COVID-19 Günleri-2
Bu dönemde eminim hepimiz en az bir “Koronavirüs’ten
sonra dünya düzeni neye evrilir?” yazısı okumuşuzdur. Totatiler rejimler daha
da güçlenecek diyen de var, bunun bir tür sosyal kırılım olacağından ve düzenin
daha eşitlikçi, sosyal devleti ön plana çıkaracak bir yapıya dönüşeceğini savunan
da... Peki bizim kendi dünyamız ne hale gelecek? Şu anki halden ne öğrendik, ne
umarken ne bulduk, hayatı tartıp biçmeye fırsat yaratabildik mi?
Sosyal medyada muhtelif hesaplardan “bugün de
sıkıntıdan ekmek yaptım, mantı açtım, bilmemkaçıncı dizimi bitirdim, evin
otuzikibuçuk yıldır açılmayan dolaplarını temizledim, x gündür evden çıkmadım
ve çıldırmak üzereyim” gönderilerini takip ederken içime kocaman bir “yetişememe”
duygusu çörekleniyor. Gönül karantinacılığı günlerini evden çalışarak geçiren
benim gibi beyaz yakalılar, özellikle de beyaz yakalı kadınlar için bu
anlatılanlar başka bir evrenden gelen sesler sanki. Her sabah mesai başlarken
bilgisayarı açıp, gün içinde hem iş hem de ev işlerini toparlamaya çalışan,
ofis işlerine muhtemelen mesai bitiminden sonra da devam eden beyaz yakalı
kadınlar. Hele bir de çocuk varsa, bakıcı da kendi karantinasındaysa vay haline;
eve mi yetişsin, çocuğu mu eğlesin, kaliteli zaman mı yaratsın, iş işlerini mi
halletsin?
Çocuksuz halimle, kafamdaki ve kalbimdeki binbir
düşünce, yapılacak şey ve tükenmez merakımla bu kendimize kaldığımız dönemde
arzu ettiklerimin peşinden soluk soluğa koşmaya çalışırken zamanı, imkanı yetiremiyorum,
yetişemiyorum. Gün itibarıyla dört haftadır evden çalışıyorum ve dışarı zorunlu
haller dışında çıkmıyorum; en ufak sıkılma belirtisi göstermedim. Bu yeni düzene
o kadar kolay ve mutlulukla adapte oldum ki yarın arayıp “hayat normalleşti, işe
geri dönüyoruz” deseler birçoklarının aksine mutluluktan çok derin bir sızı
duyarım göğsümde. Daha yeni başlamamış mıydık oysa? Ben kimseyi ya da hiçbir
yeri o kadar özlemedim ki! Şartlar normalken yapıp da şu anda yapamadıklarımdan
çok, şu anda yapabildiğim şey var benim. Düşünebildiklerim, hissedebildiklerim
ve görebildiklerim, normal zamanın üstünde ve dışında. Sevgilimle mesela,
hayatımızda hiç olmadığımız kadar fazla zaman geçirdik. Gün içinde ikimiz de
ayrı odalarda çalışıyoruz oysa, ama buna rağmen birlikteyiz ya, bunun değerini biliyorum,
her anına minnet duyuyorum. Sabah uyanınca hazırlanma ve yol derdi olmadan
doğrudan işe başlamanın konforunu, akşam eve geç kalıp yemeği nasıl hallederim
stresi olmadan mutfağı planlayabilmeyi, herkes evinde olduğu için toplantıları
çok daha kolay organize edip konuları çok daha verimli konuşabilmeyi çok sevdim.
İşler ben zorlamadan benim tarzıma dönüştü: az laf çok iş, lütfen ama!
Evde olmak, evle ilgilenme düzeyinden bağımsız olarak,
insanın kendine kalması çok değerli. Kafamın içi o kadar dolu ki sıkılacak
yerim yok, onu geçtim, kafamın içindeki sesleri tatmin edebilecek kadar zamanım
bile yok! Okumaya normal zamandan daha fazla odaklanmak (karantina günlerinde
ilk olarak James Davis’in “İnsanın Hikayesi”ni büyük keyifle, küçük
araştırmalar yapıp notlar alarak okuyorum) ruhuma iyi geldi ve bir süredir
eksikliğini hissettiğim bir yeri doldurdu, ama yeterince çok okuyamıyorum. Akşamları
televizyonu susturup daha değerli bir şeyler izlemeye çalışıyorum ama hala kafamdaki
kısa izleme listesini bitirmiş değilim. Nicedir ertelediğim online fotoğraf eğitimine
sonunda başladım, çıkıp pratik yapamıyorum gerçi ama yine de bilmediğim şeyler
öğreniyorum. Daha uzunca bir liste var aklımdan geçen, kimisine ucundan başladım,
kimine daha sıra gelmedi.
Zorunluluktan bir arada olunan insanlarla yapılan
mecburi (ve ekseriyetle hiç keyif almadığım) sohbetler bana hep zor geliyordu
zaten, şimdi onlar kesilince etrafı huşu dolu bir sessizlik kapladı. Ben de şehri
dinliyorum bolca, kumruları, serçeleri, martıları... Kendine bu düzenden pay
çıkarıp yeni bir ritm oturtan apartman kedilerini... Sabahları gün ışığıyla
kendi ritmimde (mesai başlamadan) uyanıp camı açınca kuşlarla selamlaşıyorum
her gün. Hele geçen hafta sonu sokağa çıkma yasağı geldiğinde tek tük duyulan
motor sesleri de tamamen kesilince ne de güzeldi etraf o parlak bahar güneşinin
altında! Sessizlikte dünyanın efendisi değil parçası olduğunu daha iyi özümsüyor
insan...
Bütün bu düzen, bu yeni sistem nasıl eskiye dönecek,
dönmeli mi, bundan kaçmak isteyen, yeni halle huzura mutluluğa erenler kendini
nasıl koruyacak bilmiyorum; ama bir çaresi olmalı! İş yerleri mesela, evden
çalışma hakkını gündemine almalı. Sosyal mesafe dediğimiz şey en azından
kişisel alan mertebesinde devam etmeli, bazı gereksiz “kültürel” samimiyetler
son bulmalı. Marketten alınan her paketi yıkamak değil belki ama, toplu taşıma
araçlarında etrafa olabildiğince az dokunmak alışkanlık olmalı. Hasta olanlar
kendi evleri dahil her yerde maskeyle gezip mikroplarını kendilerine saklamalı.
O eller sadece korkudan ve zorunluluktan değil, içimizden öyle geldiği ve
gerektiği için iyi yıkanmalı. Daha fazla kişisel alan ve zaman kalmalı, daha
fazla insan olmak için daha fazla imkan! Ömrümüzün ilk, ama bence son olmayacak
salgınından geriye daha fazla insanlık kalmalı...
Yorumlar
Yorum Gönder