve otobüs duraklarının yanında buldum. Eskiden (2000 yılında) İzmir Fen'in arkasında, Ege Üniversitesi'nin arka tarafında şehir merkezine giden otobüslerin ana durağı vardı, çirkin, sapa, çorak bir alan. Bu durak, her ne kadar Park Güell'in dibinde ve yemyeşil de olsa bana o durağı anımsattı. Cüzdanımda tuvalet için yeterli bozuk para bulamadığım için, durakları ve otobüslerin güzergahlarını çözmeye çalışıp mümkün olan en kısa sürede kendimi merkeze atmayı kafama koydum. Durakların birindeki çizelgeden anladığıma göre, oradaki otobüslerden biri Diagonal'e yakın bir yerlerden geçiyordu. Binip şoföre "La Pedrera?" diye sordum, kafasını sallayınca hemen otobüse atladım. İspanya'da otobüse de binmedim demem artık :)

Otobüste kart basma makineleri şoför mahallini geçince, koltukların dibinde. Şoförün basılan kartla ilgili herhangi bir kontrolü yok yani. sadece basıp basmadığınızı görüyor o kadar.

Otobüsten inmem gerekenden muhtemelen bir durak önce indim, ama yine de ilk otobüs deneyimi için performansım fena sayılmazdı. Bir pazar günü Barcelona'da ne var ne yok gözleme imkanım da oldu: Açık hiçbir yer yok! Yeme içme konusunda fazla sıkıntı yok, merkezi yerlerdeki restoran ve kafeler açık; ancak alışveriş namına hiçbir mağaza açık değil. Eğer bir cumartesi günü gitseydim eminim tüm dükkanları açık ve daha çok insan gezerken bulacağım Passeig de Gracia caddesinde sadece turistler vardı. Bir sürü güzel binanın arasında Casa Mila, diğer adıyla La Pedrera'yı (Taş Ocağı) bulmak hiç zor olmadı. Gaudi'nin tarzını ve farkılılığını anlamak için Sagrada Familia üstü Park Güell yeterli, bu duygu beni bir hayli tatmin etti. Zira normalde resimle, mimariyle çok ilgili, bu konularda yetenekli ya da bilgili biri değilim. Ancak bu evi görüp de es geçmek, ve Gaudi'nin yaptığını tahmin edememek büyük kayıp olurdu.




Evin dış cephesi dalgalı. Bazı kaynaklara göre Gaudi çok hastalıklı ve zor bir çocukluk geçirdiği için hep deniz hasreti çekmiş ve bunu eserlerinde dalgalı figürler kullanarak sanatına yansıtmış. Bir zamanlar Mila ailesi için yapılan bu binada da bu özellik göze çarpıyor. Ferforjeler ise sanki yosun ya da bitkiyi anımsatıyor. 1980'lerin başında oldukça kötü durumda olan bu bina, daha sonra bakıma alınmış ve Gaudi'nin eserleri çerçevesinde UNESCO Dünya Kültür Mirasları'na eklenmiş. Şu anda içi de gezilebilen bir müze olarak kullanılıyor, ancak ben zaman darlığı sebebiyle içeri girmedim. 


Gaudi'nin bir diğer eseri, Casa Batllo da aynı caddenin biraz aşağısında, Casa Mila'nın çaprazında yer alıyor. Bu evin dışı, Casa Mila'dan daha farklı - zaten Gaudi eski bir binayı bir aile için yeniden tasarlamış, belki de bu yüzden binanın dışı diğer eski binalar gibi düz. Ancak içi için aynı beklendik şeyleri söylemek imkansız - hayatımda hiç böyle bir bina görmedim, daha da görür müyüm emin değilim.



Binanın içine girince dikkat çeken ilk şey her yerin yuvarlatılmış olması. İçeri girişte herkese birer sesli rehber veriliyor, bu binayı anlamakta inanılmaz faydalı bir cihaz. Oradan öğreniyorum ki  evin içini, dışını, kullanılan eşyaları, hatta kapı kollarını bile Gaudi kendisi tasarlamış. Başka türlüsü de mümkün olamazmış herhalde, zira evin içinde düzgün olan, düz olan, düzlem olan hiçbir şey yok - ne pencereler, ne duvarlar, ne kesişim yerleri. Örneğin binanın girişinde karşılaşılan bu merdivenler bir hayvanın omurgası şeklinde düşünülmüş. Trabzanlar ise insanın elini mükemmel şekilde kavrıyor. Gaudi'nin benzer ergonomik tasarımları pencere ve kapı kulpları ve oturma gruplarında da (koltuklar, sandalyeler) dikkat çekiyor.



Evin düz olmayan pencereleri



Gaudi, eserlerinde gün ışığı aydınlatmasına çok önem vermiş. Sagrada Familia'nın pencerelerinden ve tavanındaki açıklıklardan giren gün ışığında da güneşin gücü kullanılmıştı. Casa Batllo'nun da benzer bir sistemi var, geniş pencereler ve evin merkezine açılmış asansör boşluğunun tepesinin güneş alır olması tüm odaları gün ışığından faydalanabilir kılıyor. Gaudi'nin dehası bu asansör boşluğunda da ortaya çıkıyor: Eve güneş girmesi için açılmış pencereler, gün ışığının katlara eşit dağılması için tepeye (açıklığın olduğu, ışığın girdiği yere) doğru küçülerek gidiyor. Gaudi'nin deniz tutkusu burada da hissediliyor: bu boşluğun duvarları tamamen mavi tonlarında fayanslarla kaplı. Her yerin aynı mavilikte görünmesi için Gaudi tepeye doğru gittikçe, yani daha çok ışık alan yerlere daha açık mavi fayanslar kullanmış. Bir başka enteresan nokta da katlara yerleştirilen buzlu cama benzer camlar. O camlardan bu mavi fayanslara bakınca denizin dibindeymiş gibi bir görüntü yaratılıyor. Gaudi'nin deniz aşkına başka bir gönderme daha.


Gaudi'nin zekice tasarladığı havalandırma sistemi. Evin sıcaklığını istenen sayıda odacığı kapatıp açarak ayarlamak mümkün.


 Evin arka binayla arasında güzel bir teras var. Terasa yemek odası olarak kullanılan bir salondan çıkılıyor. Orada da Gaudi mozaiklerini görmek mümkün.





Evin tek düz çizgileri, bu daracık koridorun yan duvarındaki dilimler. Gaudi, bu dilimleri daracık koridoru daha geniş ve ferah göstermek için kullanmış.




 Evin terasına çıkınca da başka güzellikler karşılıyor. Bacalarda da kırık seramiklerden oluşturulmuş mozaikler var. 


Gaudi'nin ev için tasarladığı koltuklardan örnekler. Bu kadar eğri büğrü bir eve başka yerden mobilya alınması düşünülemezmiş zaten.


Gaudi, Barselona'yı Barselona yapan kişi aslında. İki günlük şehir turumda özellikle gezip gördüğüm her şey Gaudi'ye aitti. Her yerde imzası var, farklı olan, görmeye değer olan ne varsa onun elinden çıkmış. 1926'da eserlerinin bir kısmını bitirmiş, Sagrada Familia'nınsa sadece bir kulesi bitmişken tramvayın altında kalarak vefat etmiş Gaudi. "Pisi pisine ölmek" denen şeyin can acıtıcı yanı, değerli insanlar söz konusu olunca daha da perçinleniyor. Bu da bende kalanlardan süzüp de Gaudi'ye benden bıraktıklarım...

Gaudi'nin evlerinden sonra "görecek ne kalmış olabilir ki?" diye düşünüyor insan ister istemez. Listemde bundan sonra görülecek yer olarak belirttiğim Barri Gotic'e doğru yürümeye başladım. Yürümek iyidir çünkü. Yeni bir yere gidince orayı burayı görmekten de önce ant içilecek iki şey vardır: 1-Sokaklarında yürüyerek gezip şehri anlamaya, insanları gözlemeye çalışmak 2- Mutlaka toplu taşıma kullanmak. Fanusa konup da etrafa balık gözlerle bakan, nereye götürülürse oraya giden "turist" olmaktansa oranın yerlisi gibi yaşamaya çalışmak insana daha çok şey katar.


Barri Gotic, kısaca Barcelona Katedrali'nin etrafındaki alan olarak anılabilir. O kadar gitmişken bu görkemli katedrale girmemek olmazdı, ben de içeri girdim - iyi de ettim. Daha önce çok fazla kilise gezmişliğim yoktur, ancak burada duvar diplerinin bölümlere ayrılıp her bölümde ayrı bir heykel/resimlerle süslendiğini ilk kez gördüm. Bu devasa yapının da kulelerinde tadilat  ve oraya kurulan iskeleye çıkıp şehre tepeden bakma imkanı vardı - ona da bulaştım elbette, eksik kalmadım.






Bu katedral üzerine uzun uzun yazacak çok bir şeyim yok aslında, sadece yapının oldukça büyük ve görkemli olduğunu, 13-15. yy arasında inşa edildiğini, arka bahçesinde 13 tane beyaz kaz beslendiğini ve içeride dilek mumu yakmanın modernize (!) edildiğini belirtmek önemli. Evet, mum makinesine €1 atarak dileğiniz adına oradaki bilmemkaç elektronik mumdan bir tanesini belli bir süre adınıza yakabilirsiniz - tabii tatmin olursanız.





Katedralin çevresindeki dar sokaklar da oldukça enteresan. Bir sürü tapas, paella ve tatlı/pasta/churro yapan restoran, dondurmacı ve hediyelik eşyacı bulmak mümkün. Balkonla bağlanmış iki bina (evet bunlardan Urfa'da da var!), katedralin arka duvarının dibinde müzik yapan enerjik ve sevimli hippiler burada görülebilecek belli başlı şeyler. 


.

Barcelona'ya ait dikkatimi çeken şeylerden ikisi de özellikle Las Rambla'da bulunan dünyanın en kibar trafik lambaları ve sevimli taksileri oldu. Ha, bu trafik ışıkları konuşmuyor, o ayrı.








İkinci günümün akşamını Barri Gotic'de bir restoranda paella deneyerek, daha sonra Las Ramblas boyunca yürüyüp Colomb heykelinden sonra Port Viel'den ileri Maremagnum'a kadar, daha sonra oradan sola dönüp Akvaryum ve sonrasında Barcelonata sahiline yürüyerek tamamladım. Paella kesinlikle denenmesi gereken bir yemek. Aslında domatesli pilav gibi bir şey, içinde deniz ürünleri, tavuk, et ya da sebze gibi ek malzemeler bulunuyor. İlk denememde deniz ürünlüsüyle başladım, üzerindeki kocaman karidesleri yiyemem dışında hiçbir şikayetim olmadı :) Yanında da bir kadeh sangria... İspanya'da yeme içme pek pahalı sayılmaz - elbette Barcelonata'da kıyıya yakın ama salaş görünümlü balıkçılardan bahsetmiyorum, onlara pek hak etmedikleri halde Türkiye'deki balıkçılardan bile daha çok para vermek olası. Ancak şehir merkezinde paella + içecek (sangria, bira ya da alkolsüz içecek) ya da 3-4 çeşit tapas + içecek, ya da aklınıza gelebilecek herhangi bir menü (içecekli salata, pizza vb. menüleri)  €10 - 13 civarında.

Sangria markette kutulanmış halde de satılıyor. Hem de oldukça ucuza. Ancak deneyemedim-yalnızlıktan.

Barcelona, deniz kıyısında olmanın, özellikle de Akdeniz'in güzelliğini, yumuşaklığını her yerde hissettiriyor. İki kere kumsalı görme şansım oldu, ikisinde de gün çoktan batmıştı. Ama sahilin ne kadar güzel ve düzenli olduğu her halinden belliydi. Ayrıca, aylardan şubat olmasına karşın havanın görece ılıklığını fırsat bilen insanlar sahilde oturuyor, uzanıyordu - yazın buraların ne kadar şenlikli olacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Buraya bir kere de yaz mevsiminde gelip, 4-5 gün kalıp mutlaka yüzmek ve Barcelonata'daki hoş görünen club'lara takılmak gerek.

Port Veil - Maremagnum arasından Barcelona manzarası

Alıştığımdan binlerce kilometre öteden, neredeyse 3 aydır göremediğim Akdeniz...

Kendime şehri keşfetmek için ayırdığım iki günün sonunda saat 22 sularında yorgun argın otele döndüm. Buraya gelmeden önce akşamları otele dönüş konusunda soru işaretlerim vardı. Okuduğum kaynaklar Barcelona'nın kapkaç olaylarıyla meşhur olduğunu anlatıyordu hep. Benim başıma olumsuz hiçbir şey gelmedi neyse ki. İlk akşam, otelin metro durağına yaklaşık 7dk'lık yürüme mesafesinde olması ve bulunduğu caddenin oldukça tenha olması yüzünden kendimi garantiye alıp denemek için saat 21 gibi dönmüştüm otele. Ancak yürürken hiçbir kaygı, rahatsızlık hissetmedim. Bu durum şehrin geneline hakim. Akşam çökünce tek başına gezen bir kadında kaygı uyandırabilecek insanlar tek tük de olsa karşılaşılabilecek oranın yerlisi olmadığı belli olan Orta Asya'lı erkek grupları - onların da pek bir zararı yok. Şehrin sakin, kaostan uzak yapısı, Akdenizlilikten mütevellit samimiyeti ve bizdenliği inanılmaz bir huzur ve "burada yaşanır ki!" hissi veriyor.

Kendime ayırdığım bu iki günün ardından gelenler, katıldığım fuarın hengamesi, coşkusu, kalabalığı, koşturmacası, teri, serini, yorgunluğuyla geçti: her sene Barcelona'da yapılan Mobile World Congress 2012. Birkaç kısa cümle ile özetlemem gerekse, "alem Android olmuş, NFC ve mHealth almış yürümüş, AR'la daha çok haşır neşir olacağız, bir de tablet gerçeği var" der susarım. Fuarı anmışken birkaç fotoğraf da oradan aktarayım. 
Fuar Alanı Fira Montjuic ve Font Magica de Montjuic (Sihirli Fıskıyeler). Akşam şovunu da seyrettim, bir Bellagio etmez, o kadar da sihirli değil yani.

Bu fuarın çekiksiz geçeceğini mi sanmıştınız? Yoo dostum, bu yanılgıların en büyüğü olurdu...

Alem Android olmuş. Adamlar son işletim sistemleri Ice Cream Sandwich adına Android şeklinde dondurma sandviçler yaptırıp dağıttılar 4 gün boyunca. Bir de Android oyuncağı veren ve tabletle yönetilen bu makine vardı. Şansımı denedim ama, tabii ki olmadı :)

Alem Android'se kral da aha bu şirin adam işte. 

Bu da Samsung ile Android'in ortak yapımı: Galaxy Nexus'un arka kapağına renkli taşlardan Android desenleri baskısı yapan bir Android robot. Burada elimdeki Nexus'un forsunu kullanıp yeşil taşlı bir adet Nexus kapağı sipariş edip ertesi gün aldığımı söyleyeyim hemen, zira bu şahane üretimlere sadece Nexus'unuz varsa sahip olabiliyordunuz.


Fuardan arta kalan zamanlarda, yani akşamları, elimden geldiğince gezmeye çalıştım. İlk akşam şirketten bir arkadaşla Barcelonata'da sahildeki balık restoranlarının birinde balık yedik. Yediğimizde çok bir farklılık yoktu da, restoranların önüne insanları "çeksin" diye koydukları deniz mahsulleri tezgahları beni benden aldı. Envayi çeşit balık, karides, midye, kalamar, yengeç, ahtapot ve adını bilmediğim türlü şekil ve renklerde deniz ürünü, kimisi yarı canlı antenlerini veya bacaklarını oynatır durumda tezgahlarda duruyordu - hem de yığınla. Bonus: üzerlerinde bacakları ikiye ayrılmış pespembe ufak domuzcuklar yatırılmış. O tezgahları fotoğraflamayı gerçekten çok istedim, ama diplerinde satıcılar olduğu için ne yalan söyleyeyim, makineme davranmaya utandım... Balıkçıdan kalkınca Barcelonata'yı gezmeye devam ettik, önce kıyılar, sonra iç kısımlar. Bu arada, Barcelonata'nın küçük Barcelona anlamına geldiğini düşünüyorum - tıpkı senyora'nın bayan, senyorita'nın da küçük hanım demek olduğu gibi...





Fuarın ikinci akşamı bir çözüm ortağının davetlisi olarak şık bir restorana yemeğe gittik. Gitme hikayem bir garip, daha önceleri hep Türkiye saatiyle takvime kaydolan bu yemeği hala o mantıkla 21:30'da sanıyordum. Meğer telefonun takvimine bakıversem 20:30 olduğunu rahatça görebilecekmişim. Fuardan yorgun argın otele dönünce geç kaldığım gerçeğiyle yüzleşip hızlıca hazırlandım ve taksi beklemeye koyuldum. İlk defa taksiye bineceğim ve taksiden fiş alma derdindeyim. Daha binerken otelin valesine sordum, şoför bana fiş verecek mi, diye. Adam İngilizce bilmiyor, receipt sökmedi, check denedim, bu defa da çekle ödeyebilir miyim diye sorduğumu sanıp "Nooo, nooo" demeye başladı. Artık hayırlısı deyip taksiye bindim ve şansımı şoförle denemeye karar verdim. Adama kelime kelime, el kol hareketleriyle "vardığımızda ben size para verince, siz bana fiş verecek misiniz" (when we arrive, I give you money, you give me a receipt? gibi malak cümlelerle evet) dedim, anlamadı. Check diyorum, nooo nooo diyor, bill sökmedi, receipt zaten baştan kaybetti. Adam sonunda çabalarımı karşılıksız bırakmayıp "aaaaa, tickettt, fatuuraa!!" demesin mi?! Arkadaş madem faturayı biliyorsun beni neden kastırıyorsun kırk saatten beri. Bana ders olsun, bundan sonra Avrupa'da herhangi bir yerde İngilizce anlaşamazsam aradığım kelimenin Türkçesini kesin zorlayacağım. Tutma ihtimali hayli yüksek...

Restorana varınca gayet elit bir ortam ve bolca çekik karşıladı beni. Vaadedilen menü biraz fantastik, anlaması ise haliyle oldukça zordu. 


Başlangıç İtalyan mantısı ravioli ve ızgara ahtapot. Ahtapotun pek de pişmemiş olduğu tipinden de belli zaten. İlk denemeden sonra vantuzlarını enine kesip ayırmak zorunda kaldım.




Sağda gördüğünüz çorba. Tabak ilk geldiğinde ortasında sadece o beyaz kremamsı kısım vardı. Daha sonra iskendere tereyağ döker gibi bir adam elinde ufak bir sürahiyle gelip etrafına şöyle bir gezdirdi - al sana çorba! (derinliği 2cm ya var ya yok). Soldaki ise gecenin beklenen elemanı balık. Aç kalmamamızın baş kahramanı. Hake, yani barlam balığı, ne demek ben de bilmiyorum. Neyse.



Fuarın üçüncü akşamı, yani son akşamım... Yapacak hala çok şey var, gitmediğim, gidemediğim müzeler var. Ama her şeyden daha önemlisi daha havaalanına ilk indiğimde reklamlarından afişlerinden vurulduğum Desigual'den bir şeyler almam gerek. Ve asıl önemlisi La Boqueria'ya gidip görmem lazım. Bu defa fuardan görece vakitlice çıkıp kendimi doğrudan La Boqueria'ya attım. Rengarenk bir yer, dünya kadar şekerleme, kuru meyve, taze meyve ve biraz sebze, taze sıkılmış meyve suları, bolca deniz ürünü ve şarküteri... Haftaiçi akşam olduğundan bence normalden daha az hareketliydi, ama yine de görülmeye değer manzaralar, tatmaya değer bir sürü lezzet vardı.



 
Çilek - hindistan cevizi suyu: İ-na-nıl-maz!    

           Pattaya ya da ejderha meyvesi denen meyve. Satıcı tadı kiviye benziyor demişti ama tek benzerliği çekirdekli olması. Yoksa bunun tadı tuzu yok.


Türkiye'deki kasapların böyle olmaması ne hoş değil mi?


İstanbul'a Estambul diyen, yoğurda Greek yazan millet en azından fıstığın hakkını vermiş.

...bir de incirin - Allah razı olsun :)




Şehirdeki son akşamımı La Boqueria'nın ardından mağaza gezerek geçirdim - son günümün bir kısmını da. İspanyolların bizlerin Türkiye'de de çok iyi bildiği Zara'sı Mango'su Massimo Dutti'si var evet, ama onlara pek takılmadım. Asıl güzel olan, ne var ne yok diye taramak için girdiğim H&M'de David Beckham'ın erkek iç giyim koleksiyonunu görmemdi. Adam bildiğiniz paçalı don/içlik yapmış, dizlik bile koymuş mübarek. Ama David Beckham işte. Adam bunu kendi de giyiyor mudur acaba? Reklam için giyip poz vermiş midir billboard'lara asılsın diye? Kesin giyince seksi duruyordur - yersen.


İspanya hakkında birkaç kısa notla bu yazmanın neredeyse bir ay aldığı (uzunluğundan değil, benim zaman ayıramayışımdan) blog'u, gezi notunu, anı defterini tamamlayayım artık hayırlısıyla...

- İspanyolca gerçekten çok güzel bir dil, Katalanca da öyle. Anladığım kadarıyla Katalanca'da daha fazla X harfi var mesela. Barcelona Katalan bölgesinde olduğundan en çok kullanılan dil Katalanca, her yerde üç dilde tabela görünmesi de bundan - Katalanca, İspanyolca, İngilize. Çoğu kelimenin/cümlenin İspanyolcası ile Katalancası birbirinin çok benzeri.
- İspanyolca/Katalanca ile ortak kelime sayımız oldukça fazla: taksiciden öğrendiğim gibi fatura, asansör, lavabo (banyo deyince de anlıyorlar, Güney Amerikalılar banyo kullanırdı), sabun için kullandıkları jabon (habon okuyorlar) dikkatimi çekenler.
- Sadece kelime ortaklığı yok, kültür ve yaşam tarzımız da oldukça benzer. Araba modelleri (Avrupa olmasından mütevellit muhtemelen) çok benzer, şehirde bizimkilere benzer apartmanlar oldukça fazla (özellikle tarihi olmayan kısımlarda), evlerin balkonları var, insanlar o balkonlarda iplerde çamaşır kurutuyor, trafiğin düzeni (ya da düzensizliği) bizimkine benziyor, sokaklarda bir Ege / Akdeniz şehri havası dolanıyor, insanların tipleri genelde bizimkine çok yakın...
- Yeme içme genel olarak uygun. Market fiyatları da aşırı pahalı değil. Hele ki Euro - TL çevrimini 1-1 alırsanız hepten rahat hissedebilirsiniz.
- Havalimanına iner inmez dikkat çeken bir İspanyol markası var: Desigual. İnanılmaz güzel ve farklı tasarımları var, ancak fiyatlar bir hayli pahalı. Yeni sezon kısa kollu bir bayan penyesi için €54 istiyorlar. Ancak denk gelirseniz %40-50 indirime giren ürünleri hem uygun fiyatlı, hem de çok orjinal. Özellikle benim gibi renkli şeyleri sevenler için bulunmaz fırsat. Türkiye'de ya da yurt dışında bu markayı hiç görmemiştim, ancak Cirque du Soleil için özel tasarımlar yaptıklarına göre iyi oldukları kesin.
- Portakala Naranja (naranya), sebzeye verdures diyorlar. Teşekkürler gracias, bayan senyora, bay senyor, merhaba da hola (ola). Böyle ufak tefek, ama yararlı birkaç kelimeyi öğrenmek iş halletmek ve şirinlik yapmak açısından oldukça faydalı, hiç İngilizce bilmeyen bir satıcıyla sebzeli pizza almak için bana lazım oldu mesela.
- Satıcıların Hintli olmayanları genelde İngilizce bilmiyor, ancak El Corte Ingles gibi büyük zincir mağazalarda bir bilen çıkıyor, onu çağırıp sizinle konuşmasını sağlıyorlar.
- FCB ürünleri şehrin içindeki mağazalarda daha ucuz, gaza gelip staddan almaya kalkmayın - her şey aynı zaten.
- İstanbul'dan Barcelona'ya giderken gündüz gidiyorsanız cam kenarına oturmaya çalışın. İtalya'dan geçerken şu çizme muhabbetini az çok anlayabilirsiniz: Önce deniz, sonra düz kenarlı bir kara, sonra kara yine düz kenarla bitiyor ve yine deniz. Çizmenin ayak kısmı görülse daha harika olurdu tabii ama bence bu bile çok heyecan vericiydi.
- Metro ağı oldukça kuvvetli, metro arada bir para toplayan dilenciler haricinde güven telkin ediyor, duraklardaki müzisyenler, resimler vb. oldukça hoş. Amerika'daki "pis ve korkutucu metro" hissi burada yok. "Proxima Estacio" lafına da alışın, bir sonraki istasyon demek, metroda sıkça duyuluyor.
- O kadar gezdim ettim, yalnız olmaktan o ilk fotoğraf krizini aştıktan sonra pek yakınmadım. Şehir tek başına gezmeye bir hayli müsait. Ancak bir Flamenko gösterisine gidemedim, o içimde kaldı; bir de denizi ve sahili gündüz gözüyle göremedim, o. Bir sonrakine bu ikisini kesinlikle yapmam gerek. Opsiyonel olarak da Picasso Müzesi'ni ve Casa Mila'yı gezmek var. Ayrıca Barcelonata'daki club'lar gayet güzel görünüyordu, ancak hafta içi olmasından mıdır, mevsimden mi, saatten mi bilmem; biraz boştu. Evet, listeye club'ı da eklemek gerek demek ki :)





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Optimum Denge Modeli - 1 Eğitimi

Can Yarısı Azerbaycan

Turist misiniz efenim? - İsviçre (4)